Stephan’sız ikinci şükran günü yemeği. Bir önceki yılın yine bu saatleri, ne yazık ki şükransızdı. Battaniyenin altındaydım. Uyku hapı almış olsam da, yatağımda dönüp duruyordum. Yemeksiz, nefessiz ve de sessiz bir akşam geçirmiştim. Ters akan nehrim, doğmayan güneşim, kararıp da ağlamayan bulutlarım vardı.
Bu akşam ise enfes geçecek, eminim. Çünkü şu birkaç aydır coğrafi objelerim, negatif galaksilerden tasını tarağını toplayıp ayrıldı. Birtakım sebepler tabi. Neyse onu birazdan anlatacağım. Yemeğe misafirlerim var. Bütün gün hazırlık yaptım. Fransız, İtalyan ve Amerikan mutfaklarının karışımı nefis bir menü çıktı ortaya. Köri Soslu ve zencefilli sebze sote, Kinoalı Akdeniz Salatası , Gnocchi ve ismini öğrenemediğim iki vegan yemeği daha. Mikrodalganın her tık sesinde mutfağa koştum. Elime aldığım tencere kapaklarının buharlı aynasında, bütün endamıyla huzurum vardı. Masaya servis tabaklarını da yerleştirince üzerimi değiştirmek için odama çıktım. İlk işim Stephan’ın en sevdiği, ortası zümrütten su damlası küpelerimi takmaktı. Bana artık biraz dar gelse de; onun hediyesi, su yeşili döpiyesimi giydim. Gardırop aynasının karşısından yirmi dakika boyunca ayrılamadım. Bu gece için yaptığım dualar onu epey buğulandırmış, çıkarken fark ettim. Şimdi ise her şey hazır görünüyor. Bir sandalye çektim. Dirseklerimi masaya yaslayıp iki elimi yanaklarıma götürüyorum. Gözlerim duvardaki saate takılıyor, saatte gördüğüm Stephan’ın yüzüne. Tıpkı üç gece önceki rüyamda olduğu gibi gülümsüyor bana. Sonra kayboluyor.
Stephan’ı kaybediş sürecim, sadece kırk dört günlük. Kansere yakalandığını otuz üçüncü evlilik yıldönümümüzde öğrenmiştik. Yıkıldık. Bir şeyler yapabilmeyi çok istedim. Ama hastalığını geç fark ettiğimiz için tümör vücudunda hızla ilerlemiş. Yoğun bakımda uzun bir mücadele verdi. En son görüşümde bahçemizin böğürtlen kokularından yüzüne sürmüştüm. Mutlu olmuştu. Kırk dört günün sonunda da böğürtlenlerle aynı toprağa, sonsuz toprak kokusuna uğurladım. Son sözlerini net anlayamadım. Ağız hareketlerinden ‘mutlu’ gibi bir sözcük çıkmıştı zannediyorum. Belli ki kendisine söz vermemi istiyordu: “Söz!” dedim. “Mutluluk hangi dağın yamacına saklanırsa saklansın, onu bulup getiricem.”
Ayrılığı kabullenmek uzun bir zamanımı aldı. Ama ona verdiğim bir söz vardı. Bu sözünü de ancak ölümünün ikinci yılında, Atina’ya gittikten sonra yerine getirebildim. Bir sabah Joseph’in telefonuyla uyandım. Daha gözlerimi açamadan bana beş gün sonrasına hazırlanmam gerektiğini, Yunanistan’a gideceğimizi söyledi. “Neler saçmalıyorsun? Hiç tatil havasında değilim.”, dedim. “Tatile gitmiyoruz ki. Bizimle birlikte iki Türk bayan var. Uçak biletin bende. Anlatırım sonra.”, deyip kapattı. Tüm detayları uçakta dinleyebildim:
-Aktivist kimliğimiz de olmasın mı şimdi? Foseptik çukuruna ittirilen binlerce insan var. İşte o insanların kafalarını kaldırdıklarında, karşılaştıkları delikten sızan minicik ışığın ismi Yunanistan. Sevgili Emma, ben de dedim ki; foseptik çukurlarından gün ışığına parmakla dokunuşun karesinde biz de yer alalım. Getirdiğimiz oyuncaklar, çikolatalar; karakalem hayatlara damlayan suluboyalar olsun.
İnsanın arkadaşı şair olunca böylesi sözlere hiç şaşırmaması gerekiyor. Ah Joseph! Yine on ikiden vuracak lafları fırlatıp geçti. Fırlattığı gülle; havanın sürtünme kuvvetini, şunu bunu dinlemeden, aklıma balyoz gibi Stephan’ı indirdi. İnmemesi imkansız zaten. Çünkü bunların hepsi onu derinden sarsan Orta Doğu politikalarıydı. Gözlerimin önüne Stephan’ın insan sevgisi gelince, Joseph’in ellerinden tuttum. Ben bırakmadıkça o da bırakmadı. Bir iki derken sonuna kadar açıldı gözyaşı vanaları. Yardım etmek isteyen hostesin bile ellerini ıslattım. Yani hikayem ıslak başladı. Huzurlu ıslağın tuzlarını emen dudaklarımda, uçağın inişine kadar dua vardı. “Tanrım! Beni asla kurutma.”
Atina’da geçirdiğim o üç gün içinde görüp duyduğum; isimler, resimler ve hikayelerin her birisi zaman ilerledikçe zihnimde bulanıklaştı. Ancak şu cümleleri sonradan her nereye gitsem, yanımda taşıdım.“Öldüm… Sonra tekrar gözlerimi açtım. Islak, soğuk ve daha da soğuktu her şey.” Bu sözler, Yunanistan’a geleli henüz bir hafta olmuş, üç çocuklu bir ‘kış çiçeği’ne aitti. İsmi bizdeki daffodilin karşılığı: Nergis’ti. Sözlerine şu cümlelerle başlamıştı:
“Eşim hapisten yeni çıkmıştı. Ben de yatacağım yıl sayısını hesaplayıp durmaktan bıkmıştım. Ülkeyi terk etmeye karar verdik. Ama çocukların Meriç’i görmesine gönlümüz razı değildi. Ben önden gidecektim. Benden sonra da eşim ve çocuklar. En küçüğü daha üç yaşında olan çocuklarımın her birisinin kokusunu içime çekerek kış gecesi düştüm yollara. Yanımda benden başka bayan yoktu. Beş kişiydik. Bir de bizi nehrin karşısına geçirecek olan adam vardı. Akşam saat dokuzdan on bire kadar koştuk, yürüdük, nefes nefese kaldık. İçinde su olmayan bir su kanalının kenarına geldik. Soğuk havada, ağzımızdan çıkan buharın dahi görülme ihtimalinden endişeliydik. Grupta sadece bir kişinin cep telefonu, zayıf ışık gücünde açıktı. Onu da attığımız her adım öncesi önümüze çıkan kurumuş yaprakları toplamak için açmışlardı. Hışırtısız, ışıksız, yanağımıza batan dikenlere duyarsız olmak zorundaydık. Sabah saat dört buçuğa kadar bekledik. Yabancı uyruklu kaçakçı asıl güzergâha doğru hazırlanma vaktinin geldiğini söyledi. El kol hareketlerine başladı.“Şurdan dönün, burdan geçin…” Zaman zaman bizlere de dokunarak hareketlerimizi hem hızlandırıyor, hem de kontrol altında tutuyordu. Ne olduysa işte o anda oldu. Yanımdaydı. Kendi dilinde bir şeyler söyledikten sonra beni itti. Kasten mi yaptı bunu, bu adam? Bunu düşünecek fırsat bile bulamadım. Yalpaladım ama nafile. Kenardaki keskin kayalardan birine bacağımı çarparak, buz gibi suya düştüm. Ocak ayının, buzdan alevler fokurdayan ocağına. İyi ki sürükleyecek şiddetli bir rüzgar yoktu ve de iyi ki yüzme biliyordum. Ay ışığının sudaki resmini yara yara bizimkilerin o tarafa vardım.Yazık, onlar da çok telaş yaptı. İçlerinden bir ikisi başlangıçta benim ardımdan suya atlayacak oldu. Ama baktılar, yüzebiliyorum. Pusuya yatar gibi benim gelişimi beklediler. En son ikisi var güçleriyle kollarımdan asılınca, tüm ıslaklığımla karşılarına dikildim. Ne bir havlu, ne de üzerimi değiştirebilme imkanım var. Üstelik bacağımdaki yaranın ağrısından dolayı yürüyebilmem imkansız. Meriç’in litrelerce kan yutan suyuna bacağımdaki yaranın ilk kan damlalarını dökerek çıkmıştım. Ellerim kırmızı, ıslaktı. Ama ay ışığında ben bu rengi değil de, ne yapmaya çalıştığını anlamadığım o adamın yüzünü aradım. Bir çırpıda göz göze geldik. Aynı pervasızlığı yüzünden okunuyordu.“ Bana ne senin düşmenden. İstersen boğul. N’apalım yani?”cümlelerini kendi dilinde içinden tekrarladığına emindim. Ya da belki de dışından söylemişti. Nasıl olsa biz anlamıyorduk ya. Gruptaki arkadaşların suratları desen, şu birkaç saatin meymenetsize muhtaçlığında, alacalıydı. Ağızlarının ucuna gelen ne kadar küfür varsa yutmak zorundalardı.
On beş- yirmi dakika yürüttü bizi. Tabii ben en arkadan sürünerek geliyordum. Bir yerde durdu. Kırık İngilizce’siyle “ Siz burda bekleyin, ben askerler var mı, bir bakıp geleyim.”dedi. Artık buradan sonrası bir yüz metre yürüme, ardından botla geçişti. Herkes kafası eğik, kolları birbirine bağlanmış vaziyette ritmik ısınma hareketleri yapıyordu. Avuçlarını ağızlarına götürüp nefesten hohlama sesi çıkarıyorlardı. Benimse parmağımın kımıldayacak hâli yoktu. -5 derecede yarım saatten fazla bir süredir ıslak bekliyordum. Hâlim diğerlerine bir şeyler anlatabilir mi diye baktım ama maalesef. Sonuçta hepsi erkek. Beni anlamalarını bekleyemezdim. Bir belirsiz adım atmışım ki yere düştüm. Hemen ardından kustum. Ne yemiştim de kustum dersem çok iyimser yaklaşmış olacaktım. Zira istemsiz idrar kaçırdığımı da fark edince, fazla vaktimin olmadığını anladım. Fısıltı kuralını ihlal etmiş olmayı umursamadan en yakınımdaki İhsan Abi’ye seslendim. Ancak ikinci seslenmemde bana dönebildi. Hayır, sağır değildi bu adam. Ne yazık ki, yüksek sesim kısık sese eşdeğer desibele inmiş. Belki daha da aşağı. Hatta hâlâ duyamayınca iyice yaklaşıp bir kulağını ağzıma yaklaştırdı.“Abi dinleyin çok önemli. Ben doktorum. Son beş dakikada bende gerçekleşen belirtilerin hepsi donarak öleceğimi gösteriyor.” Bu birkaç cümledeki bütün hecelerin tonlamaları zikzak çizmişti. Aynı şekilde nefesim de. Az sonra tamamen kesileceğini bildiğimden, şu cümleleri de eklemem gerekiyordu: “Aileme haber verin. Cenazemi burada bırakmasınlar.” İhsan Abi’nin gözlerinin hayretle açıldığını hatırlıyorum. En son “Abileeeeer!……..” diye seslendiğini duydum. Sonrasını hatırlamıyorum.
“Abi, Nergis abla kendine geliyo herhalde, serçe parmağı kımıldadı.” Bu duyduğum, kabir alemindeki yeni dostlardan birinin sesi miydi? Ölmüştüm ben çünkü. Neredeydim ben? “Abi çok şükür, abla kurtuldu.” “Nergis abla iyi misin? Bir şey söyle. Hepimiz çok korktuk.” Kayadan ağır gelen göz kapaklarım inip kalktı. Bu onlara ‘bir şey’ olarak yetmişti herhalde ki; “Oh çok şükür!” sesleri daha da arttı. Doğrulamadım, sesim çıkmadı. Beş dakika kadar vücut sıcaklığımı normale döndürmeye çalışan Faruk Abi’nin serî hareketlerini seyrettim. Sonra ellerim üzerimdeki ‘kuru’ları fark etti. Kendilerinden pantolon, ceket, atkı. Aslında bu şartlarda uyanmam imkansızdı. Belli ki epey uğraşmışlar, beni hayata döndürmek için. Meslek hayatım boyunca mucizeyle çok karşılaşmıştım. ‘Paçayı kurtaran’ların(!) ardından hastane kafeteryasında kendimi ve ekip arkadaşlarımı bir kahve ile ödüllendirirdim. Bende değil de hastalarımın hafızasında kalan hatırı sayılır anı birikmişti. Onların demetlediği dualar; rafyasıyla, simli kartonlarıyla o zamanlar gönlümde huzurdu. Bugünkü ismi ise ‘apoletli muhafız’mış, onu anladım. Elbette; şimdiki jestim, kahve fincanı uzatmak olmayacaktı. Ama hepsinden kıymetlisi: “Allah binlerce kez razı olsun.” lu latif ambalaj. Rafyadan, simli kartondan. Paçamdan hâlen kan damlarken; kim derdi ki sağlıkçı olmayanların elinden paçayı kurtaran(!) bir doktor olarak mucizeyi anlatacağımı?
Saatler sonra, sabah saat dokuz gibi çıkageldi; bizim ne idüğü belirsiz insan taciri. O vakte kadar gruptakilerin her birisi sırt sırta etrafımı bir barikat gibi çevrelemişti. Çünkü vücut sıcaklığımın amatörce de olsa koruma altında tutulması şarttı. “Tamam her şey temiz. Hadi gidiyoruz!” dedi bizim tacir. Hemen ardından Fuat ve İhsan Abi koluma girdiler. İki gruba ayrıldık. İlk grup önden gitti. Hatta kıyıya varmıştı bile. Onlarla aramızda elli metre falan var. Hemen arkalarından biz.“Bacağımdaki yaranın tıbbi tedaviye ihtiyacı var. Yunan’a varınca bir de bunla uğraşmam gerekecek.” diye söylendim ama sözlerimin ardı arkası gelmedi. Sessizliği ve yaramın iniltisini kesen köpek havlayışlarını duyduk üçümüz de. Sağımızdan on beş yirmi köpek bize doğru geliyordu. Askerler salmış üzerimize.“Ulan şerefsizler! Kaçmaya yeltenirsiniz ha…” Ellerinde odunlar vardı. Kaçabilmemiz imkansızdı. Henüz botu şişirmemiştik. Dahası poşetinden bile çıkarılmadı. Zaten birkaç dakika içinde de köpeklerden birisi o botu parçaladı. Bir başkası da İhsan Abi’nin bacağını ısırdı. Askerlerde öyle bir azgınlık vardı ki şu an buracıkta ölmemizi ister gibi, odunlarla bizimkilerin kafalarına vurdular. Beni hayata döndürenler, birazdan gözümün önünde yığılabilirlerdi. Neyse ki, karşı müdahale olmadığı için bu saçmalığa çok geçmeden son verildi. Ama ağıza alınmayacak küfürleri devam ediyordu. Vakti zamanında görevimin başındayken , birkaç hasta yakınından duymuştum, bu galiz küfürleri. Sonrasında ‘Güvenlik’ devreye girmişti, koruma altına alınmıştım. Şimdi ise lağım sularını, üzerimize bizzat ‘Güvenlik’in kendisi döküyordu. Hem sözlü hem fiziksel her şeyi göğüsleyip de en sonunda karakolda komutana benim için patlayan Serdar Abi ile Fuat’ı hiç unutamıyorum:
-“Komutanım bu ablanın başına bir sürü şey geldi. Ölümden döndü. N’olur onu götürün.” -“Kaçmasaydınız o zaman! Size mi sorucaz işimizi?” Sol elini her seferinde kül tabağına götürüp getiren bu adamın o esnada verdiği cevap bize şaşırtıcı gelmedi. Şaşırdığımız şey, bir iki dakika sonra doktor olduğumu öğrenmesiyle, askerlerine benimle ilgili bir yığın talimat vermesiydi. “Bayanı yan odaya alın. Bir ısıtıcı ayarlayın. Tuvaleti falan gösterin. Başka bir ihtiyacı var mı sorun.” Tek ihtiyacım azıcık uyku ve eşime durumumun haber verilmesiydi. Ancak akşam yedide haber verildi ona. Akşam vardiyasının komutanı, telefonun hoparlörünü açtı, ben duyayım diye. Bu adam meslekte toydu, belli. Ya da hâlâ alışamamıştı bizlerdeki ‘terörist’ tepkilerine. Bir cümleyle donup kalır mı insan?:
“Gerçekten mi komutanım? Yakalandı demek. Oh şükürler olsun…” Üç-dört dakika eşimle konuştu. Telefonu kapattıktan sonra bana bir şey söylemedi ama askerlerden birine “Kaçık bunlar ya! Başlarına ne gelse şükrediyorlar.” sözleri nezarethanemin duvarlarına çarpıp kaçmıştı.
Sonrasında eşim, benden haber alamadığı o yirmi iki saat boyunca neler yaşadığını bir bir anlattı. Her yere haber salmış. Yunanistan emniyetini aramış. Meriç’te ceset arattırmış.“N’olur ölüsünü bari bulun.” demiş. Mahkemeden salıverildikten hemen sonra; beni ayağımda banyo terliği, erkek çorabı, üzerimde çamurları kurumuş erkek ceketi ile görünce ekleyeceklerinin daha da fazlası vardı: “Seni bir daha asla bırakmam. N’olursa olsun. Gerekirse on sene yatar çıkarsın. Biz bekleriz seni.”
Ne var ki bu konuşmadan altı gün sonra yine yola çıkmıştım. Yine Meriç. Üstelik dizlerimin günlük pansumanı devam ederken. Elektronik kelepçe henüz ayağıma takılmadan, vınnn! Hiç mi uslanmaz insan?:) Yok hayır, bu kez Meriç değil de Nil’de gidendik biz. Küçücük botumuz Musa Bebek’i taşıyan saldı. Duyduğumuz ilk ‘Calimera’, Asiye’nin kucağıydı.”
New Jersey’ye döndükten sonra, Nergis’ten bir daha hiç haber alamadım. Kısa sürede Atina’dan ayrılmış çünkü. Ama ben yerimde durabilir miyim hiç? Benzer elliye yakın hikayeyi, İngilizce bilen bayanlardan çevirmelerini istedim. Kısa sürede çevirip önüme koydular. Hatta birçoğu ile bizzat tanıştım. Nurten, Esma, Halime… hayatlarını öğrendiğim en son isimler. Acaba onların da isimlerinin anlamı, ‘kış çiçeği’ gibi zorlukları mı temsil ediyordu ki? Merak etmiştim ama sormadım. Çünkü birazdan güler yüzleriyle bana yine güç vereceklerdi. Az daha unutuyordum. Joseph’e yaptırdığım sulu boya çalışmasını saatin hemen yanına astım. Astım asmasına da karşıdan biraz eğik görünüyor. Misafirler gelmeden düzelteyim şu portreyi: Boynuna stetoskop dolayanın, banyo terliğini.
22 / 06 / 2020
TUBA SİNA AYDIN
normalde bu tarz mağduriyet öykülerini okuyamıyorum. Yüreğim dayanmıyor. Ama bu öyküyü çok beğendim. Anlatımı özgün
BeğenBeğen