Siyah Zülüfler / Fahri Ayhan


Uzun zamandır yıkanmayan saçlarını rüzgâra kaptırıp ilerlemeye başladı. Koştukça rüzgârın şiddeti artı yordu. Koştukça bir “âna” sığıp, gözlerinde canlanan hayatı boğazında düğümleniyordu. Utanç abidesi duvarın yanına kadar gelmişti. Boyunu metrelerce aşan duvar boyunca ilerlemeye başladı. Bu korkuyu küçücük yüreğine nasıl sığdıracaktı ? Sesler, patlamalar…İlerliyordu…Hiç durmadan ve nereye gideceğini bilmeden.


Kanıksanmış bir yaşamın çarkında birbirine ilmeklenen zorlu günlerin ortasına düşmüşlerdi. Tercih etmedikleri fakat kendilerini ortasında buldukları bir hayatı yaşıyorlardı. Bahar çiçekleri yeni yeni açıyordu. Tabiat, her haliyle göz kırparken onlar evi tercih etmek zorundaydı. Son zamanlarda canı iyice sıkılıyordu Zehra’nın. Uğraşacak bir şeyler bulmaya çalışıyordu kendince. Aynanın karşısında siyah zülüfl erini özenle tarayıp annesine seslendi.
“Ana bak saçlarım seninki kadar uzadı işte!”

Macide’nin yuvarlak yüzünde bir tebessüm belirdi birden. Kokusu içeriye yayılmaya başlayan yemeğine aldırış etmedi. Kızının yanına geldi. Gözleri derinlere bakıyordu.
“Evet kızım! Saçlarının rengi aynen benimki gibi. Ama sen daha çok küçüksün. Büyüyünce daha da uzayacak saçların“

Küçük kardeşi Essam’ın enerjisi hiç bitmiyordu neredeyse. Uğraşacak bir şeyler bulurdu her seferinde. İçeriden sesler gelmeye başlayınca Zehra tekrar seslendi.

“Anne baksana bizim Essam da bir sapan bulmuş kendince hedeflere taş atmaya çalışıyor.Boş duvar, teneke kutusu ne bulsa oraya nişan alıyor.”

Odaya gelen annesini görmezlikten geldi Essam. Duvar dibinde hizaya aldığı boş mermi kovanlarına sapanla nişan almaya devam ediyordu. Küçücük taşları denk getirince bağırıyordu.
“Oley, oley, vurdum! Vurdum!”
Macide Ananın sesi titrekçe:
“Oğlum ne yapıyorsun böyle?”
“Arkadaşlarımın hepsinde var Anne. Hem babam ne zaman gelecek anne? Bu sapanımı ona da göstermek istiyorum.”
Macide yutkundu. Öylece durdu bir süre. “Baban gelecek oğlum. Elbette bir gün gelecek!” Bakışları hiç görmediği babasının fotoğrafı ile evin dış kapısına takıldı yeniden. Bir süre daha nişan almaya devam etti.


Babalarını bir gün alıp götürdüklerini anlatıyordu Macide. Kolundan sürükleyip aldıklarında iri yarı iki askerin arasındaki son çığlığını duyurmuştu:

“Hanım çocuklar sana emanet!” diyebilmişti sadece.
Annesinin anlattıklarını yaşarcasına hayal ediyordu Zehra. Ümidini kırmak istemiyordu. Bir gün sıkıca sarılacak mıydı babasına?

Uzun boyu, burma bıyıklarına incelik katan gülüşüyle kapıyı çalıp gelecek miydi ansızın? Gecenin bir yarısında her iki yandan annelerine iyice sokuluyorlardı. Anne kokusu demek sığınak, nefes almak demekti. Okullar açıktı; fakat biraz uzakta olduğu için her gün güvenli bir şekilde devam etme şansları yoktu. Boş zamanlarını arkadaşı Rabia’yla geçiriyordu fırsat buldukça.Güneşli bir günde evlerinin biraz ötesindeki yeşillik alanda buluştular. Rabia mahzun, Zehra’nın elinden tuttu:

“Zehra biliyor musun nenem anlattı: Bir gün bu topraklar kurtulacakmış. Korkusuzca, ailecek gezip eğlenebilecekmişiz. Çarşıya, pikniğe… Serbestçe yaşayacakmışız diyor.” Zehra buna sevinir gibi olsa da hiç görmediği babası geldi aklına nedense. Evdeki fotoğrafından imgeler çoğaldı zihninde. O anda hayatına akıverdi adeta. O olmadan hiçbir şeyin tadı olmaz, dedi içinden. Susku susku büyüyen hüznü içine akıttı, ses etmedi.

Son zamanlardaki hareketlerine anlam veremiyordu Zehra’nın. Ellerini Macide’nin saçlarına dolamadan uyumuyordu. Tek çeşit sofraları, dışarıda dalga dalga büyüyüp içeriye dolan korku, tedirginlik… Yaşamları bu tonda akarken her şeye rağmen “bakışları” hayata dönüktü… Güzel günlerin hayalini çoğaltmak istiyorlardı her şeye rağmen. Onları yaşama bağlayan tek unsur da buydu belki de. Macide, yaşlı babasından hareketle hayata tutunmaya çalışıyordu. Kır sakalları, iyice bükülmüş beli ile kızının yolunu tutar, evindeki erzaklarını paylaşırdı. Kadın kalbine çöreklenen onca yükle ayakta kalmaya çalışıyordu. Yemyeşil meralarda mermilerin zarar veremediği kırmızı gül gibi… Mahzun ama mütebessim; yorgun ama hayata direnmeye ahdetmiş. Gül diye kokladığı, kokladıkça içine rayihasının daha da işlediği tek varlıkları çocuklarıyla teselli buluyordu. Dünyanın bir başka yerinde hayat nasıl yaşanıyordu? Rahatlık neydi, refah nasıl bir şeydi? Bunların hiçbir karşılığı yoktu onun dünyasında. Tek dertleri, gittikçe daralan, ufalan dünyalarında sevdiklerini daha da fazla korumak, içlerinde bir nüve gibi duran ümidi parlatmak, büyütmek…

Yıllar önce oğlunu kaybeden Büşra teyzemin yüzü gülmüyordu
uzun zamandır. Evi bize yakındı:
“Macide çocuklara mukayyet olmalıyız! Bu günlerde bir hava harekâtı yapabilirlermiş. Her yıl hava güzelleşince havayı kirletmeyi çok iyi beceriyorlar. Dikkatli olmamız lazım.” Macide bir anda durakladı, yüzü düştü: “Haklısın Büşra!Çıkmayacağız da şu Zehra dayanamıyor senin kızla avluya çıkıyorlar işte ”


Gece olunca şehir bir hayaleti andırıyordu. Karanlık ağzını sonuna kadar açan bir ejderhaya dönüşüyordu. Günlerce elektriklerin verilmediği oluyordu. Şehir halkı gerçeklerden, kendilerinden kaçarcasına erkenden yataklarına giriyorlardı.

“Zehra kızım ne’n var senin? Ellerini saçlarıma dolamadan yatamıyorsun. Topla kendini biraz.
Hem her şey çok güzel olacak!
Kardeşin de çok etkileniyor bu duruma, hadi kızım kendine çeki düzen ver biraz.”
Gecenin bir yarısında uykunun tatlı kollarına teslim oldukları bir saatte sesler yeniden duyuldu. Yüreklerde korkunun bütün tonlarını yaşatan mermi sesleri çok yakından geliyordu. Gecenin karanlığında bombaların düştüğü yerdeki parıltılarına bakıyorlardı göz ucuyla. Isırılan dudaklarda tek bir dilek vardı: Bir an önce bu patlama seslerinin son bulması.

Bir tavuğun civcivlerini sarmalaması gibi çocuklarını kanatları altına aldı Macide. Zehra ile Essam bu durumda annelerine nasıl sarılacaklarını çok iyi öğrenmişlerdi.

“Geçti oğlum! Geçti kızım. Geçti, geçti …”

Gün ağarınca her şey daha da netleşmişti. Ağır silahların kevgire çevirdiği duvarlar, kırık camlar, korku dolu bakışlar. Caddelerde yıkılmış betonlar, öteberiye yığılmış taşlar, taşlar. Macide’nin gözleri pencerede, nice zamandır gelmeyen ihtiyar babasının yolunu gözlüyordu. Unları da bitmek üzereydi bu arada. Başına bir iş mi geldi diye düşünürken birden kapı çalındı. Saçları dağınık, gözleri içe göçmüştü. Zehra dedesine koşup kırışık ellerinden tuttu. Takati kalmamıştı artık.

“Kızım köşe başlarını tutmuşlar. Buraya gelinceye kadar korkudan yürüyemiyordum bile. Şunları alın, bir süreliğine gelemeyeceğim. Torunlarıma mukayyet ol!”
Zehra dedesini içeriye davet ediyordu. Macide Zehra’nın hemen arkasında ısrarını sürdürüyordu:
“Biraz soluklansan, dinlensen olmaz mı?”
“Gelemem kızım, gelemem. Annen çıkamıyor biliyorsun. Yürüyerek gidiyorum, mesafe epeyce uzakta. Ancak yetişirim.”

Macide onun bu şekilde yorulmasına gönlü razı olmasa da elinden bir şey gelmiyordu. Son anda içinden gelen bir duyguyla ellerine sarıldı. Hüsam Amca kısılmış gözlerini çevirerek merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladı. Essam içeride, kendince kurduğu oyunlarıyla meşguldü. O arada Zehra da gözlerden kaybolmuştu. Bir aralık gözleri onu aradı. Bulamayınca birden telaşa kapıldı.

“Oğlum ablan nerede? Daha demin buradaydı!”
“Aşağıya indi anne. Baksana duvar dibinde oturmuş konuşuyorlar.”
Perdesi soluk pencerenin önünde durdu. Onu görünce ferahlar gibi oldu. Zehra teyzesinin kızıyla buluşmuştu yine. İçindeki tedirginlik biraz kızgınlığa dönüşse de onları rahatsız etmek istemedi. Kızının son zamanlardaki durgunluğu, ellerini saçlarına dolayarak uyuması, hüznü…
“Biraz soluklansın” dedi içinden.

Gönül yurdunda birleşmiş, kısık sesleriyle sığınacak bir liman bulmuşçasına dertleşiyorlar, oynuyorlardı. Çocuk yaşta yetişkin gibi davranıyorlardı. İki binanın etrafı duvarlarla örülü olduğu için dışarısı tam gözükmüyordu. Toprak zemin, yer yer yeşillik… Hafif rüzgârda salınan, hışırdayan otlar. Onların dışında birkaç çocuk daha etrafta gezindikten sonra evlerine çıktılar. Macide çoğu zaman yaptığı un çorbasının farklı bir tat alması için değişik baharatlar denemişti. Yemeği kısık ateşe koymuş, pişmesini bekliyordu. Çorba pişinceye kadar Zehra’yı çağırmayı düşünmedi.

Kızlar gönlünce muhabbet etmiş sıra bahçe duvarının dibindeki çiçekleri toplamaya gelmişti. Avucuna doldurduğu papatyaları eve götürmek istiyordu. Avluda öylece oyalanırken etrafı kasıp kavuran sesler yükselmeye başladı yeniden. Şehir halkı bu sesleri çok yakından tanıyordu. O anda ikisi duvara öylece yapışık kaldılar. Gözbebekleri iri iri. Buza kesmiş bedenlerini hissedemiyorlardı neredeyse. Bulundukları yere öylece sindiler. Ürküten, etrafa dehşet saçan uçak sesleri.

Bünyeyi saran korkuyla akıl tutulmasının en katmerlisini yaşıyordu ahali. Yukarıdan iğreti gülücüklerle yerin bağrına ölümler gönderiyorlardı. O Hengâmede Macide pencereden ısrarla Zehra’ya eliyle işaret etmeye çalışıyordu.

“Duvar dibinden ayrılma” diye bağırıyordu. İnsanlar korku örtüsüne bürünmüş, her seferinde yakınlaşan ölümü enselerinde hissediyordu. Zehra ani bir hareketle Rabia’nın elini tutup iki binanın arkasındaki metruk odaya yöneldiler. Kısa sürede bombalar buradaki iki binayı yerle bir etmişti. Sesler, çığlıklar arşa uzanıyordu. Her seferinde tekrarlanan öfke yeniden tazelenmişti.

Burada kaç saat kaldığını kendi de bilmiyordu Zehra. Uyandığında Rabia da yoktu yanında. Kim olduğunu asla öğrenemeyeceği yabancının ellerinde bir sığınağa götürülüyordu şimdi. Karanlığın loş ışığından gözleri evlerinin olduğu binayı aradı. Bir enkaza dönüşen binayı görünce kendinden geçti. Çığlığı bir kuyunun en derin yerinde yankılamıştı sanki. Kalbinde sökün eden feryatlarının ardı arkası kesilmiyordu. Hayatının en uzun gecelerinden birini yaşıyordu. Pınarları kuruyan gözleri anlamsız bakıyordu artık.


Yaşıtlarının içinde öylece bekliyordu. Ne kadar süre burada kalacaktı? Niye buraya
getirilmişlerdi? Hiç kimsenin bir bilgisi yoktu. Her patlama sonrası bu sahneler bir şekilde yaşanıyordu zaten. Ortalıkta kalan çocukları bir yere toplayıp burada bekletiyorlardı. Zaman zaman dışarıya çıkarılıyor, hava almaları sağlanıyordu. Yuvasını kaybeden Zehra için hayatın bir anlamı kalmamıştı artık. Küçücük yüreğine çöreklenen ağır yükü nasıl taşıyacaktı? Günler sonra dışarıya çıktıkları bir saatte fırsatını bulup uzaklaşmaya başladı. Hiçbir şey düşünmeden, yanı başlarında yükselen utanç duvarının kenarı boyunca koşuşturmaya başladı. Koştu, koştu, koştu.

Virane evler, genizleri yakan ceset kokuları, kuytu yer arayan buyurgan ve saldırgan bakışlar. Şehre mahzun bakan Mescidi Aksa…
Kısa zaman içinde onca şeyi nasıl yaşadığını kendi de anlamamıştı.
Bir süre daha koştuktan sonra dayanacak gücü kalmamıştı. Öylece yere yığıldı. Annesinin giydirdiği elbiseleri üzerindeydi daha. Tozlu elbiselerine dokununca annesinin ellerine dokunduğunu hissediyordu. Uzun aradan sonra sesini duyan bir adam tarafından şehrin yetimhanesine götürüldü. Şimdi de bambaşka bir dünyaya düşmüştü. Birbirine benzeyen günleri, solgun çehresi, kırık ümitleri… Duruşuyla, hareketleriyle onca çocuğun içinde bir o dikkatleri üstünde topluyordu. Hep bir başına gezinmeyi tercih ediyordu nedense. Arkadaşlarının oyun deryasına daldıkları bir vakitte Zehra bahçenin uzak tarafına yöneldi. Eline aldığı kiremit parçasıyla kendince bir şeyler çizmeye başladı. Bir kadın resmini yapmaya çalışıyordu ısrarla.

Uzunca eteğini, uzattığı zülüflerini dakikalarca karaladı, kabarttı, kabarttı. Beton zemine çizdiği resim gülümsüyordu. Elini siyah zülüflerine doladı, kokusunu yeniden yaşarcasına… Dalıp gitti öylece. Simsiyah saçlarını düzeltip kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Beton soğuk; fakat o bunu hissetmiyordu. Günlerdir aradığı sıcaklığı bulmuşçasına kucağında dertop olup, öylece kıvrılıverdi.

Bir süre sonra bahçe bekçisi farkına vardı.

Zehra’yı kucaklayıp yatakhanesine doğru götürdü.

Fahri Ayhan

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: