Gölbaşı tren istasyonu gişesinden saat 15’e, 11.Eylül 1945 tarihli iki bilet alıp cebine koyduğunda, dışarda bankta bıraktığı Samite’nin yerinden fırlayıp perona doğru giden poşili, siyah deri çizmeli yaşlı bir adamın ardından sessiz bir rüzgar gibi koştuğunu fark etti Mehmet Ali. Ceketine asıldığı adam, geriye döndüğünde Semite’nin yüzünde beklendik bir hayal kırıklığı belirdi. Mahzun bir boyun büküşle geriye döndü. Ayallarının altında savrulan kavak yaprakları gibi sararan yüzünde, iplik iplik hüzün çizgileri belirdi. Geldi yeniden banka oturdu. Mehmet Ali, garın kapısında öylece onu seyretti. Her yolculukta karşılaştığı bir manzaraydı bu. Vardı yanına oturdu.
-Semite, dedi, ne zaman bitecek bu arayışın? Böyle yapınca hep yarımlıklar içinde kalakalıyorsun.
İçinde sessizce büyüttüğü ağıtı, her zamanki gibi susturdu Semite. Yüreğindeki yetim bir sızıyla, yalnızca sustu.
Aslında bulundukları kasabadan ayrılırken hep içinde bir umut belirir, saklı bir mutluluk yaşardı. Burada hep içinin kabuk bağlayan yarası kanardı. Çocuklar ardından Hamuş Hamuş (suskun) diye alay eder, yerine karakol binası yapılan terkedildiği han, aklına geldikçe içi kanardı.
Her tren istasyonunda kompartımanın penceresinden ellerinde bohçaları, sırtlarında mitilleriyle telaş içindeki yaşlıları taradı gözleri merakla. Dünya Savaşının etkileri her yeri, herkesi vurmuştu. Kıtlık yüzlerde derin göz çukuru, giysilerde çokça yamaydı. Neşeli bir yüz görmek neredeyse imkansızdı ve bu hüzünlü yüzlerin en belirgini Samite’nin yüzüydü. Adana üzerinden aktarmalı Ankara’ya gelene kadar devam etti bu meraklı arayışları.
Samanpazarı’ndaki iki göz evlerine geldiklerinde o bilindik hayat döngüsü devam etti.
Mehmet Ali masasının başında kalın hukuk kitaplarına gömüldü, Samite de günlük işlerini bitirdikten sonra önü çiçeklerle süslü pencereden Ulus’tan Çankaya’ya kadar Ankara’yı seyretmeye koyuldu. Semite iri siyah gözlü, zayıf, kemikli solgun yüzünde hüzün kırışıklıkları belirmiş otuz beş yaşında bir beslemeydi. Mehmet Ali’den önce iki kardeşine de öğrencilik yıllarında bakıcılık yapmıştı. Yakında o da okulunu bitirip işini ele alınca ne yapardı bilinmez. Payına düşen yazgıyı kabul etse de suskunluğu, içnde sürekli kanayan bir yara olduğunu gösteriyordu.
Mehmet Ali okuduğu kitaptan bölümler ezberliyor, kah ela gözlerini tavana dikiyor kah etli dudaklarıyla mırıldanarak odanın içinde dolanıyordu. Samite’nin varlığıyla ilgili değildi. Odanın içinde herhangi bir eşya gibiydi Samite. Onu farkedince konuşmayacağını bile bile yanına yaklaşıp sordu Mehmet Ali:
-Biliyor musun Samite, Ermenilere Sasaniler de Bizanslılar da sürgün hukuku uygulamış.
Samite umurumda değil gibilerinden belirsiz bir yüz ifadesiyle öylece baktı Mehmet Ali’ye.
Mehmet Ali tekrar ezberine döndü.
Biraz sonra kapı çalındı iri gözlü, kumral lapiska saçlı, yanakları ve elbisesi kıtlıktan pek etkilenmemiş, bir kız belirdi kapıda. Mehmet Ali’yi sordu. Samite, donuk bir yüz ifadesiyle buyur etti kızı içeri. Mehmet Ali, kapıdaki sınıf arkadaşını görünce gözlerinde bir ışık parladı ve fırlayıp kapıya koştu.
-Natalii ne iyi yaptın! Yön duygun çok iyiymiş, bir tarifimle nasıl da buldun evi.
Belli ki beklendik bir ziyaretti. Natali neşeli, hayat dolu bir genç kızdı. Samite’ye tebessümle merhaba dedi. Karşılığı, hafif eğik bir baş hareketi oldu.
-Annenle birlikte olduğunu söylememiştin!
-Annem değil. Semite bana bakmak için yanımda.
Samite, eline partal bir elbise alarak sağını solunu onarmaya durudu. Onun gizemli hali Natali’nin pek dikkatini çekmişti.
-Sürekli sende mi kalıyor?
Natali’nin sorularının arkasının geleceğini anlayan Mehmet Ali, Samite’ye iki menengiç kahvesi yapmasını tembihledi. Natali’ye döndü:
-Samite dilsiz değil ama konuşmuyor, dedi. Bizim kasaba Halep ipek yolu üzerindedir. Hanların olduğu bir konaklama kasabasıdır. 1915 Tehcirinde kasaba hanlarında konaklayan bir tehcir kafilesi, geride beş çocuk bırakmış. Hangi sebeple bıraktılar bilinmiyor. Belki çok çocukları vardı hepsini götüremeyeceklerini düşündüler. Belki Perveri misafirperverdir, çocuklarımıza bakarlar geri döndüğümüzde alırız diye düşündüler. Çocuklar daha uyurken kafile, hanı terk etmiş. Birbirini tanımayan farklı ailelerden beş ile sekiz yaşlarında beş çocuk… İşte onlardan biri de Samite. Dedem kasabanın varlıklısıydı. Samite’ye sahip çıkmış. Samite o zamanlar beş yaşındaymış. Ne ki Samite yaşadığı olayın etkisiyle hiç konuşmamış. Bu yüzden gerçek adını da kimse öğrenememiş. Suskun diye Samite demiş bizimkiler. Kimi de Hamuş… Ben kendimi bildiğimden bu yana evden çıktığını görmedim hiç. Sadece yolculuklarda… O da mecburen… Her yolculuğumuzda tren garlarında yaşlı birilerinin peşinden koşar. Kimbilir belki anne-babasına benzetiyor! Buraya geldiğinde, yeniden dönene kadar hiç dışarıya çıkmaz. Sessizce pencerenin önünde öylece oturur. Sağolsun yemeklerimi pişirir, söküklerimi diker, evi o çekip çevirir.
Natali, pencere kenarında elbise onaran Samite’nin yanına vardı sarıldı ona. Yüreğinden fırlayan bir yumruk boğazını tıkamıştı. Yüzünün ilkbaharını kasırga vurmuştı sanki. İpil ipil ağlamaya durdu.
Samite taşlaşmış, Samite Ak dağdan daha sessiz…
Mehmet Ali geniş göğsünden derin bir nefes bıraktı.
Natali bulutlu, sesi titrek:
-Benim ailemin sağlam dostları varmış burda. Sahiplenip korumuşlar. Burda kalmışız biz. Şanslılardanız yani. Senin adına çok üzgünüm Samita. Şimdi gerçek adın nedir diye sorsam biliyorum söylemeyeceksin. Ama sana Samita demek içimi acıtıyor. Dilersen hadi hazırlan seninle Ulus’a inelim gezdireyim seni.
-Çok iyi olur diye heyecanla atıldı Mehmet Ali.
Belki sen başarabilirsin Natali!
Samite taş duvar… Kamburuna yüklenen ağır yükün altında başsız bir gövde… Samite el ayak yığını… Samite, içinde özlemle büyüttüğü dünyasında gezmeyi tercih ediyor. Esnemedi, kımıldamadı. Yalnız, yüzünde Natali’ye karşı hafif bir memnuniyet ışığı pırıldadı. Natali bunu görüp ümitlendi. Yine de kimıldamadı yerinden.
*
Gün ışıdı, gün karardı. Zaman uzayıp yıllar devrildi. Gel zaman geldi…
Diğer kardeşleri gibi Mehmet Ali de bitirdi okulunu. Natali’ye evlenme teklifinde bulunduğunda beklemediği bir şartla karşılaştı. Samite’nin de kendileriyle kalmasını istiyordu Natali. Ayaklarının altındaki toprak düğüne durdu. Bu istek, Mehmet Ali’nin canına mihnetti.
Evlenip Malatya’ya hakim olarak atandıklarında Samite’nin yüzünde paslı bir iğne deliği kadar da olsa kırık dökük parıltılar belirdi. Malatya tren garına indiklerinde, deliye döndü Samite. Sağa sola koşuşturmaya, bohçasını sırtlanmış insanların yüzünü görmeye çalıştı. Her istasyonda yaşadığı bu manzara, Mehmet Ali’nin içini kanatıyordu artık. Bir vasıta bulup hemen ayrıldılar istasyondan.
Birkaç gün sonra Natali ilk defa ikna etti Samite’yi. Malatya tren garında başlayan değişimi o da fark etmişti. Kernek’e gelip su çağlayanlarını görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya durdu Samite. Bendi patlamış baraj gibiydi. Otuzbeş yıldır ilk kez hıçkırarak ağlayan Samite’ye dokunmadılar.
-Sanırım buraları tanıdı. Ailesi buralı olmalı, dedi Natali. Beş yaşındaki bir çocuğun belleğinde bu kadar birşey kalmış olabilir.
O gün fırtınalı, boranlı bir havanın ardından doğan güneşli gün gibi oldu Samite. Kendine gelince annesinin babasının elinden tutup seke seke gezen bir çocuk gibi dolaştılar su kenarlarında.
Kısmen de olsa mutlu geçen günler yaşadı Malatya’da. Arşıya pazara çıkıp kalabalığa karıştı. Birkaç ay sonra zamanın onuşlmaz hastalığı ince hastalığa yakalandı Samite. Ağırlaşınca hastaneye yatırıldı. Ümidin kesildiği anlarda Mehmet Ali ve eşi Natali başucundaydılar. Doktor, bilinç durumunu kontrol etmek için yüksek sesle sordu Semite’ye:
Adınız neydi ablacığım!
Doktora baktı fersiz gözlerle. Dudakları ilk defa kıpırdadı.
İlk kez cılız, ölgün bir ses döküldü dudaklarından:
-Natali!
Alpen Nur