Bilinen ama bilinmekten uzak bir zaman diliminin renkleri soğurduğu yerde büyük bir sessizlik var. Pek derin ve manalı bir suskunluk yatıyor orada. Durgunluk; her fıtrata, hayattan edindiği tecrübeler neticesinde yerleşiyor. Fakat suskunluk bazılarının var oluşlarını temsil ediyor. O kadar derin susuyorlar ki sessizlik ile mana buluyorlar neredeyse. Bu hali ile bazen çıldırtıcı oluyor karşısındaki adam için. “Bir şey söyle!” diye haykırmak, suskunlukla bütünleşmiş insanların karşısında nafile bir çabadır. Onlar konuşulanı duyarlar belki fakat bu onlar için yüksek ses, anlamsız gürültü gibidir. Susarak konuşurlar, susanı dinlerler, suskunluğu anlarlar.
Suskun adamın hikâyesi de böyle başlıyor. Susarak kendi rengini doğuruyordu. Kendi rengi ile yeni bir anlam kazanıyordu. Konuşup bir şeyler anlatma çabası yoktu. Bu, onu sıradan biri yapmıştı. Bulunduğu yerde o kadar uzun kalınca sıradanlığı merak uyandırmaya başladı. Bu merakın dahi farkında olmadan sessiz yaşamına devam ediyordu. Susuyordu çünkü anlaşılmak için kelimelere ihtiyacı yoktu. Kaldığı yer ona pek yabancı gelmemişti. Etrafı ormanlık yeşilliklerle dolu iki katlı bir binada kalıyordu. Binanın etrafı kendisi gibi sessiz ve sakindi. Tam olarak kendisiyle bütünleşecek bir yerdi. Altı ay kaldığı kalabalık ve yorucu bir yerden gelmişti buraya. Yeni bir yerde yeni bir yaşamın penceresini aralarken sessizce izliyor, suskunluğu ile selamlıyordu. Doğa da aynı şekilde selamlıyordu suskun adamı. Bu topraklar ana diline yabancı iken gönül diline pek aşinaydı. Dağı taşı ile anlaşmaya gönül dili yetiyordu. İnsanlarla anlaşmak için ise bu coğrafyanın dili lazımdı. Fakat o kadar suskundu ki ezelden beri anlaşmak için birkaç kelime işini görmeye yeterdi. Zaten itiraz edecek ya da bir konu hakkında uzun uzun fikirlerini anlatacak biri de değildi. Yeniden insanları ve onların kültürünü tanıyordu. Bir zaman dilimini birlikte geçirmek zorundaydılar. Kendisi gibi onları da burada tutan mecburiyetler vardı. Uzun süre sessiz geçti günleri. Burada herkes birbirine yabancı, doğa ile tanışıktı. Baharın sıcak meltemleriyle etrafı keşfetmek her gelen için ilk önceleri rahatlatıcı bir melodi gibi oluyordu. Zamanla bu küçük kasabanın her yerini öğrenmek bu melodiyi tatsızlaştırıyordu. O zaman aynı binayı hatta aynı odayı paylaştığı insana dikkat kesiliyordu. Suskun adam da diğerleri gibi doğayı keşfetti. Hayaller kurdu. Oğlunun koşup oynayacağı yerleri belirledi kafasında. Sincap görünce bunun oğlunu nasıl heyecanlandıracağını düşündü. Gülümsedi kendi kendine. Uzun uzun yürüdü orman yolunda. Suskun adam sürekli yeni keşifler yapıyordu sanki. Diğerlerinin birkaç ayda doyduğu melodiye yenilerini ekliyordu. Doğayı her adımında yeni bir hisle bütünleştiriyordu. Bir türlü tamamlanamayan bir beste yazıyor gibiydi. O tüm bunları yaparken diğerleri de suskun adamı izledi. Tamamlanamayan bestesini merak ettiler. Onun gibi dinlemek istediler. Her biri kendi terazisinde ölçtü biçti. Suskun adamı kendilerince anlamlandırdılar. Zaman sonra güvenilir olduğu kanısına vardılar. Sonra fark ettiler ki dalgındı suskun adam. Özlüyordu bir şeyleri. Eksikliğini hissettiği büyük bir kaybı vardı. Tabiatla dertleşiyor belki de diye düşündüler. Sormak istediler: “Özleminden mi suskunluğun, derdinden mi?” diye. Suskun adamın mütebessim çehresi vardı. Bu hali ile huzur veriyordu. Dili, dini, kültürleri ortak olmasa da hal dilini anlamak kimse için zor olmuyordu. Kaç milletten insanın kader ortaklığı yaptığı yerde bu coğrafyanın dili ortak paylaşımları olmuştu. Suskun adamda kendini ifade edecek kadarını kullanmaya başlamıştı. Sorumluluklarından kaçınmıyordu. Sorun olan bir durumda çözüm üretmek öteden beri yer etmiş alışkanlığıydı. Soruna sebep olana dönüp bir şey demiyordu gücenmesinden endişe ederek. Yaşadığı her olay karşısında suskunluğu büyüyordu. Zamanını anlamlı kılmak için değerlendirmek istiyordu. Beklediği, özlediği şeyler aklına düştükçe elindeki her şey acılaşıyordu. Zaman kıskacında dönüp durmak yormuştu. Dalgınlığı suskunluğu ile denkleşmişti son zamanlarda.
Bir gün sordu yanında bulunanlardan biri: “Neden gülümsemiyorsun?” Şaşırdı, bana mıydı? Bu soru acaba diye düşündü. Tekrar konuştu yanındaki adam: “Gülümse, hayat yaşamak için pek güzel.” Soruyla muhatap olması gerektiğini biliyordu artık. Tane tane dökülüverdi cümleler ağzından: “Neden güleyim ki? Benim yüzümü güldürecek neyim varsa bana uzakta.” Cevabına kendi de şaşırdı. Kurduğu cümlelerden sonra alacağı cevabı merak ediyordu. Derin bir iç çekti yanındaki “Özlemek çok zor. Baş edemiyor çoğu zaman insan. Benim de tam yedi sene oldu.” Sesi titredi. Derin bir nefes aldı. Yutkundu, gülen çehresini soldurmadan devam etti. “Biliyorum kimsesizlikten doğan yalnızlığı. Yine de sen gülümse. Güzel şeyler güzelliklerin yansıyacağı yere doğru yönelirler. Gülümse ki çabuk bulsun güzel olan şeyler seni” Öteki adam da katıldı konuşmaya. Suskun adamın sesini duymuşlardı artık daha da konuşması için o da kendinden söz etti: “Ben de beş yıldır buradayım. Gitmek istesem de buradayım. Özgür ama mahkumum.” Suskun adam şaşırdı. Özgür ama mahkum olmak mı? diye düşündü bir an. Öteki adamın konuşmaya başlaması ile düşüncesi dağıldı: “Yine de gülümsemek lazım…”Suskun adam kendine baktı, gülümsemek için kendi derdinin derinliğinden uzaklaşmak mı lazım? diye sordu içinden. Bu konuşma onda yeni düşünce kapılarını açacaktı belli ki. “Susma, anlat bir şeyler” diyen hanımı geldi aklına. Ben konuşmayı beceremiyorum ki ne anlatayım dedi kendi kendine. Onun için her mevzu ve her olay olduğu kadardı. Duygularını, fikirlerini katmazdı. Duru hali ile anlatır ve susardı. İnsanlarla olan konuşma şekli buydu. Oysa tabiat ile söylediği melodisine her fırsatta yeni bir mısra ekliyordu. Sevdiceği onu “Güneşim” diye severdi. Suskunluğu güneş misaliydi. Güneş de adım adım, sessizce doğup aynı sessizlikle batıyordu. Her sabah dünyaya saçtığı huzmesini gün biterken toplayıp kayboluyordu. Kalbe ilmek ilmek işlemesi suskunluğundan doğan melodinin sihrindendi.
Derya Hekim
Bir Cevap Yazın