Mesele / Tahsîn-i Kelâm

Ham insan meselesi,

Ve irfan meselesi.

İrfan ve insanı rafa kaldırmalar,

Kirlenmeler ve kirli kavgalar

Temelde nisyân meselesi.

Bakışları sendeleyen gözlerin,

Gidebilir mi ışığı dosdoğru,

Ve o bakıştan neyse meram,

Yer etmesi gönüllerde,

İz’ân meselesi.

Ne vakit vereceğiz

Bir çekidüzen şu sînelere!

Neye muhtaç imarı,

Belki de iman meselesi.

Gidilecek evet bilmeyen yok,

Önümüzde dönülmez ufuk,

Mesel unutmamak işte,

O da iz’ân meselesi.

Bir yol yürüyoruz nereye

Vardığı kaçınılmaz menzil

Ölümün can verdiği,

“Yolun sonu!” denilmesi

O da an meselesi.

Evet bir an meselesi ömür

Ve hayat şân değil,

Gam meselesi.

Sigâya çekilmiş cânın,

Sılaya kadarki gam meselesi.

Ufka dikilmiş sâlik gözlerinin,

Kızıl ufuklardan menkul

Kan meselesi.

Bir de söz var ve ardında öz,

O söz o mütebahhir,

Bahr-i sîne’den,

Şuh nefsin başında balyoz.

Ne zaman meselesi ne ahkâm,

Ne de bir zan meselesi.

Ham ve bohem insanın,

Kıvâm-ı tâmm meselesi,

Kayyûm’a râm meselesi.

Belki de bütün meselenin özü,

Bir sade hâl meselesi,

Bir sade hâl…

Gerçek ve Yalan / Mehmet Remzi

Dakika saat derken gerçeği söyler ayna
Ölüm biricik gerçek servetin mülkün yalan
Bir yağlı kement gibi yıllar geçince boyna
Sökmez bahanen desen ötede filan falan
Ümit cennettir bize yeis ıstırap zindan..
…………
Kul hakkı yiyip çıkma aman tartıya gönül
Eğilir başın öne olur halin pek yaman
Beklerken cennet gibi bağ bahçe güzel ödül
Etrafın kupkuru çöl olur her yer toz duman..
Adalet devlet bize zulüm karanlık zindan
…….
Kimse bilmez akıbet nedir mahiyet nedir 
Gafil gönlün sırdaşı ne söz ne saz ne keman
Ömür denilen şey kor halinde akan nehir
Serapa dönüşür bir anda koskoca umman
Zirveler otağ bize zirveler tipi duman
…..
Saatin tik takları yorgun akrep mecalsiz
Ne ileri ne geri gider suskun yelkovan
Bırakmaz ardında ne bir  ses ne de ufak iz
An içinde saklanan yokta kaybolan zaman..
İnsan bir var bir yokmuş var mı geride kalan !

Senli Şarkı / Emin O. Uygur

Sana idi tüm sözlerim

Sana idi hırçın bulutlar

Sana idi kabaran topraklar

***

Akşam olunca birdenbire

Aklıma düşen toz pembeler

Aldırma bu da geçer diyen

Alacakaranlık sesler

***

Seslerin en tatlı yankısı sende

Sükûnet mahzeninin en tatlı sirkesi sen

Söyle başka kime sesleneyim ben

***

Daha dün kadar geçmiş

Yarın kadar gelecek olan

Daha bir saat öncesinden bende kalan

Yakamoz ışıltısında kaybolan yine sen

***

Bana böyle gel demiştin ya işte

Sana öyle geldim ben

Ne varsa getirdim hem geçmişten

***

Kırmızı mavi beyaz sarı

Hatır gönül ne kelimeler var sevdalı

Kuşlar kanatlar deniz ve rüzgâr

Aldım ne varsa ufkumda parlayan güneşten

***

Sana idi Nil vadisi şarkıları

Sana idi Fizan’da gün batımı

Sana idi sözüm dünden bugünden

***

Sen de bir meyletsen

Eminou

23.01.2022

Ahın Tutmuş / Mustafa Keskin

Sırtımda heybem azıcık katığım

Yürüyorum bilinmezlere

Kirli puslu bir hava

Bir elimde barut diğerinde ateş

Kıstırdım kendimi taş avluda

Taşlar  yosun tutmuş

Tutunamadım

Çekildim karanlık dehlizlere

Küf kokusu kılavuzum

Sürünüyorum çığlık çığlığa

Islık çalıyorum bastırmak için korkularımı

Ahın tutmuş demek ki

Ölüyorum ben

Her yanım kırılmış

İçimse kanıyor

Beynim sıkılmış sünger gibi boş

Aklımsa sarhoş

Gözlerim fırtınaya kapılmış

Istırabım acıların arkadaş

Ahın tutmuş demek ki

Ölüyorum ben

Terkedilmiş bir virane burası sanki

Üzerime mor kelebekler basıyor

Altımda dertten deryalar

Batıyorum

Ahın tuttu demek ki

Ölüyorum ben

Akşam olmuyor burada

Sığınamıyorum geceye

Zehir yutmuşum çare diye

Düşlerim savruk hatıralarsa silik

Kulaklarımda bedduaların

Ahın tutmuş demek ki

Ölüyorum ben

Her yer yemyeşil

Gökyüzünde ismin var

Kollarında kır çiçekleri

Gözlerinde bir çağrı

Ahın tutmuş demek ki

Ölüyorum ben

Kan ter içinde uyandım

Bir rüyaymış demek ki

sürüngenin münacatı / Fuat Eren

epeydir başka dua bilmiyor avuçlarım

aynı ritim bu, aynı nefes aldığım

hangi mevsimdeyiz, hangi tarih daha yakın

mıknatısı fırlamış, yönsüz bir pusulayım

közle bahar arasında mekik dokuyoruz

isimleri üfledikçe savruluyor saçların

başkalarının hayatını zoraki yaşıyoruz

ümidimiz çok ama çilingiri kayıp kapıların

kendini aktın bana, bilemedim kıymetini

muhacirim, yüküm sadece senden aldıklarım

yerine koyduğum kayıp bir orman sessizliği

kışıma doydum artık, senli olsun baharlarım

An Gelir / Hüseyin Say



An gelir kopar fırtına, sessizliğini bozar zaman
An gelir dur/ul/ur kalpler çakınca şimşekler
Asude bir iklime döner cihan duyulur o ses
Ve an gelir mızraplar dokunur inleyen tele!

An gelir saban çizisine düşen dertli tohum
Büyür iştiyakları toprakla, ateşlenir hâr olur
An gelir kuşlar yem yapar asırlık emekleri
Hüzün çöker dört mevsim sonbahar olur…

An gelir çiçek çiçek büyüttüğün o bahçe
Meyve meyve yalnızlık, sımsıcak yaz olur
An gelir çevirir çarkı sondan başa zaman
Kanamalı fırtınalar kopar mevsim ayaz olur.

An gelir, düşer mahzun gönüllere cemreler
Meltemler çepeçevre kuşatır yedi iklim-i cihanı
Dertli tohum çatlar kederli ruhunda çiçekler
Açar insanlığın yer ve gök şahitlik eder,
On sekiz bin âlem seyreyler bu güzel anı
Gider gönüllerden elbet bu gam bu keder
Mütebessim çehrelere bürünür dağ taş ve dere
An gelir aziz yurdum ol vefadâr yâr olur
Ve canlar yakan iklim bütün bir bahar olur.

Mihnet / Nil Erva Bulut

Baksaydınız ağlamıyordum lakin yanaklarım ıslanır gibiydi. Acı, kalbime vuruyordu sere serpe. Hani biri için çok üzülürsün de elin yetişmez, gücün yetmez; hiçbir lügatta onu teselli edecek bir kelam bulamazsın ya, işte o türden bir acı, öyle bir keder benimkisi.

Ellerimle silemediğim gözyaşlarım vardı gecenin teninde ve dahi ufkun zemherisinde. Doludizgin fırtına misali. Lakin bu libassız acı, hiç tahayyül edilmemiş bir müziği dinlesem geçecek gibi. Hiç kaleme alınmamış bir romanı okusam neden ve kime ağladığımı bulacak gibi… Hiç başlanmamış bir maratonu koşsam, bir daha hiç ağlamayacakmışım gibi bir hale bürünüyordu, kendini bilmez hoyrat varlığımda. Ve kapatsam gözlerimi en sevdiğim yerde, bir daha hiç üzülmeyecekmişim gibi hissediyordum.

Mihnet… Satırlara, sayfalara, kitaplara sığmayan bu kelime, barınmaya çalışıyor şimdi bir avuç et parçasında. Çünkü hiçbir zerre, hiçbir ruh sahiplenmek istemiyor gamın, kederin, hüznün zirvesi olan mihneti. Mihnette gözyaşının kokusunu alıyor. O minicik zerreleri takip ede ede yerleşiyor binbir lisanla kıpkırmızı bir et parçasına. Senden oluyor, senle oluyor, sen oluyor. Büyüyorsun onunla. Sen büyüdükçe mi o büyüyor, o büyüdükçe mi sen küçülüyorsun duyan bilen yok. Sadece biliyorsun ve büyüyorsun işte. Belki de anlatamadıkça farketmeden sahipleniyoruz onu. Bizi yalnız bırakmasın, sarıp sarmalasın diye. Ne de olsa kalabalık olmak, kalabalıklaşmak iyidir hep. İyi mi sanılır ya da.

Anılarla büyüyor insan acılarında!. Yalnızlığıyla büyüyor kalabalığında… Kapkara gecesinde büyüyor sabahın seherinde ve kalbiyle büyüyor aklının izinde. Tutamıyorsun değişen hiçbir şeyi. Akıp gidiyor su misali. Aslında bilemiyorsun da hangisi daha iyi. Değişmek mi daha evla, tutmak mı mihneti bağrında… Oysa; Mecnun’un hasretle yoğrulan aşkının hayranı değil miyiz hepimiz. Hep öyle derin ve sonsuz bir aşkı arzulamaz mı ruhumuz. Mihnetin bir şubesi olan hasret değil midir Mecnun’u destanlaştıran, Leyla’sına giden yolu bulduran.

Tohum, toprağın sinesine kendini atıp kaybolduğunda, yeşerip dal budak salmaz mı bütün ihtişamıyla semanın maviliğinde. Bir annenin en latif haleti yavrusunu kucağına aldığı an değil midir tüm acısına rağmen. Ve hepsinden öte gece, karanlığın en koyu dehlizlerinden kainatı aydınlatacak gün ışığını bulup çıkarmaz mı insanlığın üzerine.

Ey insanoğlu, tüm bunlara meftun iken neden döneriz ruhumuzu mihnetin tılsımlı müjdesine. Aslında kabullensek, sahiplensek o müjdeyi, en değerli hazinemiz gibi bassak bağrımıza sıkı sıkıya, gösterecek oda bize dostluk yüzünü. Tüm acizliğine rağmen, o dostun vesilesiyle aşacağız bilinmez karanlık girdapları, aşılmaz sarp kayalıkları. Ve ulaşacağız huzur-u kalp ile sahil-i selamete.
Herkesin kendini en huzurlu hissettiği limana ulaşması temennisiyle…

evcil karıncalar / Umut Can Bulut

anne evimiz
yeniden gitsek diyorum
avluda duran eski araba
gece eksilmeyen sesi, uğursuz baykuşun
babamın gölgesi karışan nar ağacı
çekirge sesleri,
çuha çiçeği, bahçemiz
anne düşümde çizgili her şey
karıncalı bazen de
çekmiyor interneti ruhumun
begonvil kokuları da gelmiyor artık
sesini babamın
babam, baba, o

anne yolumuz
yeniden yürüsek diyorum
tavşanları kovalasam, acısa dizlerim
kengel dikenleri batsa her yerime
nefesi karışsa tenime
üflese dağ gibi
üflese her gece okuduğun dua gibi
geçse acılarım
açılsa ekranı düşlerimin
gitse evcil karıncalarım

anne soframız
dedemin yaptığı tahta bereket
yeniden otursak diyorum
kuru soğan sevmem
ama bazen içimde
gelip giden çizgilerde
minik yasalarımı çiğniyorum
vursa yumruğunu babam yine
erik gibi yesem diyorum

anne pastamız
yeniden üflesem diyorum
on sekizine giriyorum sözde
otuzla çarpılmış son dördünde
evcil karıncalarımla birlikte
çocukça sürgünler yaşıyorum anne
gemiler geliyor sahilime
yolcular iniyor birer birer

Yüreği Yanıklara / Ziya Paşa Akyürek



Zaman denilen meçhul kavram
Ne yarım kalıyor bak ne de tam
Duyguları ile kıvranan adam
Yaşandıkça yaşanır bizim sevdamız

Elest bezminde vurul o Gül’e
Hakikat iksirse sırrını dile
Gönlünü sakın ha koyma yad ele
Arandıkça bulunur bizim sevdamız

Yağmur dolu bulut yükünü almış
Kendini mevsimden mevsime salmış
Bir damla rahmetten nasipsiz kalmış
Toprağa hayattır bizim sevdamız

Deruni hislere bestekâr ol git
Yağmurca ağlayıp bulutça dol git
Biteceksen oğul bu sevdada bit
Yalnız O’nadır bizim sevdamız
Yalnız Allah’adır bizim sevdamız

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑