On beş aylık esaretin ardından;
Uzun tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak, adli kontrol şartıyla salıverildim. Saatlerin
asırlaştığı mahpustan.
Aklım boşlukta dönen çark gibi kararsızdı. İki yılda iddianamesi dahi hazırlanmayan davama adaletin
sirayet etmesi mümkün görünmüyordu. Hukuk boynu sıkılmış kuş gibi çırpınıyordu.
Göçmen kuşlar gibi uçup kurtulmalıydım sert geçen kıştan. Gitmeliydim başka diyarlara. Yurt dışı
yasağı konduğu için bu gidiş elbette ki normal bir çıkış olmayacaktı. Her şeye rağmen sıkıştığım
mengene arasında inleyip durmak istemiyordum. Daha önce Hollanda’ya gönderdiğim iki kızım ve
eşim de bekliyordu beni bir özlem içinde.
İstanbul’da son memleket turları…
Süleymaniye’de son namaz…
Anadolu’mun son tatlısı ve paça çorbası…
Yaşamım boyunca zihnimde gizlenen hatıralarım sanki bir güneşin batışındaki kızıllıkta yanıyordu.
Ayrılırken vatandan, hatıralarımın sis görüntüsü benimle gelse de, bedenlerinin bu yerde kalacak
olması acı veriyordu kalbime.
Gece yapılacak yolculuğun telaşlı hazırlığı vardı gündüzümde. Büyüyüp küçülen gözbebeklerimi
görmesem de, tahmin ediyordum dalgalar gibi gidiş gelişini. Olası durumları düşünerek temel
ihtiyaçlarımı temin ettim ve beklemeye koyuldum güneşin İstanbul ufkundan kızıl bir renkle
kaçmasını.
Kendi kaçışımı görecektim bu batışta. Başka diyarlara sızacak ışık gibi. Bu sızışın tedirginliğinin
tenimde titrediğini hissediyordum. Lambada oynayan ateşin alazı gibi.
Çantamda taşıdığım eşyalar yol kontrolüne denk gelirse hemen de beni ele verecek türdendi.
Zihnimdeki heyula elimdeki çantanın gölgesiydi.
Güneşin çekilmesiyle gün de ışıklarını belli belirsiz karanlığa terk etmişti. Beni götürecek kişiler ile
buluşma saatim gelmişti. Görmediğim bu insanları öncesinde filmlerden ve internet haberlerinden
tanırdım. Bir gün böyle bir senaryonun aktörü olacağım hiç de gelmezdi aklıma.
Denilen saatte, istenilen yerde buluştuk; Geniş alınlı, sık saçlı bu adam öne çıkık gözleriyle bana bakıp
merhabalaştıktan sonra hızlıca konuya girdi. Bu gidişte sadece sen olacaksın dedi. Çaresizlik içinde
olur dedim. Kabul etmemek için alternatif bir durum da yoktu zaten. Yol tevekkül yoluydu.
Aslında çok da arzuluyordum yanımda bir kişinin daha olmasını. Tanımadığım insanlarla bilemediğim
bir mekana yelken açıyordum. Etrafımda her şey mezar taşı kadar soğuktu fakat aydınlığa açılacak bir
pencere için sabırlı olup katlanmam gerekiyordu.
Her tarafımda taşkın bir hüzün vardı. Bu hüzün stresle iç içe geçmişti. Sonunda kaçakçının yardım
edecek arkadaşlarıyla birlikte, Meriç kıyısına yakın bir yere geldik. Meriç’in kabaran yüklü uğultusunu
henüz duyamıyordum.
Halbuki indiğimiz yerden 10 dakika kadar yürüyünce varacaktık Meriç’in coşkun sularına. Aradan 1
saat geçmesine rağmen yürümemiz istenilen neticeyi vermedi. Tüm çabalarımıza rağmen bir türlü
ulaşamadık Meriç’e. Kaybolduğumuzu anladım. Kesif bir duman sarıverdi düşüncemi. Bir sekine
rahatlığı içimde gezmesine rağmen.
Eğer yolu bulamazsak yakalanmadan geriye nasıl dönebilirimin tasası, tortu gibi çöktü beynimin
dibine. Belirsizliğin yorgunluğunu kalbim kan yerine pompalıyordu vücuduma. Bu ara sivrisinek istilası
da işin cabasıydı.
Çamura batıp çıkan ayaklar kadar perişandım. Bu dağılmışlığa tam ümitsizlik çökmüştü ki bir anda
karşı karşıya geldik Meriç’le. Sonradan anlaşıldı ki kaçakçılar bu yolu ilk defa deneyecekleri için
kaybolmuştuk.
Neyse ki donuklaşan yüzüme bir anda neşe geldi. Kalbime yıldız yağdı pırıl pırıl. Sevincimden ışığın
hazzını hissediyordum. Biraz da olsa acıyan zihnim toparladı kendini. Şişen botla taşkın suları aşarak
geçtik karşıya.
Kaçakçılarla ayrılmıştı artık yollarımız. Suyun azıcık ötesinde kulağıma gelen sesleri anlamıyordum.
Köpek sesleri ve köpekleri yönlendiren Yunan’ca konuşma sesleri geliyordu. Devriye gezen Yunan
polislerinden.
Çamur olan ayakkabılarımı nehrin sularıyla yıkarken aklımda bir çağrı, Yunan polisine
yakalanmamanın planını yapıyordu. Islak ayakkabının ayazının bütün tenimi titrettiği anlarda.
Üzerimdeki ıslak ve çamurlu kıyafetleri çıkardıktan sonra nehrin kenarına bırakıp, giydiğim yeni
kıyafetlerle hırçın su sesini geride bırakarak uzaklaşmaya başladım. Tebdili kıyafetimi Yunan polisine
yakalanmamak için alışık olmadığım tarzda yaptım.
Suyun ses tonunun kulağımda yavaş yavaş azalması, daha sonra bir kulak çınlaması gibi kesilivermesi,
nehir kıyısına epeyce mesafe koyduğumu gösteriyordu.
Ele geçip kamp koşullarını yaşamadan bir an önce Atina’ya ulaşmak isteği bitkinliğime can veriyordu.
Sonunda bir kasabaya vardım. Günlerden pazar. Sessizliğin rengini çan sesleri biraz değiştirse de
herkes belli ki uykudaydı.
Açlık yavaş yavaş diğer hislerime galip gelmeye başladı. Gördüğüm açık bir kafenin koltuklarına tüm
yorgunluğumu bıraktım. Bir kahve ve poğaça ile.
Telaşım biraz dindi. Hayat yaşanılası göründü bir anda gözüme. Ama hala bir arapsaçının içindeydim.
Acıyan yanlarımı telafi etmeye çalışıyordum. Bu ara kim olduğumu, nereden geldiğimi merak edip
sormayan da yok değildi. Cevabım “Ukrayna’dan geliyorum” oluyordu. İhbar edilme endişesinden
dolayı, Türkiye’den geldiğimi söyleyemezdim.
Kahvemi yudumlarken kasaba içinden geçen askeri konvoyu görünce duygularımın bocaladığını
hissettim. Sanki Yunanistan’da herkes beni arıyordu. Yanı başımdan geçen polis arabası da kasabada
devriye geziyordu. İçimdeki fısıltı fazla oyalanma diyordu.
Edindiğim bilgilere göre trenle önce Aleksandırpoli’ye gidip, aktarmalı olarak Selanik’e geçebilirdim.
Sonrası Atina…
Saat 13:00 trenine binerek Selanik’e ulaşmayı başardım. Yolculuk esnasında geride kalan sevdiklerimi
hatırladıkça içimdeki kurtuluş sevincime bir azap karışıveriyordu. Öncesinde Hollanda’ya gönderdiğim
eşim ve iki kızıma tekrar kavuşmanın heyecanı da yeniliyordu beni. Duygularımın rengi ise
sürekli bulut değişkenliği içindeydi.
Akşam saatler 22:00 gösterdiği vakit kentin kolları yeni yorgunluğumu kucakladı. Geceyi Selanik’te
konaklayarak geçirdim. Benden önce göç eden bir arkadaşımın yardımıyla.
Yatak bedenimin yorgunluğunu emdi ve gün ışıdı. İzmir’i andıran Selanik’te arkadaşımla kahvaltı
sonrası biraz gezindik. Ama gözlerim saatte. 15:00 Atina treni için. Nitekim trene binip güneşin
ufuktan çekildiği anda Atina’ya yakalanmadan vardım.
Ülkeler ve kentler arası kaçak gidiş gelişlerim devam ediyordu. Yolculuğun son safhası olan Avrupa’ya
geçiş zamanı gelmişti. Atina’da bu yönde uğraşım başlamıştı.
Günler aksa da benim için yavaş görünüyordu. Belki de ben acele ediyordum. Atina’da günlerin bir
kamçı gibi sırtımda şakıyacağı hiç aklıma gelmemişti. Nede olsa kalabalıkta dikkat çekmeyeceğim
büyük bir şehirdi. Üç uzun gün bitmişti bu şehirde. Kaçak yaşamımla birlikte. Birer birer önümden
geçen bu üç günün sonunda polisin kimlik kontrolüne yakalandım. Oltaya düşen balık gibi.
Nitekim kısa sorgulamanın neticesinde çaresiz nezareti boyladım. Zamanın bir tokatı daha iz
bırakmıştı yanağımda. Bir anda gökler karanlık, yerler ise çukur göründü gözüme. Belki de Türkiye’de
15 aylık Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda geçirdiğim sürenin psikolojisine düştüm yeniden.
Yaprak gibi dökülsün, kar gibi erisin istiyordum günlerim. Bu esaret günlerin ejderha ateşinden
çabucak kurtulmaktı tek dileğim. Bir yılanın dili gibi yalıyordu saatler beni.
Kimseye de haber veremedim durumumu. Telefonuma el koymuşlardı. Rica ve minnet kelimelerim
sonunda netice verdi. Yakaladığım bu fırsatı ailemi ve arkadaşımı arayarak halimi bildirdim.
Durumumdan birilerinin haberdar olması kurtuluş ümidiydi benim için. İçimdeki kışın bir an evvel
bahara uzanmasını istiyordum.
Erir hasret gözlerimden gönlüme,
Yakına dokunan uzak nerede?
Dedim rengin niye soldu bu yerde,
Kışıma bir bahar veren gülüme.
Her gün bir parçamı alıp götüren günler sonrası bir avukat geldi. Güzel sözleriyle beni rahatlatmaya
çalışıyordu. Fakat 2 haftaya çıkarsın dediği an fırtınanın savurduğu ağaç gibi yıkıldım. Zaten günlerdir
güneşin keyifli aydınlığından uzaktım. Koşulları zor olan bu mekanda değil 2 hafta 2 gün bile kalmak
istemiyordum. Tepesinde havalandırma pencereleri olan, elektrikle aydınlatılan bu loş ortamda
yaşamak ölümcül bir uçurum görünüyordu gözüme.
En çok da yemek yemede zorlanıyordum. Günlerce portakal ekmek veya ekmek arası kakaolu bisküvi
yedim. Sanki kader geride izler kalsın dercesine günlerin oklarını saplıyordu kalbime.
Nezaretteyken kaçıncı gün olduğunu hatırlayamadığım bir anda kronik migrenimin etkisiyle baş ağrım
başladı. Ruh halim, içerinin havası ve düzensiz beslenme tetiklemişti şakaklarımdaki zonklamayı.
Nörolojik bir hastalık olan migren için tüm sebepler hazırdı bu mekanda.
Ağrı ile birlikte ortaya çıkan bulantı, kusma gibi yüksek dalgalı sesimi işiten polis memurları hemen
yanı başıma gelip kifayetsiz kelime ve işaretlerimle durumumu anlamaya çalışıyorlardı. Bildiğiniz
kelimelerin ülkenizin dışında nasıl da güç kaybına uğradığına şahit olmuştum.
Çırpına çırpına işaret diliyle birazdan geçeceğini söylesem de inandıramadım.
Polislerin yardımıyla karakolun salonuna doğru yalpalayan bedenim bulduğu ilk sandalyeye oturup,
açılan camdan gelen temiz havayı solumaya başladı. Biraz kendime gelip kucakladığım boşluktan
sıyrıldım. Sonra Israr etmeleri üzerine Atina Devlet Hastanesi’nin acil bölümüne iki polis eşliğinde
gittik.
Hastahane oldukça kalabalıktı, fiziki koşullar da bir hayli yetersizdi. Etrafımda hastalar için adeta
kanatlanan doktorlar vardı. Ama hastaların yardımına yetişmekte zorlanıyorlardı. Ben ise kanatlarını
açmayı unutan kuşlar gibi etrafı seyre dalmıştım.
Benimle ilgilenen polislerden genç olanı Marco, uyanık ve girişken bir tipti. Yaşça ileri olan Stavro ise
sanki bir emanetmiş gibi ciddiyeti yüzünden eksik etmiyordu.
Marco düşünceli bir duruşun ardından kalabalığı yararak kollarımın üzerindeki eliyle beni de
yönlendirerek, o gün bana tam teşekküllü check-up yaptırdı. Bu da benim sana iyiliğim olsun der gibi.
Gittiğimiz her doktora bu adam Türkiye’den siyasi bir ilticacı yardımcı olalım dediği an, tüm sağlık
personeli üst düzey bir yetkili gelmişçesine ilgilenmeye başlıyorlardı benimle.
Tetkikler sonucunda Marco durumu el işaretiyle good/okey diyerek özetledi. Ağrı kesici bir iğne ile
günü tamamladım.
Zihnimdeki bilgileri sorguluyordum. Yıllarca bize kasap gibi anlatılan barbar Yunanlılar bunlar mıydı?
Acaba suçsuz yere beni işimden atanlar, aylarca mahpuslarda tutanlar, beni gurbetin kollarına itenler
mi daha zalim ve barbardı yoksa Yunanlılar mı?
Hürriyetten yoksun 1 ayım geride kalmıştı. Deport olma tehlikesini atlatmıştım. Aldığım
Asilyum kartıyla ön iltica işlemlerim başladı.
Bu ara da yılmadan bir şekilde Hollanda’ya geçmeye çalışıyordum. Yaklaşık 4 ay sonra aileme
kavuşabilmiştim. “Medeniyetleri kuran büyük göç dalgalardır sözüne inanarak” çıktığım bu
yolculukta,
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’in “Allah’ım! Bizi mübarek bir menzile yerleştir. Sen
yerleştirenlerin en hayırlısısın.” Hz.Ali’ye buyurduğu duayla başladım, sıfırdan her şeye…
➖➖➖
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
İlgili
Bir Cevap Yazın