Yeter ki /Emin O. Uygur

Sosyal Medyadan Bir Kalemin İlk Satırları Üzerine Yazıldı

Karbeyaz

“Akşam vakti giydim cizlavetleri

Kar fotoğrafı çektim

Varsın buz kessin elimiz

Soğuk hava değişir mevsim bahar olur elbet

İmtihan zemherisi gönlümüze düşmesin yeter ki”

Simitçi

Derdimize ekmek bandık akşamları

Acısı fazla olmuştu biraz gerçi

Sofrada birkaç kaşık gelip gitti yarınlara

Son simidi martlara ikram etmiştim

Soğuk hava değişir mevsim bahar olur elbet

İmtihan zemherisi gönlümüze düşmesin yeter ki

Şair

Hava İstanbul kokuyor her yer ıslak

Gri bulutlar yağıyor yere usulca

Sesler boğuldu esen rüzgârın şiddetinden

Oyun oynamanın zamanı mı çıksan ortaya

Ümidim var daha bak ellerim duada

Soğuk hava değişir mevsim bahar olur elbet

İmtihan zemherisi gönlümüze düşmesin yeter ki

Fotoğrafçı

Bir küçük kız birkaç da martı etrafında

Arkada yemyeşil ağaçlar korosu sabah ilahisi

Birkaç siluet yürüyor maviye bakan yolda

Martılar nasıl bir heyecan simit telaşında

Daha dün kar-kıştı her yer in cin top oynuyordu

Derler ki sayılı gün çabuk geçer

Soğuk hava değişir mevsim bahar olur elbet

İmtihan zemherisi gönlümüze düşmesin yeter ki

Karbeyaz

Kapıyı kızım açtı bahtın açık olsun dedim

Gözlerim doldu gitti ama belli etmedim

Ne hasretler savruldu bir an içimde

Çektiğim fotoğraflar soğuk değil

Çektiklerim kadar

Neyleyim ben de düştüm devrin ağına

İçimde heyecan minik renkli bir balık

Akar giderim mavi sularda kilometrelerce

Gönlüme bir damla yeis düşmesin yeter ki

eminou

Keşke / Erhan Bozkurt

Keşke geriye dönebilsem,
Seninle tanıştığımız o ilk güne,
Önce gönlüne girebilsem,
Henüz girmeden ömrüne.
Elini sımsıcak tutabilsem,
Seni bulaştırmadan Kaderime,
Keşke seni anlayabilsem,
Benzetmeden önce kendime.

Göz göze gelip kırpmadan bakabilsem,
Ortak etmeden seni gözyaşlarıma,
İçten bir kere güldürebilsem,
anlamsız şakalarıma.
Keşke…
 Keşke … başa dönebilsem,
Vazgeçsem inandırmak için kendime,
Önce seni anlasam, seni dinlesem,
Sığınıp durmadan mazeretlerime,

Bir kez kendim olabilsem….
Sevdiğim….. deyip bakabilsem yüzüne.
Geçip, giden günleri geri getirsem,
Kalbimi bıraksam gecikmeden ellerine..
Keşke….
Keşke aradığın huzuru verebilsem, 
Kahretmeden , geçen günlerine ,
Bensiz geçen günlerini silsem,
Tastamam girebilsem ömrüne …

Seni kırdığım her anı yaşatmasam
Yeni baştan yazdırsam Kaderime,
Ruhuna huzurdur ki üflesem
Gizlenip nefesime ,
Girsem gönül kafesine….
Hapsetsen bırakmasan,
Beni kendi kendime…..
Bir ömür tekrar tekrar sevsem,
Anlasan sevdiğimi… hem de ölümüne…

Göçmen Kuşlar Gibi Uçtum / Servet Erdil



On beş aylık esaretin ardından;
Uzun tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak, adli kontrol şartıyla salıverildim. Saatlerin
asırlaştığı mahpustan.
Aklım boşlukta dönen çark gibi kararsızdı. İki yılda iddianamesi dahi hazırlanmayan davama adaletin
sirayet etmesi mümkün görünmüyordu. Hukuk boynu sıkılmış kuş gibi çırpınıyordu.
Göçmen kuşlar gibi uçup kurtulmalıydım sert geçen kıştan. Gitmeliydim başka diyarlara. Yurt dışı
yasağı konduğu için bu gidiş elbette ki normal bir çıkış olmayacaktı. Her şeye rağmen sıkıştığım
mengene arasında inleyip durmak istemiyordum. Daha önce Hollanda’ya gönderdiğim iki kızım ve
eşim de bekliyordu beni bir özlem içinde.
İstanbul’da son memleket turları…
Süleymaniye’de son namaz…
Anadolu’mun son tatlısı ve paça çorbası…
Yaşamım boyunca zihnimde gizlenen hatıralarım sanki bir güneşin batışındaki kızıllıkta yanıyordu.
Ayrılırken vatandan, hatıralarımın sis görüntüsü benimle gelse de, bedenlerinin bu yerde kalacak
olması acı veriyordu kalbime.
Gece yapılacak yolculuğun telaşlı hazırlığı vardı gündüzümde. Büyüyüp küçülen gözbebeklerimi
görmesem de, tahmin ediyordum dalgalar gibi gidiş gelişini. Olası durumları düşünerek temel
ihtiyaçlarımı temin ettim ve beklemeye koyuldum güneşin İstanbul ufkundan kızıl bir renkle
kaçmasını.
Kendi kaçışımı görecektim bu batışta. Başka diyarlara sızacak ışık gibi. Bu sızışın tedirginliğinin
tenimde titrediğini hissediyordum. Lambada oynayan ateşin alazı gibi.
Çantamda taşıdığım eşyalar yol kontrolüne denk gelirse hemen de beni ele verecek türdendi.
Zihnimdeki heyula elimdeki çantanın gölgesiydi.
Güneşin çekilmesiyle gün de ışıklarını belli belirsiz karanlığa terk etmişti. Beni götürecek kişiler ile
buluşma saatim gelmişti. Görmediğim bu insanları öncesinde filmlerden ve internet haberlerinden
tanırdım. Bir gün böyle bir senaryonun aktörü olacağım hiç de gelmezdi aklıma.
Denilen saatte, istenilen yerde buluştuk; Geniş alınlı, sık saçlı bu adam öne çıkık gözleriyle bana bakıp
merhabalaştıktan sonra hızlıca konuya girdi. Bu gidişte sadece sen olacaksın dedi. Çaresizlik içinde
olur dedim. Kabul etmemek için alternatif bir durum da yoktu zaten. Yol tevekkül yoluydu.
Aslında çok da arzuluyordum yanımda bir kişinin daha olmasını. Tanımadığım insanlarla bilemediğim
bir mekana yelken açıyordum. Etrafımda her şey mezar taşı kadar soğuktu fakat aydınlığa açılacak bir
pencere için sabırlı olup katlanmam gerekiyordu.
Her tarafımda taşkın bir hüzün vardı. Bu hüzün stresle iç içe geçmişti. Sonunda kaçakçının yardım
edecek arkadaşlarıyla birlikte, Meriç kıyısına yakın bir yere geldik. Meriç’in kabaran yüklü uğultusunu
henüz duyamıyordum.
Halbuki indiğimiz yerden 10 dakika kadar yürüyünce varacaktık Meriç’in coşkun sularına. Aradan 1
saat geçmesine rağmen yürümemiz istenilen neticeyi vermedi. Tüm çabalarımıza rağmen bir türlü
ulaşamadık Meriç’e. Kaybolduğumuzu anladım. Kesif bir duman sarıverdi düşüncemi. Bir sekine
rahatlığı içimde gezmesine rağmen.
Eğer yolu bulamazsak yakalanmadan geriye nasıl dönebilirimin tasası, tortu gibi çöktü beynimin
dibine. Belirsizliğin yorgunluğunu kalbim kan yerine pompalıyordu vücuduma. Bu ara sivrisinek istilası
da işin cabasıydı.
Çamura batıp çıkan ayaklar kadar perişandım. Bu dağılmışlığa tam ümitsizlik çökmüştü ki bir anda
karşı karşıya geldik Meriç’le. Sonradan anlaşıldı ki kaçakçılar bu yolu ilk defa deneyecekleri için
kaybolmuştuk.
Neyse ki donuklaşan yüzüme bir anda neşe geldi. Kalbime yıldız yağdı pırıl pırıl. Sevincimden ışığın
hazzını hissediyordum. Biraz da olsa acıyan zihnim toparladı kendini. Şişen botla taşkın suları aşarak
geçtik karşıya.
Kaçakçılarla ayrılmıştı artık yollarımız. Suyun azıcık ötesinde kulağıma gelen sesleri anlamıyordum.
Köpek sesleri ve köpekleri yönlendiren Yunan’ca konuşma sesleri geliyordu. Devriye gezen Yunan
polislerinden.
Çamur olan ayakkabılarımı nehrin sularıyla yıkarken aklımda bir çağrı, Yunan polisine
yakalanmamanın planını yapıyordu. Islak ayakkabının ayazının bütün tenimi titrettiği anlarda.
Üzerimdeki ıslak ve çamurlu kıyafetleri çıkardıktan sonra nehrin kenarına bırakıp, giydiğim yeni
kıyafetlerle hırçın su sesini geride bırakarak uzaklaşmaya başladım. Tebdili kıyafetimi Yunan polisine
yakalanmamak için alışık olmadığım tarzda yaptım.
Suyun ses tonunun kulağımda yavaş yavaş azalması, daha sonra bir kulak çınlaması gibi kesilivermesi,
nehir kıyısına epeyce mesafe koyduğumu gösteriyordu.
Ele geçip kamp koşullarını yaşamadan bir an önce Atina’ya ulaşmak isteği bitkinliğime can veriyordu.
Sonunda bir kasabaya vardım. Günlerden pazar. Sessizliğin rengini çan sesleri biraz değiştirse de
herkes belli ki uykudaydı.
Açlık yavaş yavaş diğer hislerime galip gelmeye başladı. Gördüğüm açık bir kafenin koltuklarına tüm
yorgunluğumu bıraktım. Bir kahve ve poğaça ile.
Telaşım biraz dindi. Hayat yaşanılası göründü bir anda gözüme. Ama hala bir arapsaçının içindeydim.
Acıyan yanlarımı telafi etmeye çalışıyordum. Bu ara kim olduğumu, nereden geldiğimi merak edip
sormayan da yok değildi. Cevabım “Ukrayna’dan geliyorum” oluyordu. İhbar edilme endişesinden
dolayı, Türkiye’den geldiğimi söyleyemezdim.
Kahvemi yudumlarken kasaba içinden geçen askeri konvoyu görünce duygularımın bocaladığını
hissettim. Sanki Yunanistan’da herkes beni arıyordu. Yanı başımdan geçen polis arabası da kasabada
devriye geziyordu. İçimdeki fısıltı fazla oyalanma diyordu.
Edindiğim bilgilere göre trenle önce Aleksandırpoli’ye gidip, aktarmalı olarak Selanik’e geçebilirdim.
Sonrası Atina…
Saat 13:00 trenine binerek Selanik’e ulaşmayı başardım. Yolculuk esnasında geride kalan sevdiklerimi
hatırladıkça içimdeki kurtuluş sevincime bir azap karışıveriyordu. Öncesinde Hollanda’ya gönderdiğim
eşim ve iki kızıma tekrar kavuşmanın heyecanı da yeniliyordu beni. Duygularımın rengi ise
sürekli bulut değişkenliği içindeydi.
Akşam saatler 22:00 gösterdiği vakit kentin kolları yeni yorgunluğumu kucakladı. Geceyi Selanik’te
konaklayarak geçirdim. Benden önce göç eden bir arkadaşımın yardımıyla.
Yatak bedenimin yorgunluğunu emdi ve gün ışıdı. İzmir’i andıran Selanik’te arkadaşımla kahvaltı
sonrası biraz gezindik. Ama gözlerim saatte. 15:00 Atina treni için. Nitekim trene binip güneşin
ufuktan çekildiği anda Atina’ya yakalanmadan vardım.
Ülkeler ve kentler arası kaçak gidiş gelişlerim devam ediyordu. Yolculuğun son safhası olan Avrupa’ya
geçiş zamanı gelmişti. Atina’da bu yönde uğraşım başlamıştı.
Günler aksa da benim için yavaş görünüyordu. Belki de ben acele ediyordum. Atina’da günlerin bir
kamçı gibi sırtımda şakıyacağı hiç aklıma gelmemişti. Nede olsa kalabalıkta dikkat çekmeyeceğim
büyük bir şehirdi. Üç uzun gün bitmişti bu şehirde. Kaçak yaşamımla birlikte. Birer birer önümden
geçen bu üç günün sonunda polisin kimlik kontrolüne yakalandım. Oltaya düşen balık gibi.
Nitekim kısa sorgulamanın neticesinde çaresiz nezareti boyladım. Zamanın bir tokatı daha iz
bırakmıştı yanağımda. Bir anda gökler karanlık, yerler ise çukur göründü gözüme. Belki de Türkiye’de
15 aylık Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda geçirdiğim sürenin psikolojisine düştüm yeniden.
Yaprak gibi dökülsün, kar gibi erisin istiyordum günlerim. Bu esaret günlerin ejderha ateşinden
çabucak kurtulmaktı tek dileğim. Bir yılanın dili gibi yalıyordu saatler beni.
Kimseye de haber veremedim durumumu. Telefonuma el koymuşlardı. Rica ve minnet kelimelerim
sonunda netice verdi. Yakaladığım bu fırsatı ailemi ve arkadaşımı arayarak halimi bildirdim.
Durumumdan birilerinin haberdar olması kurtuluş ümidiydi benim için. İçimdeki kışın bir an evvel
bahara uzanmasını istiyordum.
Erir hasret gözlerimden gönlüme,
Yakına dokunan uzak nerede?
Dedim rengin niye soldu bu yerde,
Kışıma bir bahar veren gülüme.
Her gün bir parçamı alıp götüren günler sonrası bir avukat geldi. Güzel sözleriyle beni rahatlatmaya
çalışıyordu. Fakat 2 haftaya çıkarsın dediği an fırtınanın savurduğu ağaç gibi yıkıldım. Zaten günlerdir
güneşin keyifli aydınlığından uzaktım. Koşulları zor olan bu mekanda değil 2 hafta 2 gün bile kalmak
istemiyordum. Tepesinde havalandırma pencereleri olan, elektrikle aydınlatılan bu loş ortamda
yaşamak ölümcül bir uçurum görünüyordu gözüme.
En çok da yemek yemede zorlanıyordum. Günlerce portakal ekmek veya ekmek arası kakaolu bisküvi
yedim. Sanki kader geride izler kalsın dercesine günlerin oklarını saplıyordu kalbime.
Nezaretteyken kaçıncı gün olduğunu hatırlayamadığım bir anda kronik migrenimin etkisiyle baş ağrım
başladı. Ruh halim, içerinin havası ve düzensiz beslenme tetiklemişti şakaklarımdaki zonklamayı.
Nörolojik bir hastalık olan migren için tüm sebepler hazırdı bu mekanda.
Ağrı ile birlikte ortaya çıkan bulantı, kusma gibi yüksek dalgalı sesimi işiten polis memurları hemen
yanı başıma gelip kifayetsiz kelime ve işaretlerimle durumumu anlamaya çalışıyorlardı. Bildiğiniz
kelimelerin ülkenizin dışında nasıl da güç kaybına uğradığına şahit olmuştum.
Çırpına çırpına işaret diliyle birazdan geçeceğini söylesem de inandıramadım.
Polislerin yardımıyla karakolun salonuna doğru yalpalayan bedenim bulduğu ilk sandalyeye oturup,
açılan camdan gelen temiz havayı solumaya başladı. Biraz kendime gelip kucakladığım boşluktan
sıyrıldım. Sonra Israr etmeleri üzerine Atina Devlet Hastanesi’nin acil bölümüne iki polis eşliğinde
gittik.
Hastahane oldukça kalabalıktı, fiziki koşullar da bir hayli yetersizdi. Etrafımda hastalar için adeta
kanatlanan doktorlar vardı. Ama hastaların yardımına yetişmekte zorlanıyorlardı. Ben ise kanatlarını
açmayı unutan kuşlar gibi etrafı seyre dalmıştım.
Benimle ilgilenen polislerden genç olanı Marco, uyanık ve girişken bir tipti. Yaşça ileri olan Stavro ise
sanki bir emanetmiş gibi ciddiyeti yüzünden eksik etmiyordu.
Marco düşünceli bir duruşun ardından kalabalığı yararak kollarımın üzerindeki eliyle beni de
yönlendirerek, o gün bana tam teşekküllü check-up yaptırdı. Bu da benim sana iyiliğim olsun der gibi.
Gittiğimiz her doktora bu adam Türkiye’den siyasi bir ilticacı yardımcı olalım dediği an, tüm sağlık
personeli üst düzey bir yetkili gelmişçesine ilgilenmeye başlıyorlardı benimle.
Tetkikler sonucunda Marco durumu el işaretiyle good/okey diyerek özetledi. Ağrı kesici bir iğne ile
günü tamamladım.
Zihnimdeki bilgileri sorguluyordum. Yıllarca bize kasap gibi anlatılan barbar Yunanlılar bunlar mıydı?
Acaba suçsuz yere beni işimden atanlar, aylarca mahpuslarda tutanlar, beni gurbetin kollarına itenler
mi daha zalim ve barbardı yoksa Yunanlılar mı?
Hürriyetten yoksun 1 ayım geride kalmıştı. Deport olma tehlikesini atlatmıştım. Aldığım
Asilyum kartıyla ön iltica işlemlerim başladı.
Bu ara da yılmadan bir şekilde Hollanda’ya geçmeye çalışıyordum. Yaklaşık 4 ay sonra aileme
kavuşabilmiştim. “Medeniyetleri kuran büyük göç dalgalardır sözüne inanarak” çıktığım bu
yolculukta,
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’in “Allah’ım! Bizi mübarek bir menzile yerleştir. Sen
yerleştirenlerin en hayırlısısın.” Hz.Ali’ye buyurduğu duayla başladım, sıfırdan her şeye…
➖➖➖

Esaretin Dili Yüz Yaşında / Fadi Kılıçzade

                                 

            İnsanlığın, İnsan Haklarını Hatırlaması

            “Savaşan iki ordu,uzaktan bakınca intihar eden tek bir ordu gibi görünür.” der Eflatun. Nitekim geniş coğrafyalardaki insanların hayatlarını altüst eden 2. Dünya Savaşı’nda da durum bundan farklı olmadı. Fakat asker-sivil ayırt etmeksizin önüne gelen herkesi etkileyen bu can alıcı kasırga, tarihteki tüm savaşlardan daha kanlı ve yıkıcı olması yönüyle Dünya tarihinde farklı bir yere sahiptir.

            Küresel anlamda iki büyük savaş geçirmiş olan insanlık, savaşın maddi anlamda bıraktığı hasarın telafisinin uzun yıllar almasının yanında manevi olarak kapanmayacak ve telafisi imkansız tesirlerinden ders almış olacak ki, milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi ve ondan daha fazlasının da yaşanmaz bir hayata mahkum olması karşısında insani değerlerden ve insan haklarından söz eder olmuştur. Bunun neticesi olarak da 1949 yılında insan haklarını korumak adına Avrupa Konseyi kurulmuş, 1950 yılında ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi düzenlenmiştir.

            Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, geride kalan pek çok dramatik olayın zihinlerde canlı tutulması adına farklı bir anlama da sahiptir. Korumasız kalan insanların egemen güç karşısında en tabi haklalarının bile hiçe sayılarak, nasıl yok edilmeye çalışıldığının en çarpıcı örneğine bütün dünya bizatihi şahit olmuş ve bu trajediden nasibini almıştır. Öyle ki, acının rengi hayatın hemen her ünitesine bulaşmış, soğukluğunu ve iç karartan yönünü hissetirmiştir.

             Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ortaya çıkmasına sebep olan ve yaklaşık beş yıl süren 2. Dünya Savaşı’nın en çok etkilediği ülkelerden biri olan Polonya’ya bakmak, savaşın tesirini anlamak için sıradışı bir deneyim olabilir. Hayatın neredeyse tümüyle yeraltına çekildiği ve büyük bir gizlilik ve teyakkuzla yaşandığı ülkede savaş ve mücadele insan ruhunun bir parçası haline gelerek hemen her eylemlerinde kendini göstermektedir. Bugün Polonya Edebiyatı’nda savaş yıllarına dair çok sayıda eser bulmak mümkündür. Bunların bir kısmı savaş esnasında, bir kısmı da savaş sonrasında kaleme alınmış olup, yaşanan acıların ve insanlığın yok oluşunun kayıtlara geçirilmiş halidir. Satır aralarından sızan trajedi hala taze ve boğucu bir tesire sahiptir.

            Tadeusz Borowski

            Savaş yıllarında kalemini susturmayan ve hatta toplama kamplarında bile yazmaya devam eden Polonyalı edebiyatçılardan biri olan Taduesz Borowski, bütün bir insanlığı tarumar eden savaş yıllarına tanıklık etmek için okyucuları satırlarına davet etmektedir. 12 Kasım 1922’de Żytomierz’de başlayan hayat serüveni hiç de talihli sayılmayacak bir hikayeye sahip olan yazarın çilesi muhasebecilik yapmakta olan babası Stanisław Borowski’nin I. Dünya Savaşı’nda Polonya Askeri Örgütü’ne katıldığı için 1926 yılında Sovyet yönetimi tarafından tutuklanarak Karelya’daki Sovyet kampına gönderilmesiyle başlar. Bundan dört sene sonra yazarın annesi Teofila Borowska da Sibirya’ya sürülecektir. Bu sırada, sekiz yaşındaki Tadeusz ve kendisinden dört yaş büyük ağabeyi Juliusz Ukrayna’daki akrabalarının yanında yaşamaya başlarlar.

            Stanisław Borowski Polonya-Sovyet tutsak değişimi ile 1932 yılında serbest bırakılır, aile 1933 yılında Varşova’ya yerleşir. Yazarın babasının bir depoda çalışmasına, annesinin ise evde terzilik yapmasına rağmen maddi durumları hiç iyi değildir. Tadeusz bu yıllarda erkek kardeşi ile birlikte burs almayı başarır ve Tadeusz Czacki Devlet Lisesi’nde eğitim görmeye başlar. 

            Yazar, otuzlu yılların en başarılı edebiyat tarihçilerinden Stanisław Adamczewski’nin öğrencisi olma şansını yakalar ve belki de onun etkisiyle Polonya edebiyatına ilgi duymaya başlar. Polonya’nın Alman işgali altında olduğu yıllarda ortaokul ve lise eğitimi yasaklanmıştır. Yazarın final sınavlarının olduğu ve lise diplomasını aldığı 1940 yılının bahar aylarında Varşova‟da ilk baskınlar ve toplamalar başlar. Borowski bu günlerini Pewien Żołnierz (Bir Asker) adlı kitabındaki Matura Na Targowej (Targowa‟da Mezuniyet Sınavı) başlıklı öyküsünde anlatmaktadır.

            Naziler Varşova Üniversitesi’ni kapatmış ve ana kampüsü ordu için baraka olarak kullanmaya başlamışlardır. Ülkede Lehçe eğitim kesinlikle yasaklanmıştır ve ölümle cezalandırılmaktadır. Borowski işte böyle bir dönemde Varşova Yeraltı Üniversitesi’nde, Julian Krzyżanowski ve Witold Doroszewski gibi önemli profesörlerin ders verdiği Leh Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenim görmeye başlar. Yazar bu dönemi Profesorowie i Studenci (Profesörler ve Öğrenciler) adlı öyküsünde şöyle anlatır:

            “Başlarda sekiz kişiydik: Altı kız, iki erkek. Varşova Yeraltı Üniversitesi’nin ilk öğrencileriydik. Şimdi böyle söyleyince kulağa hoş geliyor, ancak o zamanlar, İngiltere’ye hava saldırısı yapılırken, faşizmin dünyada hüküm sürdüğü dönemde, Polonya Edebiyat Tarihi ile ilgilenmek, dilin yapısını öğrenmek, bibliyografya gibi, savaşta işe yaramayacak konularla ilgilenmek pek de akıl kârı bir işmiş gibi görünmüyordu.”

            Borowski gelecekteki eşi Maria Rundo ile bu bölümde tanışır. Yazar, yaşamının bu döneminde “Pędzich” adlı bir inşaat firmasında depo sorumlusu olarak çalışırken, geceleri de bekçilik yapmaktadır. Aynı zamanda da bu binadaki odalardan birinde kalmaktadır. Yazmaya çok önceleri başlayan Borowski İngiliz Edebiyatı seminer dersinde Shakespeare’in On İkinci Gece’sinden Budala‟nın Şarkıları çevirisi ile dikkatleri üzerine çeker. Bu sırada kendi şiirlerini de yazmakta olan yazar, 1942 yılının kışında 165 kopya olarak basılan ilk yapıtı Gdziekolwiek Ziemia (Herhangi Bir Toprak) adlı şiir kitabını basar.

            Esaret Yılları

            Yapıtlarında yaşamından kesitlere rastladığımız yazarın kuşkusuz en kötü deneyimi Gdziekolwiek Ziemia (Herhangi Bir Toprak) adlı kitabının basımından dört ay sonra, 25 Şubat 1943’de başlar. Borowski Naziler tarafından kurulan tuzağa düşen nişanlısı Maria Rundo’yu aradığı sırada Gestapo tarafından yakalanır ve Pawiak Hapishanesi’ne götürülür.

            Borowski önce aussenkommando (dış komando) olarak ray döşemek, telefon direkleri taşımak gibi ağır işlerde çalıştırılır. Ağır çalışma şartları nedeniyle zatürre olur ve kamp hastanesine gönderilir. İyileştikten sonra burada gece nöbetçisi olarak kalmayı başarır, bir süre sonra da Auschwitz ana kampına, sağlık görevlisi kursuna gönderilir. Uyumlu ve iyi niyetli olması nedeniyle kampta sevilen biri olur. Kurs sırasında eline geçen kâğıt, kalemi şiir yazarak değerlendiren Borowski’nin şiirleri kampta popüler olur ve kamp şarkısı olarak söylenir. Bunların çoğunu nişanlısı Maria Rundo’ya yazdığı aşk şiirleri oluşturur. Ne yazık ki bu şiirlerden çok azı yok olmaktan kurtulabilmiştir.

            Borowski nişanlısını daha sık görebilmek için kamp hastanesindeki görevini 1944 yılının bahar aylarında kendi rızası ile bırakıp kadınlar kampında çatı tamiratıyla ilgilenen komando grubuna katılır. Bu sıralarda Auschwitz kampındaki en dehşet verici zamanlar yaşanmaktadır. Sovyet hücum ordularının yaklaşmasıyla birlikte Almanlar da işgal ettikleri bölgelerdeki Yahudilerin tasfiyesini hızlandırmaya başlamışlardır. MayısHaziran 1944’de Macaristan’dan getirilen dört yüz binden fazla Yahudi gaz verilerek öldürülüp yakılır. 1944’ün yazında Birkenau kampının boşaltılıp tutsaklarının Almanya’ya transfer edilmesiyle birlikte yazar ile nişanlısının yolları bir kez daha – bu kez uzun süreliğine – ayrılır. Borowski Natzweiler Dautmergen kampına transfer edilir. Tutsaklar tarafından inşa edilmiş bu kampta ilkel koşullarda, Birkenau’da kazandığı statüden mahrum halde, gerçek kamp cehennemini yaşar. Kamp dilinde “Müslüman”* olarak adlandırılan duruma gelerek fiziksel gücünü yitirir. 1945 kışında Müslüman sevkiyatıyla Dachau-Allach kampına götürülür.

            …ve Özgürlük

            1 Mayıs 1945’te VII. Amerikan Ordusu kamptakileri serbest bıraktığında, yazar 35 kilo ağırlığında ve ayakta bile duramayacak haldedir. Borowski yaşamının bu dönemini arkadaşı Zofia Świdwińska’ya Münih’ten yazdığı 6 Ekim 1945 tarihli mektubunda şöyle anlatır:

            “Sana bu mektubu Münih’ten yazıyorum. Auschwitz’den Münih’e gelişim pek de kolay olmadı. Birkaç kampa götürüldüm, bazen yürüyerek, bazen hayvan taşınan vagonlarda, uykusuz ve aç… Bir insanın yemeksiz ne kadar dayanabileceğini tahmin bile edemezsin. Önce, gaza götürülmesi planlanmış hasta insanların bulunduğu sevkiyatla Stuttgart’tan Dachau’ya götürüldüm. Ama bizi gazla öldürmediler. Serbest bırakıldığımız gün hepimizi vurmak istediler, Amerikalılar birkaç saat erken geldiler. O yüzden vuramadılar bizi.”

            Yazar, nişanlısından ve ailesinden uzakta çok ağır bir psikolojik bunalımdadır. Münih’te verimli bir yazarlık dönemi geçirmesine ve yaşadığı koşullar iyi olmasına rağmen, çektiği vatan hasreti dayanılmaz hale gelir, sonunda ülkesine dönmeye karar verir. Nisan 1946’da Belçika ve Fransa seyahatinden bir ay sonra, Polonya’ya giden bir sevkiyatla Varşova’ya döner.

            Yazar Varşova’ya döndükten sonra yazılarını Kuźnica (Demirhane) ve Pokolenie (Kuşak) adlı dergilerde yayımlamaya ve Julian Krzyżanowski’nin asistanı olarak Leh Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışmaya başlar. Bu sırada da Świat Młodych (Gençlerin Dünyası) gibi üniversite gazetelerinde makalelerini yayımlar.

            1946 yılında Śmierć Powstańca (İsyancının Ölümü), Bitwa pod Grunwaldem (Grunwald Savaşı), 1947 yılında da Chłopiec z Biblią (İncilli Çocuk) ve Pożegnanie z Marią (Maria’ya Veda) adlı yapıtlarını yayımlar. Bu son üç öykü Dzień na Harmenzach (Harmenze’de Bir Gün), Proszę Państwa do Gazu (Buyurun Gaza Bayanlar, Baylar) adlı öyküler ile birleştirilerek 1947 yazında Pożegnanie z Marią (Maria‟ya Veda) başlığı altında kitap olarak yayımlanır. Ardından, yazarın Pewien Żołnierz (Bir Asker) adlı kitabı okuyucuyla buluşur. Bu kitaptaki en ilginç bölümü ise Portret Przyjaciela (Dostumun Portresi) adlı öykünün de içinde bulunduğu işgal dönemi anıları oluşturur.

            Uzun süre komünist Polonya’ya dönmemekte direnen Maria Rundo, 1946 yılının Kasım ayında Borowski’nin uzun süredir içinde bulunduğu ağır bunalımdan endişelenerek Varşova’ya geri döner. Çift Aralık ayında evlenir.

            Yazarın 1949’da yayımlanan Opowiadania z Książek i Gazet (Kitap ve Dergilerden Öyküler) adlı kitabında, gazetelerde parti için yazdığı ve emperyalizmle yozlaşmış dünya, kültür ve dinerkçilik ile savaştığı, propaganda amaçlı yazıları toplanmıştır. Yazar, bu yapıtıyla 1950’de Ulusal Edebiyat Ödülü alır.

            Veda

            Kısa hayatı trajedilerle geçen Borowski yine trajik bir şekilde 27 Haziran 1951’de, kızı Małgorzata’nın doğumundan beş gün sonra evindeki ocağın gazını açarak intihar eder. Bu, yazarın ilk intihar girişimi değildir ancak ne yazık ki bu denemesinden iki gün sonra hastanede yaşama veda eder. Borowski’nin intihar nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, büyük bir olasılıkla, kampa düştüğü günden itibaren yaşadığı ağır depresyondan kurtulamamış olmasıdır.

            Savaş yıllarının hafızalarda silinmez yer eden unsurlarından olan toplama kamplarında sadece fiziksel işkencenin olmadığının kanıtlarından biri hiç şüphesiz Borowski’nin hayatı ve yazdıklarıdır. Borowski’nin, arkadaşı Tadeusz Sołtan’a yazdığı mektubunun satır aralarında bu durumu görmek mümkündür:

            “Seni bilmem, ama bana kendimi toparlamak çok zor geliyor, Tadeusz. Bu yaşanan iki yılın etkisi var bunda. Sanki bütün Avrupa etrafımda paramparça oldu. Dostlarımın, düşmanlarımın cesetlerini gördüm, ekmek çalıp yedim. Yaşam çok farklı yerlere götürüyor bizleri. Tuśka savaşın bütün sıkıntılarını yaşadı ve hâlâ hayatta. Ama Ewa, hani şu harikulade şiir okuyan, infaz mangası tarafından vuruldu. Biz ise yaşıyoruz, var olmaya devam ediyor ve mektuplaşıyoruz. Hâlâ kabullenemiyorum, onların ölmüş, bizimse yaşıyor olmamızı…”

            Henüz yirmi dokuz yaşını bile doldurmamış Borowski’nin intiharı edebiyat dünyasında şok etkisi yaratır. Ölümünün ardından yazar ile ilgili birçok yazı yazılmış, Nowa Kultura (Yeni Kültür) adlı derginin 28. sayısı yazarın anısına ithaf edilmiş, yaşamının son yıllarından anılara, hakkında yazılmış makalelere yer verilmiştir.

            Auschwitz Toplama Kampı’na gönderilmeden önce işgal konulu şiirler yazarak ülke gençliğine direnç vermeye çalışan Borowski, kampta olduğu süre içerisinde de boş durmayıp bu sefer hikayeleriyle de esaret altındaki insanlara umut vermeyeçalışmıştır. Bu gayreti kamptaki insanlar tarafından takdir toplamış kendisine “Şair Tadek” isminin verilmesine sebep olmuştur. Bir bakıma etrafında zulüm ve haksızlık içinde ezilen ve yok edilen çoğunluğun ortak sesi olmuştur.

Borowski’nin Kaleminden

İşte yine gece.

Gökyüzü yine tehditkâr biçimde

Dönüp duruyor bir akbaba gibi,

Geriniyor iri, vahşi bir hayvan misali

Bu sağır sessizliğin, bu kampın üzerinde.

Batıyor ay, solgun, tıpkı bir ceset gibi.

(Birkenau Üstünde Gece)

………

Nicedir düştü bu sararmış sonbahar yaprağı ağaçlardan.

Bir özlem sardı ki beni, sana koşturuyor, git diyor buralardan,

Neyleyim ki dünya kötü ve ayırmış dikenli telle bizi.

Ve zorluyor yaşamaya bir rüyaymışçasına seni

(Uzun süredir göremediği nişanlısı için 1943 yılında yazdığı Aşk ve Özlem Şarkısı)

…………

“Maria’nın deniz kenarında, adı çıkmış bir kampa götürüldüğünü daha sonra öğrendim. Maria melezdi. Onu gazladılar. Ve belki de sabun yaptılar ondan.” (Maria’ya Veda)

……..

“İnsan dalgaları -ateşli, heyecanlı, şaşkın insanlar- hiç bitmeyecekmiş gibi akıyor, akıyorlar. Şimdi kampta yeni bir yaşamla karşılaşacaklarını düşünüyor, kendilerini bekleyen zorlu mücadeleye hazırlanıyorlar kafalarından. Bilmiyorlar ki, birazdan ölecekler, elbiselerine ve vücütlarına itinayla sakladıkları altınların, paraların, elmasların artık onlara bir yararı yok.”( Bizim Orada Auschwitz)

Kaynakça:

Borowski, Tadeusz, Böyle Buyurun Gaz‟a Bayanlar Baylar, Göçebe Yayınları, İstanbul, 1997

Borowski, Tadeusz, Taşlaşan Dünya, Yazko Yayınları, İstanbul, 1981

Yüce, Neşe Taluy, XX. Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000

Yağcı, Öner, Nazi Kampları, Papirüs Yayınevi, İstanbul, 2004

Wiewiorka, Annette, 60 Yıl Sonra Auschwitz, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2006

Miłosz, Czesław, Tutsak Edilmiş Akıl, Elips Kitap, Ankara, 2006

Frankl, Viktor E., İnsanın Anlam Arayışı, Öteki Yayınları, Ankara, 1991

Kendimle Kısa Bir Söyleşi / Mavi

Bu Hayatta Huckleberry Finn Olmak

Orijinal, farklı fikirleri olan ve İngilizce’de dendiği gibi ”Out of the Box” düşünen insanlar her zaman ilgimi çekmiştir.

Bugün Twitter’da bir videoya denk geldim. 15-16 yaşlarındaki gençlerle Türkiye gündemi konuşuyorlar. Gençler umutsuz ve gelecekten beklentiyi kesmişler. Hepsi ülkenin geleceği ne olacak, biz nasıl geçineceğiz derken bir tanesinin cevabı tam da bu out of the box dediğim cinstendi. Aslında traji komik. Genç diyor ki:

”Ben bu dünyadan ümidimi kestim. Hafız olup ahiretimi kurtaracağım.” Bence hem zeka hem de kaliteli espri anlayışını içinde barındıran iğneleyici bir cevap. Bu videoyu izleyince aklıma toprağı bol olsun meşhur Amerika’lı yazar Mark Twain’in meşhur karakteri Huckleberry Finn geldi. Mark Twain’de kitaplarında oldukça nüktecidir ve hayatı tiye alan bir karakter olan Huck sayesinde toplumdaki olaylara değinmiştir.

Henüz 11 yaşındayken babasını kaybeden ve çok sonra Mark Twain ismini kullanmaya başlayan Samuel, okulu bırakmak zorunda kalıp bir matbaada çıraklık yapmaya başlar. Belkide yazarlığın tozunu yuttuğu yere ayak basmıştı hiç bilmeden. Ardından abisinin çıkardığı bir dergide mizah yazıları yazan Mark Twain bir süre sonra sıkılıp kaptanlığa çevirir rotayı. Edebiyattan kopamayan Mark Twain bulunduğu yerin mizah anlayışına uygun bir dille yazdığı The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County kitabı ile ünü yakalar. Ama kendisinin asıl meşhur olan kitabı Tom Sawyer ve Huckleberry Finn’dir.

11 yaşında okulu bırakıp, daha bir üst paragrafımda değinmediğim mesleklere de el atmış olan bu genç nihayetinde tüm dünyada tanınır bir yazar olmuş.

Hikayelerinde geçen konular da öyle basit şeyler değil. Hikayede geçen Huckleberry Finn karakteri ile dost olan Jim bir köledir. Yaramaz gibi görünen, laf dinlemeyen ve bir çok maceraya atılan bu genç tüm yaşadığı zamanın değer yargılarını düşünecek olursak tam bir vicdan abidesidir. Bir çocuk üzerinden toplumun değer yargılarını dile getirip yer yer tiye alan ve sistemi çokça eleştiren 11 yaşında hayata tutunmayı başarmış bir Mark Twain! Bence bunu sorgulayıp üzerine düşünmek lazım.

Zamanın Amerikası (ki günümüzde hala aynı sorunları tartışıyoruz. Her ne kadar kölelik resmi olarak yok kabul edilse de, arka planda hayatta çoğu şeyin kölesi olmak durumunda bırakılmış insan sayısı çok fazla, ırkçılık, sınıf ayrımcılığı, gücü elinde tutanın güçsüzü ezmesi, değer yargılarımız, adetler vs. ) onca toplum önyargısının içinden 11 yaşında sıyrılmış bir çocuk… Çeşitli işler yapmış ve sonunda dünyaca bilinen bir yazar olup çıkmış.

Bizde böyle toplumdan sıyrılan gençler yok mu? Var elbet ama edebiyat veya sanat bizim toplumda para etmediği için bu alandakiler ya tanınmıyor ve başarıları haber olmuyor veya bastırılmış duyguları açığa çıkaracak kimseleri yok etraflarında.

Gençlerin önünü açmak gerek lafı hep ağızda sakız olmuş. Çevrenize bir bakın. Kim gençlere yardımdan dem vursa ön plana önce kendisini atar. Koltuk sevdası kara sevdadır bizde.

Velhasıl… Bu zamanda Huckleberry Finn olmak lazım. Her çevreye girip, fikir sahibi olmak… Eleştirmek, mizah anlayışıyla harmanlamak, çok konuşup yıldırmadan, bolca okuyup çokça yazmak lazım… Yani bize bolca Mark Twainler lazım…

Kör Kuyu/Ömer Dilbaz

Kör bir kuyuya atılmış gibiyim.
Düştükçe düşüyorum çıkmaya çalışsam da
Kurtulabilir miyim bilmiyorum
Yusuf değilim ama
Kurtuluşumu sultanlık bilirim.

Şifaya ermeye çabam olsa da
Maraz sarmış ruhumu, her nefesim alaz.
Boğulur gibiyim aldığım her ilaçta
Eyüp değilim ama
Sabrı sultanlık bilirim.

Suyu kesilmiş kuyu gibiyim
Kızgın bir çöl ortasında
Bir sevda sardı beni..
Serinletecek bir yağmur bekledim.
Acılarla öğrendim
Çölde buz kesmek nasılmış
Tutmak istedim elini
Mecnun değilim ama
Aşkta kalmayı sultanlık bilirim

Üşüdüm ben
Hasret çöllerinin ortasında
Kör kuyularda, yara bere içinde
Ya da kızgın çöllerde
Yusuf, Eyüp, Mecnun değilim ama
Derdimi sevmeyi sultanlık bilirim

Ben acılar çölünün ortasında
Gül yüzlü birinin bakışlarında
Düştüm kör kuyuya
İşte bunlar benim yaralarım
Beni sultan da eden köle de eden

Usul Adımlar / Ziya Paşa Akyürek

(Ekvatora İthafen)

İki satır şiir yazayım dedim,
Olur da dertlerin ah gönlü olur,
Ay olsam gecede hilal olurdum,
Dolunayın ondan çok ömrü olur..

Vaktinde doğarmış gün bile nazlım,
Zamandan ötede Hak emri olur,
Ötelere düştü en çocuk yanım,
Az derim, çok desem pek belli olur…

Kırılır dalların türküsü amma,
Baharın bestesi zemheri olur,
Bir aşka sürgündür ferhat dağlarda,
Çilesiz Şirin’in ne yeri olur…

Adetten değildir dilimde sözüm,
Tutamam sözlerin can zoru olur,
Yaştan ne şikayet eylesin gözüm,
Yüreğin sızmayan çok koru olur…

Derdini sevenler derman aramaz,
Derdi derman beller hep biri olur,
İnsan emeline burda varamaz,
Fanide yaşayan bir fani olur…

Kırk Yaş / Meryem Yıldırım

Doğarsın…

Günler tek tek sayılır. Sabırsızlıkla kırkının çıkması beklenir. Ömrünün ilk kırkı ‘Kırk Uçurma’ törenleri ile karşılanır. Tebrikler, dilekler hep daha nice kırkları görebilmek içindir.

Biz unutsak da sonraki her kırkta zaman bizi kırklar durur. Ta ki ömür ibresi kırkı gösterene kadar…

Yaşarsın…

 Kırk sayısı ile bağın devam eder. Bazen bir davranışı kazanmak için istikrar adına ihtiyaç̧ duyduğun gün sayısı olur. Bazen de bir güzel davranışta bulunmanın duası olur. Kırk bir kere maşallah denilir kırka bir ekleyerek. Hatta kırk yaş sınırında gözlerin bozulur da o zamana kadar sana yakın olan harfler senden uzaklaşır. Böylece yaşlılık belirtisi olarak çıkar karşına kırk yaşın. Başka bir yerde de ilahi koruma moduna geçişin sınırı olur kırk. Allah (CC) insan ömrünün başlangıcından itibaren iki meleğe kuluna arkadaşlık etmesi için görev verirken; o kul, kırk yaşına ulaşınca aynı meleklere koruma emrini verir. Kendine güvenin yeterli gelmediği, sonradan sonraya çizgiyi şaşma ihtimalinden olsa gerek. Yolun yarısı mıdır, sonu mudur bilinmez ama faniden bakiye geçişin ivme kazandığı yaştır kırk. Yüzümüzdeki çizgilerin bizi biz yapan ilkelere imza attığı hatta neleri istediğinden çok neleri istemediğini fark ettiğin yaş olur kırk.

Ölürsün…

Sevdiklerin için veda töreni olur da “Yasinler” okunarak uğurlanırsın. Yokluğunun kırkıncı gününde dostlarınla anılırsın.

Doğarsın, yaşarsın, ölürsün de “kırk” mihenk olmaya devam eder. Ruhun yaşı yoktur derler. Kırkınla tanışmışsan korkma. Ne yaşlısındır ne de genç. Demini almış çay misali tam kararındasın. Gençliğin olgunluğa evrilirken kırk yaşını gördüğün için de çok şanslısındır.

Kırk Yaş;

Peygamberlik yaşı.

Vahiy zamanı.

Bir yandan gelen ilahi mesajları kaldırabilecek kemâlât.

Bir yandan da davet ve tebliğin zorluklarını göğüsleyebilecek makam için müthiş zamanlama.

Kırkına geldiğinde yaşamını çıkarırsın da kantara, daha çok benzemek istersin kırkıncı Müslüman Ömer’e.

Daha da yaşlanmadan “akıllandım artık” diyebildiğin yaşın olur kırk. 

Kaçırmamak gerek her yaşın kendine ait güzelliklerini.

Kaçırmamak gerek yeniden başlangıcın sınırını.

Kırkımıza eklenen yılları kılı kırk yararak yaşayıp ömrü tamamlamışsak ne mutlu bize!

Evet, ne mutlu bize ki Allah, insana kapasitesi üstünde yük yüklemezmiş. Hatta “Öğüt alabilecek kadar yasatmadan da” cezalandırmazmış. O zaman… Kırk yaş yeterince öğüt alınma fırsatı için verilen yaş sınırı. Efendimiz “Kırk seneyi doldurduğu halde hayrı şerrine galip gelmeyen kimse, cehenneme doğru hazırlansın” derken kırk yaşının önemini keskince hissettirir bize. Son viraj için uyarırken bizden vazgeçmediğini gösterir. Bundan sonra öğütler tutulmuşsa şayet, dönüm noktasındaki toyluklar kırklanmış demektir. Yoksa sonsuzluğa sıçrama tahtası olan ‘Kırk Yaş Avansı’ kaçmış olup hiçlik sayacı işlemeye devam edecektir!

    ‘Hiçlik Sayacı’nı tekrar başlatmadan kırkına erenlerle birlikte “Eksilen Gençlik İle Artan Deneyimler Köprüsünden” sağ salim geçmek için bir de “Kırk Yaş Efsanesine” kulak verelim.

Kırk Yaş Efsanesi…

Değişim için karar zamanı. Tıpkı kartal efsanesindeki gibi. Efsaneye göre kartal, kendi türleri içerisinde en uzun yaşayan kuş türü. Yaklaşık 70 yıl yaşar. Ancak bu yaşa kadar gelebilmesi için kırk yaşında çok zor bir karar vermesi gerekir.

Şöyle ki;

Kartalı kartal yapan pençe ve gagası artık yıpranmıştır. Ağırlaşmış ve yaşlanmış tüyleri göğsüne yapıştığı için uçuşları da eskisi gibi değildir. Kartalın, karar verip değişmesi ve yenilenmesi için kırk yaş dönüm noktası olacaktır. Ya olduğu gibi pörsümüş olarak biraz daha yaşayacak ya da yenilenip canlanmak için beş aylık acılı bir sürece girecektir. Bu süreç boyunca kartal; bir dağın tepesinde kimsenin erişemeyeceği bir seviyede bulunan yuvasında oturacak önce gagasını bir kayaya sürekli olarak çarparak çıkartacak ve yerine yenisinin oluşmasını sağlayacak daha sonra da yeni oluşan gagasıyla pençelerini sökecektir. Yenilenmiş pençeleriyle de yaşlı tüylerini tek tek yolarak kartal için “İkinci Yeni Hayat” başlamış olacaktır. İşte bu nedenle kırk yaş değişim yaşı yenilenme çağıdır.

Son olarak;

Kararımızı netleştirmeye yardım edecek “Ahkaf suresi” on beşinci ayetindeki duaya kalbimizi çevirelim. “İnsan, gücünü kuvvetini bulup kırk yaşına girdiğinde” bu ayetteki duayı etmemiz istenir. Böylece “kırk yaş” ilahi onayla özel yaş oluverir.

 “Ya Rabbi! Gerek bana gerek anneme babama lütfettiğin nimetlerine şükür yoluna beni sevk et. Senin razı olacağın makbul ve güzel iş yapmaya beni yönelt ve bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasip eyle! Rabbim! Senin kapına döndüm, ben sana teslim olanlardanım.”

Dünyaya geldiğindeki günahsızlığı kaçırdım diye bütün bütün terk etme kendini! Vazgeçme kendinden. Koy ayağını kırk yaş eşiğine. Unutma! Ya maya tutacak ya da ataların dediği gibi kırkından sonra azanı teneşir paklayacak.

MERYEM YILDIRIM

-miş’li geçmiş zaman / Kübra Aydın


O filmin bıraktığı tat eskide şimdi
Külleniyor sobada çıtırdayan odun yavaş yavaş
Ve dilimde kelimeler tükenmiş

Yalnızlığın ertesinde ben kimsesiz

O kitabın yırtılan sayfalarında kalmış mazi
Denizin koynunda tüllenen ay misali
Sesinde martıların özgürlük kanatlanmış

Fırtınanın ertesinde ben sessiz

O çiçekli elbisenin kurdelesi koptu artık
Çocukluğum bir dala kondu habersiz
Uçurtmanın ardındaki çaresizlik gözlerimde bulutlanmış

Gençliğin ertesinde ben hissiz

O bahçe çoktan kayboldu
Kederle büyüyen ıssız sarmaşık
Viran edip anıları sürgüne yürümüş

Mülteciliğin ertesinde ben kimliksiz

Sarı Zamanlar / Zehra Cihan

Sarı zamanlar yaşadık,sarı zamanlar;

Zamanı zaman kovalarmış,

Vakitler sustu çoktan,

Kahvesi geldi yaşamın,

Sonrası uçsuz bucaksız beyaz,

Şimdi biz yeşilin hayaliyle

Ve de nicesi yeşilden gelen,

Mavi gökyüzünde uçurtma kovalıyoruz;

İnsanlar uzakmış hakikate,

Kalpler sonsuzlukta buluşana dek.

Biz yaşamın koşulsuz işcileri,

Öğrendik belki de bir şiirde bir hecede buluşabilmeyi,

Göğe manalı gözlerle bakabilmeyi,

Tek bir duada susabilmeyi.

Sarı zamanlardayız! kırgın bir havası var sarının!

Yeşili bekliyoruz, nerede?

Demir tellere asılı takvim yaprakları;

Mavi zamanlardayız…

Ne güzel

Ne mutlu

Ne umutlu..

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑