Gel Desem / Mustafa Dilekçi

Hangi geceyi örtündün
Şafağı sökmeyen
Hangi heceyi büründün
Sırrı çözülemeyen
Bir seher kırağısında saklanırmışcasına
Bir yağmur damlasında boşalırcasına
Hüzmesinde güneşin, bir akis gibi
Üşüyen yürekleri ısıtan bir ateş gibi…
Görün! desem görünür müsün?
Doğar mısın, doğ desem?

Taşla-toprakla-dikenle güllenen
Fıtratın satırlarında dillenen
Eleğimsağma cümbüşünde rengârenk
Küçüklerden küçük ve en büyük dev’e denk
Kartalları kıskandıran zirvelerden koparak
Silkinip gömüldüğün yamaçlardan çıkarak
Gel! desem gelir misin?
Döner misin, dön desem?

Duyar gibiyim inciden, o nârin sesini
Derinden mahzûn yüreklere işleyişini
Dağ menekşesi gibi mâsumca gülümseyerek
Kimseler hissetmeden, keklik gibi sek sek
Alarak en güzîde yeri tahtında gönlün
Yepyeni bir fermanla artık, görün!
Ne gel! demekten yoruldu dilim
Ne beklemekten usandı gönlüm
Gel! desem gelir misin?
Döner misin, dön desem

Mustafa Dilekçi

Sultanım Gel / Nur Tatar

Sultanım gel
Yoluna serdiğimiz güllerle gel
Adını anmaktan yorulmayan dillerle gel
Pare pare olmuş gönüllerle gel
Ümmetinden gülenlerle gel

Sultanım gel
Hasret çektiğimiz kokunla gel
İmbiklerden geçtiğimiz yolunla gel
Başımızın tacı soyunla gel
Hira sultanlığını duyanla gel

Sultanım gel
Canım kurban olsun diyenlerle gel
Seni görmeden sevenlerle gel
İki cihana nur bilenlerle gel
Ateşleri söndürüp geçenlerle gel

Sultanım gel
Pak yolunu seçenlerle gel
Bahçelere gülleri dikenlerle gel
Sevdanı gönüllere ekenlerle gel
Etrafında pervane dönenlerle gel

Sultanım gel
Yıkılmış gönülleri imar edenlerle gel
Sancağını her bir yana dikenlerle gel
Hicret deyip uzaklara göçenlerle gel
Yolunda cefayı başına taç görenlerle gel

Sultanım gel
Dünyalara ışık saçan adınla gel
Cihanlarda duyulan sanınla gel
Herkese açık kapınla gel
Ne olur binip Burak’tan atınla gel

Nur Tatar

Anne / Mustafa Keskin

Gözlerime mil vurdular

Oyuncaklarımı aldılar elimden

Üzerime ilmek ilmek düğüm attılar

Sevdamı aldılar elimden be anne

Kaktüs diktiler kalbime

Duvarları da çift ördüler

Tenteleri de kaldırmıyorlar 

Kelebekler artık konuşmuyor benimle be anne

Yüreğimin derisini yüzüp çarık yaptılar

Beni karanlığa koydular

Bu sebebin sonu karanlık 

Karanlıktan korkuyorum be anne

Burada bazlama yapmıyorlar

Her yer taş kokuyor

Yağmur sesi düşmüyor damlara

Sabahlar neden olmuyor be anne

İçim geçiyor, başım hep dönüyor

Ay çıkmıyor, gece bitmiyor

Martılardan da hiç ses yok

Martıları vurdular be anne

Bebeklerin emziklerini aldılar

Ağlamaya izin vermiyorlar

Solup giden bahar değil ömrümmüş

Yıldızlar ağlıyor, toprak yanıyor be anne 

Yıllar oldu haber yok

İntiharlar intikam alıyor

Bulutlarsa hasret kokuyor

Çoban ateşleri sönmüş 

Gökyüzüm nerede be anne

Gözlerimde hep gün batımı

Adımızı kapıya yazmıyorlar

Kağıt kalem de vermiyorlar

Biliyor musun bir bayram kartlarını

Birde ölmeyi özledim be anne

Umutlarımı, hayallerimi tükettiler

Bir kar topuydum, ziyan ettiler

Kızgınım, kırgınım, küskünüm

Deniz çok uzakta be anne

Mustafa Keskin

    Söylenememiş Sevda / Derya Hekim

Uzaklığın koynunda üşüyorum. Kollarımı bedenime dolamak yalnızlığımı tanımlamaktan başka bir işe yaramıyor. Aklımda binlerce kelimenin doğurduğu karmaşa içimde yarım kalmış nicelerim var.

Söylemek için neyi bekler ki insan? Bekliyor işte. En çok konuşmak istediği anda susuyor. İçinde kalmış binlerce hisle susuyor. Bağırarak susuyor. Öyle susuyor ki içinde çiçeklenen nice heveslerini de solduruyor.  Ah bir söylese belki kalbi bir çift kanat bulacak.  Uçsuz bucaksız gülistanlarda dolaşacak. Keşfedilmeyen sırları keşfedecek.

Kelimelere dökülmemiş her duygu üzeri kapatılmış volkan olmaya mahkum ediliyor. Bazen kaynayan yürekten bir iki lav taşsa kelimler kendi akışında meydana gelse nedenli tesirli olabileceğini o kelimenin ağırlığından anlamak mümkün olurdu.  İnsanın aklında en çok kalan ise yanında iken sevgiliye söylenememiş  sözleri oluyor. Şimdi olsaydı karşılıklı çayımızı yudumlarken gülüşüne hayranlığımı anlatırdım. Yanımda iken dokunmayı bırak bakmaya kıyamadığımı söylerdim. Uzak olduğum her anında bunları söylemek için ezber etsem de kendime, dilim tutulur karşısında. Susar sesini her an duymak için yerli yersiz seslenişimi söyleyemeden öylece bakardım yüzüne. Aynı çatı altında olmanın verdiği huzuru tarif edemez de çeşitli yemekler yapardım. Aynı havayı solumanın tarifsiz huzuru ile  kalbimin kanatlanması için varlığından doğan mutluluğum acıyla yoğruluyor sanki.  Anlıyorum ki mutluluğunda olgunluğa ulaşması için merhale kat etmesi gerekiyor.  İçime içime işleyen nice hissiyat gibi sevdanın da adım adım doğrulması gerekiyor. Oysa çocuksu haliyle bile sevda çok kıymetli. Çocuksu haliyle çok sakar oluyor sevdalar. Dünyanın dönüşünü durduracak cesareti bulabiliyor kendinde. En delice halinde iken en çok utandığı vakitleri yaşıyor. Bir çocuk masumiyetinde çağlarken sevdamız söylenmemiş sözlerimizle yaralanıyor.

Ve aşığın başını kaldırıp göğe yükselmesi için sevdanın bağrında yanması gerekiyor.  Ancak o zaman lâl olan dil benliğe takılmadan konuşur belki. Eksiksiz, yıkmadan dökmeden kendini anlatır. Hem de öyle bir anlatır ki kalpten kalbe yollar inşa edip köprüler kurar. Ömürden bir yaş daha geçerken yarım kalmış sözlerimiz için, dile gelemeden yutkunulmuş hisler için söyleyemedim diyerek geç kalınmamalı.

Derya Hekim

Siyah Paltolu Adam / Kübra Aydın


Üniversiteden koşar adımlarla çıktım yine. Hep bir yere yetişme telaşı, dolmuşta yer bulma yer bulmaktan öte dolmuş alsa bari umutlarıyla koşturuyorum. Sert rüzgar ve yağmur el ele tutuşmuş oyun oynamakta ısrarcı bir çocuk gibi saçımı çekiştiriyor, yüzüme vuruyordu. Dolmuş durağında her zamanki gibi agresif bir kalabalık. . Gri şehrin duygusuz insanlarıydık. Bu şehrin insanı havası gibi sertti. Selamsız yürürdük sokaklarda. Çünkü hep bir telaş hali heybede. Birinci dolmuş durağa hiç yanaşmadı bile ikinci hafif yanaşır gibi oldu en baştaki birkaç kişi atlayıverdi. Yağmurda herkesin tahammülü azalmış saygı bu durağa uğramaz olmuştu. Anlamak lazımdı hep yetişecek bir yerimiz vardı en nihayetinde. Üç dört derken saymayı bıraktığım bilmem kaçıcı dolmuşta zoraki yer bulmuştum kendime. Ama geç kalmıştım bir kere. Üşümüştüm ıslanmıştım sanırım talihli günündeydim her şeye rağmen. Dolmuş boşaldı. Sessizce cam kenarına ilişiverdim. Alnımı buz gibi cama dayadığımdaki rahatlama hissinin tarifi yoktu. Ayazın kestiği alnıma bir merhem değmişti sanki. Bu hislerin sıcaklığına bırakacakken tüm düşüncelerimi bir ses böldü. “Merhaba” dedi siyah paltolu adam. Omuzları çökmüş saçlarında yer yer beyazlar ama gözlerinde bir afacan çocukluk. “Merhaba “ dedim. Hem diyordum nerden çıktı bu adam tam huzura ereceğim anda hem de onun ısrarlı merhabasının ardını merak ediyordum. İnanılmaz akıcı bir konuşması vardı. Hiç susmuyor dili bütün incelikleriyle kullanmayı iyi beceriyordu. Memurmuş. yıllardır evine ekmek götürmek için bir odada evrakların arasında akşamı ediyormuş. Biraz Orhan Veli’den hallice bu garip adamı dinlemek hikayeler arasında dolaşmak gibiydi. Akmayan trafik lehimizeydi bu akşam. Oysa her akşam şikayet ederdim. Demek ki iyi bir yol arkadaşı trafiğin çilesini bile çekilir kılıyordu. Okumayı yazmayı çok seviyormuş. Yüksek lisansa başlamış. Ondaki heyecanı görünce kendimden utandım. Sabahları ayağımı sürüyerek girdiğim dersleri düşündüm güldüm halime. Sanki bir sürü roman karakteri bir araya gelmiş siyah paltolu adamı oluşturmuştu. Her anlattığı anıda başka bir karakter göz kırpıyordu sanki. Bir saatlik yola yılları sığdırmak istiyordu sanki. Sonra sustu birden “ne çok konuştum değil mi?” Dedi. Cevabımı beklemeden ekledi “insan bazen hiç tanımadığı birine her şeyi anlatmak ister bir çırpıda. Bilir ki yargılanmaz bilir ki ön yargısız dinler bir yabancı” Ne kadar doğruydu bir saattir onu dinliyordum sadece dinliyordum yorumsuz. Kendimi düşündüm içimi birine açmayalı ne kadar uzun zaman olmuştu. Bir hayat telaşesinde ordan oraya koşturup duruyordum. En son kiminle bir fincan kahve içmiştim? En son hangi arkadaşımı arayıp sana ihtiyacım var demiştim? Hatırlayamayacağım kadar çok zaman geçmişti demek üzerinden. Hele bir yabancıya ne zaman merhaba demiştim? Yıllardır kapattığım kapılara bir anahtar değmişti sanki. Siyah Paltolu adam saygıyla önünü ilikleyerek teşekkür etti “beni sadece dinlediğiniz için teşekkür ederim” Aradan yıllar geçse de adını bile bilmediğim siyah paltolu adam ara sıra gelir aklıma. Emekli olmuş muydu? Çocukları neler yapmıştı? Yüksek lisansı bitirip doktora yapacaktı kesin yapmıştır o çocuksu merakıyla… İnsan garip bir muamma derler ne kadar doğru. Hayatınızda sadece bir saatliğine gördüğünüz biri yıllar sonra bile zihninizde yer ederken en yakınınızda olan insanları hatırlamamak üzere en derinlere gömüyorsunuz….

Sevgilim / Yakup Kenan

Betonun kemikleri delen bir sızısı var

Bu sızının içinden geçen mevsimler var

Mevsimlerin umursamazlığı içinde yiten nefesler var

Yiten nefeslerin havada kaybolan izleri var

O izlerin dünyaya bıraktığı tozlu bir miras var

Tozlu mirasın üstüne örtülmüş ölü toprağı misali kalın perdeler var

Kalın perdeler arasına sıkışmış yorgun bakışlar var

Yorgun bakışların gecesinde bir araya gelen sevgililer var

Sevgililer var betonların arasında mevsimini yitirmiş

Mevsimini yitirmiş sevgililer değil yalnızca

Yalnızlığında unutulmuş hayale sığmayan duygu yüklü dünyalar var

Dünyalar var boşlukta dönen ince bir ipliğe bağlanmış

İncecik ipliğin kopmasını bekleyen gölgeler var

Gölgeler var güneş kaçkını kana susamış vampir misali

Vampire parmak ısırtacak yarasalar var

İki kanadı arasında doğrulmuş iki çift bir tek var

Bir tek var sızlayan kemiğin içinde kendini arayan bir kalp var

Kalp var sağa sola çarpan dolup boşalan bedenin içinde

Bir de ruh var mevsimleri aşmış betonu aşmış

Kendine hapsolmuş benliğin düğümlendiği bir ruh

Sen varsın düğümlenen ruhun incelen ipliğin koptuğu yerde

Arayışımın son bulacağını sanma

Sonu gelmeyen aşkların tutsağı olanlar var

Aşkın sonu gelmeyeceğini bilen tutsaklar var

Tutsaklar var esirin esiri

Esirler var aşktan gayrısına tutsak

Tutsağınım sızlayan kemiğin içinde

İliklerime işlemiş serin esintin

Nefesin ilahi bir sığınak dört duvar beton

Güneşinde eriyen benim karların üzerinde sere serpe

Seninle sende kaybolan yitik bir sevgilin var

Sızlattığın kemiklerin içinde sen varsın sevgilim.

23 Eylül 2017

Al/kış – Ayşe Beçene

Bir al/kış bırakmalıyız
Akarken zaman
Usangın eylül ırmağından
Yılkı endamlı bulutlar iner
Menekşe kokulu dağlara
Rahvan toynaklardan
Dalarken yakamoz
Turkuaz açık koylara
Gökyüzünde vurgun yemiş
Kürek mahkûmları
Hükmünü okurken
Buğday yüzüne değen
Kırgın ebabil kuşları
Kırk kışın ortasından
Geçip giderken a/yaz
Kör yıldızlar eleğinde
Kurumuş taflanlardan
Sarar/an yaprakları
Toplayan asık suratlar
Çığlık sarmalı durağı
Yalı başında falezlerin
Kör kulaklara t/uzak
Eprimeyen dostlarla
Değirmen arkının
Kara sağır kurbağaları
Öpmeyi bilir misiniz
Sokaklarından uzak
Papatya taçlı çocukları

Ayşe Beçene

izdüşüm/farzmuhal

annelerin ağladığı bir evrende yaşıyorsun
elinde gökkuşağı şövale
bu çok bir şey değil
kulunçları ağrıyan yaş almışlardan sor teselli
mendilleri yaşanmışlıklardan işlemeli
işte bu bir şey
çünkü mizansen değil gülüşleri
çünkü vedaları olağan
çünkü gülüşleri kanıksanmış bir güz tecrübesi
ağlamanın resmini gülerken çizmeye
gülerken ağlamayı çizmeye talimli misin
sen onu söyle gül güzeli

ki aşk senin tuvalinde mavidir
ve sen bunu kimselerle üleşme

büyük çocukların küçük çocukları dövdüğü bir okulda
yitirmiş olsan da zihninin bekaretini
hiç kimseye küfretmezsin bilirim
ah iffetini sevdiğim
kaleminde gül açar
multezem neşideler yazarken
merdud kutlanmışlara
kalemin de gül saçar
meçhul bir konutlukta
yahut bir nehir kıyısında
aydın rüyalarla mutlanmışlara

ki aşk senin alfabende matvidir
ve sen bunu kimselerle paylaşma…

ki aşk senin uçurtmanın ipidir

ve sen buna benden şiir peyleme

farzımuhal

Nergis / Tuba Sina Aydın

                                                         

            Stephan’sız ikinci şükran günü yemeği. Bir önceki yılın yine bu saatleri, ne yazık ki şükransızdı. Battaniyenin altındaydım. Uyku hapı almış olsam da, yatağımda dönüp duruyordum. Yemeksiz, nefessiz ve de sessiz bir akşam geçirmiştim. Ters akan nehrim, doğmayan güneşim, kararıp da ağlamayan bulutlarım vardı.

        Bu akşam ise enfes geçecek, eminim. Çünkü şu birkaç aydır coğrafi objelerim, negatif galaksilerden tasını tarağını toplayıp ayrıldı. Birtakım sebepler tabi. Neyse onu birazdan anlatacağım. Yemeğe misafirlerim var. Bütün gün hazırlık yaptım. Fransız, İtalyan ve Amerikan mutfaklarının karışımı nefis bir menü çıktı ortaya. Köri Soslu ve zencefilli sebze sote, Kinoalı Akdeniz Salatası , Gnocchi  ve ismini öğrenemediğim iki vegan yemeği daha. Mikrodalganın her  tık sesinde mutfağa koştum. Elime aldığım  tencere kapaklarının buharlı aynasında,  bütün endamıyla huzurum vardı. Masaya servis tabaklarını da yerleştirince  üzerimi değiştirmek için odama çıktım. İlk işim Stephan’ın en sevdiği, ortası zümrütten su damlası küpelerimi takmaktı. Bana artık biraz dar gelse de; onun hediyesi, su yeşili döpiyesimi giydim.   Gardırop aynasının karşısından yirmi dakika boyunca ayrılamadım. Bu gece için yaptığım dualar onu epey   buğulandırmış, çıkarken fark ettim. Şimdi ise her şey hazır görünüyor. Bir sandalye çektim. Dirseklerimi masaya yaslayıp iki elimi yanaklarıma götürüyorum. Gözlerim duvardaki  saate takılıyor, saatte gördüğüm Stephan’ın yüzüne. Tıpkı üç gece önceki  rüyamda olduğu gibi gülümsüyor bana. Sonra kayboluyor.

             Stephan’ı kaybediş sürecim, sadece kırk dört günlük. Kansere yakalandığını otuz üçüncü evlilik yıldönümümüzde öğrenmiştik. Yıkıldık. Bir şeyler yapabilmeyi çok istedim. Ama hastalığını geç fark ettiğimiz için tümör vücudunda hızla ilerlemiş. Yoğun bakımda uzun bir mücadele verdi. En  son görüşümde bahçemizin böğürtlen kokularından yüzüne sürmüştüm. Mutlu olmuştu. Kırk dört günün sonunda da  böğürtlenlerle aynı toprağa,   sonsuz  toprak kokusuna uğurladım. Son sözlerini  net anlayamadım. Ağız hareketlerinden ‘mutlu’ gibi bir sözcük çıkmıştı zannediyorum. Belli ki kendisine söz vermemi istiyordu: “Söz!” dedim. “Mutluluk hangi dağın yamacına saklanırsa saklansın, onu bulup getiricem.”

             Ayrılığı kabullenmek  uzun bir zamanımı aldı. Ama ona verdiğim bir söz vardı. Bu sözünü de ancak ölümünün ikinci yılında, Atina’ya gittikten sonra yerine getirebildim. Bir sabah Joseph’in telefonuyla uyandım. Daha gözlerimi açamadan bana beş gün sonrasına hazırlanmam gerektiğini, Yunanistan’a gideceğimizi söyledi. “Neler saçmalıyorsun? Hiç tatil havasında değilim.”, dedim. “Tatile gitmiyoruz ki. Bizimle birlikte iki Türk bayan var. Uçak biletin bende. Anlatırım sonra.”, deyip kapattı. Tüm detayları uçakta  dinleyebildim:

        -Aktivist kimliğimiz de olmasın mı şimdi?  Foseptik çukuruna ittirilen binlerce insan var. İşte o insanların kafalarını kaldırdıklarında, karşılaştıkları delikten sızan minicik ışığın ismi Yunanistan. Sevgili Emma, ben de dedim ki;  foseptik çukurlarından gün ışığına parmakla dokunuşun karesinde biz de yer alalım. Getirdiğimiz oyuncaklar, çikolatalar; karakalem hayatlara damlayan  suluboyalar olsun.

        İnsanın arkadaşı şair olunca böylesi sözlere hiç şaşırmaması gerekiyor. Ah Joseph! Yine on ikiden vuracak lafları fırlatıp geçti. Fırlattığı gülle; havanın sürtünme kuvvetini, şunu bunu dinlemeden, aklıma balyoz gibi  Stephan’ı indirdi. İnmemesi imkansız zaten. Çünkü bunların hepsi onu derinden sarsan Orta Doğu politikalarıydı. Gözlerimin önüne Stephan’ın insan sevgisi gelince, Joseph’in ellerinden tuttum. Ben bırakmadıkça o da bırakmadı. Bir iki derken sonuna kadar açıldı gözyaşı vanaları. Yardım etmek isteyen hostesin bile ellerini ıslattım. Yani hikayem ıslak başladı. Huzurlu ıslağın tuzlarını emen dudaklarımda,  uçağın inişine kadar dua vardı. “Tanrım! Beni asla kurutma.”

            Atina’da geçirdiğim o üç gün içinde görüp duyduğum; isimler, resimler ve hikayelerin her birisi  zaman ilerledikçe zihnimde bulanıklaştı. Ancak şu cümleleri sonradan her nereye gitsem, yanımda taşıdım.“Öldüm… Sonra tekrar gözlerimi açtım. Islak, soğuk ve daha da soğuktu her şey.” Bu sözler, Yunanistan’a geleli henüz bir hafta olmuş, üç çocuklu  bir ‘kış çiçeği’ne aitti. İsmi bizdeki daffodilin karşılığı: Nergis’ti. Sözlerine  şu cümlelerle başlamıştı:

            “Eşim hapisten yeni çıkmıştı. Ben de yatacağım yıl sayısını hesaplayıp durmaktan bıkmıştım. Ülkeyi terk etmeye karar verdik. Ama çocukların Meriç’i görmesine gönlümüz razı değildi. Ben  önden gidecektim. Benden sonra da eşim ve çocuklar. En küçüğü daha üç yaşında olan çocuklarımın her birisinin kokusunu içime çekerek kış gecesi düştüm yollara. Yanımda benden başka bayan yoktu. Beş kişiydik. Bir de bizi nehrin karşısına geçirecek olan adam vardı. Akşam saat  dokuzdan on bire kadar koştuk, yürüdük, nefes nefese kaldık. İçinde su olmayan bir su kanalının kenarına geldik.  Soğuk havada,   ağzımızdan çıkan buharın dahi görülme ihtimalinden endişeliydik. Grupta sadece bir kişinin cep telefonu, zayıf ışık gücünde açıktı. Onu da attığımız her adım öncesi önümüze çıkan kurumuş yaprakları toplamak için açmışlardı. Hışırtısız, ışıksız, yanağımıza batan dikenlere duyarsız olmak zorundaydık. Sabah saat dört buçuğa kadar bekledik. Yabancı uyruklu kaçakçı asıl güzergâha doğru  hazırlanma vaktinin geldiğini söyledi. El kol hareketlerine başladı.“Şurdan dönün, burdan geçin…” Zaman zaman bizlere de dokunarak hareketlerimizi hem hızlandırıyor, hem de kontrol altında tutuyordu. Ne olduysa işte o anda oldu. Yanımdaydı. Kendi dilinde bir şeyler söyledikten sonra beni itti. Kasten mi yaptı bunu, bu adam? Bunu düşünecek fırsat bile bulamadım. Yalpaladım ama nafile. Kenardaki keskin kayalardan birine bacağımı çarparak, buz gibi suya düştüm. Ocak ayının, buzdan alevler fokurdayan ocağına. İyi ki sürükleyecek şiddetli bir rüzgar yoktu ve de iyi ki yüzme biliyordum. Ay ışığının sudaki resmini yara yara bizimkilerin o tarafa vardım.Yazık, onlar da çok telaş yaptı. İçlerinden bir ikisi başlangıçta benim ardımdan suya atlayacak oldu. Ama baktılar, yüzebiliyorum. Pusuya yatar gibi benim gelişimi beklediler. En son ikisi var güçleriyle kollarımdan asılınca, tüm ıslaklığımla karşılarına dikildim. Ne bir havlu, ne de üzerimi değiştirebilme imkanım var. Üstelik bacağımdaki yaranın ağrısından dolayı yürüyebilmem imkansız. Meriç’in  litrelerce kan yutan suyuna bacağımdaki  yaranın ilk kan damlalarını dökerek çıkmıştım. Ellerim kırmızı, ıslaktı. Ama ay ışığında ben bu rengi değil de, ne yapmaya çalıştığını anlamadığım o adamın yüzünü aradım. Bir çırpıda  göz göze geldik. Aynı pervasızlığı yüzünden okunuyordu.“ Bana ne senin düşmenden. İstersen boğul. N’apalım yani?”cümlelerini kendi dilinde içinden tekrarladığına emindim. Ya da belki de dışından söylemişti. Nasıl olsa biz anlamıyorduk ya. Gruptaki arkadaşların suratları  desen,  şu birkaç saatin meymenetsize  muhtaçlığında, alacalıydı. Ağızlarının ucuna gelen  ne kadar küfür varsa yutmak zorundalardı.

           On beş- yirmi dakika yürüttü bizi. Tabii ben en arkadan sürünerek geliyordum. Bir yerde durdu. Kırık İngilizce’siyle “ Siz burda bekleyin, ben   askerler  var mı, bir bakıp geleyim.”dedi. Artık buradan sonrası  bir yüz  metre yürüme, ardından  botla geçişti. Herkes kafası eğik, kolları birbirine bağlanmış vaziyette ritmik ısınma hareketleri yapıyordu. Avuçlarını ağızlarına götürüp nefesten hohlama sesi çıkarıyorlardı. Benimse parmağımın kımıldayacak hâli yoktu. -5  derecede yarım saatten fazla bir süredir ıslak bekliyordum. Hâlim  diğerlerine bir şeyler anlatabilir mi diye baktım ama maalesef. Sonuçta hepsi  erkek. Beni anlamalarını bekleyemezdim.  Bir belirsiz  adım atmışım ki yere düştüm. Hemen ardından kustum. Ne yemiştim de kustum dersem çok iyimser yaklaşmış olacaktım. Zira istemsiz idrar kaçırdığımı da fark edince,  fazla vaktimin olmadığını anladım. Fısıltı kuralını ihlal etmiş olmayı umursamadan  en yakınımdaki  İhsan Abi’ye seslendim. Ancak ikinci seslenmemde bana dönebildi. Hayır, sağır değildi bu adam. Ne yazık ki, yüksek sesim kısık sese eşdeğer desibele inmiş. Belki daha da aşağı.  Hatta hâlâ duyamayınca iyice yaklaşıp bir kulağını ağzıma  yaklaştırdı.“Abi dinleyin çok önemli. Ben doktorum. Son beş dakikada bende gerçekleşen  belirtilerin hepsi donarak öleceğimi gösteriyor.” Bu birkaç cümledeki bütün hecelerin tonlamaları zikzak çizmişti. Aynı şekilde nefesim de.  Az sonra tamamen kesileceğini bildiğimden,   şu cümleleri de eklemem gerekiyordu: “Aileme haber verin. Cenazemi burada bırakmasınlar.” İhsan Abi’nin gözlerinin hayretle açıldığını hatırlıyorum. En son “Abileeeeer!……..”  diye seslendiğini duydum. Sonrasını hatırlamıyorum.

            “Abi, Nergis abla kendine geliyo herhalde, serçe parmağı kımıldadı.” Bu duyduğum, kabir alemindeki yeni dostlardan birinin sesi miydi? Ölmüştüm ben çünkü. Neredeydim ben? “Abi çok şükür, abla kurtuldu.” “Nergis abla iyi misin? Bir şey söyle. Hepimiz çok korktuk.”  Kayadan ağır gelen göz kapaklarım inip kalktı. Bu onlara ‘bir şey’ olarak yetmişti herhalde ki; “Oh çok şükür!” sesleri daha da arttı. Doğrulamadım, sesim çıkmadı. Beş dakika kadar vücut sıcaklığımı normale döndürmeye çalışan Faruk Abi’nin serî hareketlerini  seyrettim. Sonra ellerim üzerimdeki ‘kuru’ları fark etti. Kendilerinden pantolon, ceket, atkı. Aslında bu şartlarda uyanmam imkansızdı. Belli ki epey uğraşmışlar, beni hayata döndürmek için. Meslek hayatım boyunca  mucizeyle çok karşılaşmıştım. ‘Paçayı kurtaran’ların(!) ardından hastane kafeteryasında kendimi ve ekip arkadaşlarımı bir kahve ile ödüllendirirdim. Bende değil de hastalarımın hafızasında kalan hatırı sayılır anı birikmişti. Onların demetlediği dualar; rafyasıyla, simli  kartonlarıyla o zamanlar gönlümde huzurdu. Bugünkü ismi ise ‘apoletli muhafız’mış, onu anladım. Elbette; şimdiki jestim, kahve fincanı uzatmak olmayacaktı. Ama hepsinden kıymetlisi: “Allah binlerce kez razı olsun.”  lu latif ambalaj. Rafyadan, simli kartondan. Paçamdan hâlen kan damlarken; kim derdi ki sağlıkçı olmayanların elinden paçayı kurtaran(!) bir doktor olarak mucizeyi anlatacağımı?

            Saatler sonra, sabah saat dokuz gibi çıkageldi; bizim ne idüğü belirsiz insan taciri. O vakte kadar gruptakilerin her birisi sırt sırta etrafımı bir barikat gibi çevrelemişti. Çünkü vücut sıcaklığımın amatörce de olsa koruma altında tutulması şarttı. “Tamam her  şey temiz. Hadi gidiyoruz!” dedi bizim tacir. Hemen ardından Fuat ve İhsan Abi koluma girdiler. İki gruba ayrıldık. İlk grup  önden gitti. Hatta kıyıya varmıştı bile. Onlarla aramızda elli metre falan var. Hemen arkalarından biz.“Bacağımdaki yaranın tıbbi tedaviye ihtiyacı var. Yunan’a varınca bir de bunla uğraşmam gerekecek.” diye söylendim ama sözlerimin ardı arkası gelmedi. Sessizliği ve yaramın iniltisini kesen köpek havlayışlarını duyduk üçümüz de. Sağımızdan on beş yirmi köpek bize doğru geliyordu. Askerler salmış üzerimize.“Ulan şerefsizler! Kaçmaya yeltenirsiniz ha…” Ellerinde odunlar vardı. Kaçabilmemiz imkansızdı. Henüz botu şişirmemiştik. Dahası poşetinden bile çıkarılmadı. Zaten birkaç dakika içinde de köpeklerden birisi o botu parçaladı. Bir başkası da İhsan Abi’nin bacağını ısırdı. Askerlerde öyle bir azgınlık vardı ki   şu an buracıkta ölmemizi ister gibi, odunlarla bizimkilerin kafalarına vurdular. Beni hayata döndürenler, birazdan gözümün önünde yığılabilirlerdi. Neyse ki, karşı müdahale olmadığı için  bu saçmalığa  çok geçmeden son verildi. Ama ağıza alınmayacak küfürleri devam ediyordu. Vakti zamanında  görevimin başındayken , birkaç hasta yakınından duymuştum, bu galiz küfürleri. Sonrasında ‘Güvenlik’ devreye girmişti, koruma altına alınmıştım. Şimdi ise   lağım sularını,  üzerimize  bizzat ‘Güvenlik’in kendisi döküyordu. Hem sözlü hem fiziksel her şeyi göğüsleyip de en sonunda  karakolda komutana benim için patlayan Serdar Abi ile Fuat’ı hiç unutamıyorum:

-“Komutanım bu ablanın başına bir sürü şey geldi. Ölümden döndü. N’olur onu götürün.” -“Kaçmasaydınız o zaman! Size mi sorucaz işimizi?” Sol elini her seferinde kül tabağına götürüp getiren bu adamın o esnada verdiği cevap bize şaşırtıcı gelmedi. Şaşırdığımız şey, bir iki dakika sonra   doktor  olduğumu öğrenmesiyle, askerlerine benimle ilgili bir yığın talimat vermesiydi. “Bayanı yan odaya alın. Bir ısıtıcı ayarlayın. Tuvaleti falan gösterin. Başka bir ihtiyacı var mı sorun.” Tek  ihtiyacım azıcık uyku ve eşime durumumun haber verilmesiydi. Ancak akşam yedide haber verildi ona. Akşam vardiyasının komutanı, telefonun hoparlörünü açtı, ben duyayım diye. Bu adam meslekte toydu, belli. Ya da hâlâ alışamamıştı bizlerdeki ‘terörist’ tepkilerine. Bir cümleyle donup kalır mı insan?:

“Gerçekten mi komutanım? Yakalandı demek. Oh şükürler olsun…” Üç-dört dakika eşimle konuştu. Telefonu kapattıktan sonra bana bir şey söylemedi ama askerlerden birine “Kaçık bunlar ya! Başlarına ne gelse şükrediyorlar.” sözleri nezarethanemin duvarlarına çarpıp kaçmıştı.

            Sonrasında eşim, benden haber alamadığı  o  yirmi iki saat boyunca  neler yaşadığını bir bir anlattı. Her yere haber salmış. Yunanistan emniyetini aramış. Meriç’te ceset  arattırmış.“N’olur ölüsünü bari bulun.” demiş. Mahkemeden salıverildikten hemen sonra; beni ayağımda banyo terliği, erkek çorabı, üzerimde çamurları kurumuş erkek ceketi ile görünce ekleyeceklerinin daha da fazlası  vardı: “Seni bir daha asla bırakmam. N’olursa olsun. Gerekirse on sene yatar çıkarsın. Biz bekleriz seni.”

            Ne var ki bu konuşmadan altı gün sonra yine yola çıkmıştım. Yine Meriç. Üstelik dizlerimin günlük pansumanı devam ederken. Elektronik kelepçe henüz ayağıma takılmadan, vınnn! Hiç mi uslanmaz  insan?:) Yok hayır, bu kez Meriç değil de Nil’de gidendik biz. Küçücük botumuz  Musa  Bebek’i taşıyan saldı. Duyduğumuz ilk ‘Calimera’,  Asiye’nin kucağıydı.”

          New Jersey’ye döndükten sonra, Nergis’ten bir daha hiç haber alamadım. Kısa sürede Atina’dan ayrılmış çünkü. Ama ben yerimde durabilir miyim hiç? Benzer elliye yakın  hikayeyi, İngilizce bilen bayanlardan çevirmelerini istedim. Kısa sürede çevirip önüme koydular. Hatta  birçoğu ile bizzat tanıştım. Nurten, Esma, Halime… hayatlarını öğrendiğim en son isimler. Acaba onların da isimlerinin anlamı, ‘kış çiçeği’ gibi zorlukları mı temsil ediyordu ki? Merak etmiştim ama sormadım. Çünkü birazdan güler yüzleriyle bana yine güç vereceklerdi. Az daha unutuyordum. Joseph’e yaptırdığım sulu boya çalışmasını saatin hemen yanına astım. Astım asmasına da  karşıdan biraz eğik görünüyor. Misafirler gelmeden düzelteyim  şu portreyi: Boynuna stetoskop dolayanın, banyo terliğini.                                                                                              

                                                                                                           22 / 06 / 2020

                                                                                                          TUBA SİNA AYDIN

Ufuk / Seyfullah Sacit

Sebepsiz dağlardı günlerimi güneş

Nedensiz gezinirdim şehrin kaldırımlarında

Sorgusuz sualsiz örtünürdü gece kentin üstüne

Ben, Ufukta bir şeyler arardım

Kentimde isyanlar başlardı

Her sokak başını ateşe verirdi kendini bilmezler 

Görürdüm, kıpırdayamazdım

Zihnimde yeniden yapılanan düşüncelerle

Zincirlere vurulurdum her gece

Ben yine de Ufukta bir şeyler  arardım

Adamlar gelirdi her gün şehrime

Hep hikâyeler anlatırlardı uzak kentlerden

Doğru olan suale ulaşamazdı haddini bilmezler

Gelenleri de anlamazdı bu sebepten

İçime sığınır, ölümleri izlerdim her an

İçime bilinmez bir karabasan otururdu

Ben her gün ufukta bir şeyler arardım

Kentimin kalbinde yanlış sorular dolaşırdı

Cevaplar hep yanlış adrese çıkardı

Hafakanlar her bir yanı sarardı

Kimseye dokunmazdı oysa karanlık

Kimseye el uzatmazdı kentimde aydınlık

Bilirdim

Ben yine de Ufukta bir şeyler arardım

Her şeyi kül olsa da bu beldenin

Bilirdim, geçecek yine günlerim

Çökünce üstüne siyah örtüsüyle şehir

Kalırdım geçmişinde zamanın

Tarihinin raflarında ararlardı izimi

Ben kendimi bulamazken

Çocuklar okurdu hikâyelerimi

Bilirdim insan acımasızdı

Ve ben yine de ufukta bir şeyler arardım.

SEYFULLAH SACİT

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑