“Çayı şekersiz, kahvesi orta, sevdiği yanında olmalı insanın”
Yine pembe hırka üzerinde, belli ki üşüyordu…
Bir çay mı koysam düşüncesi aklının bir ucundan geçmiş olsa da, kahvenin pratikliğine ihtiyacı vardı günün bu saatinde.
Oysa bir acelesi de yoktu. Ruhu hızlı olmaya, hep bir telaşesi varmış gibi yaşamaya ayarlıydı. Sahi sakinlik, dinginlik, bir yere yetişme telaşesi olmama hali nasıl bir şeydi? Belki de sırf bu yüzden, çayın demini almasını bekleyecek sabrı kendinde görmediğinden kahvenin köpüğüne döküyordu dertlerini…
Dolaba gitti eli, kahve kavanozunun boş olduğunu görünce muzipçe gülümsedi. Yeni açılmış bir paket kahvenin tadı hep daha lezzetli geliyordu. İmkanı olsa her fincan için yeni bir paket feda edebilirdi.
Paketin açtığı kısmından aldığı kahveyi makinanın cezvesine koyarken şekerini de attı. Çayı şekersiz, kahveyi orta, sevdiğini yanında isterdi hep…
Derince bir nefes aldı sonra “Ahh etti” sessizce, söylendi, her makineyi kullandığında yaptığı gibi… “Şu makineye ne gerek vardı, almasaydık böyle olmazdı belki…” diye düşünmeden edemedi. Ahını hasretine kattı, olsun dedi: tek canı sağ olsun da bugün, yarın olmasa da bir gün mutlaka makinanın çift kahve yapan tuşuna ikimiz için basacağım…
Kahve pişerken fincanlara baktı, günlük kullandıkları hep elinin altındaydı. 70lerin Japon fincanları yoktu ama şu kırmızı olana gitti eli. Sonra bir şiir takıldı diline “kırmızıyı sevdiğini bilseydim, hayallerim kıpkırmızı olurdu.” Şiirin götürdüğü İstanbul sokaklarından makinenin uyarı sesiyle bir an da hüzün kokan mutfağına geldi…
Siyah tepsisine serdiği, beyaz dantelin ters konduğunu fark etti ama çoktan su bardağını, çikolatasını ve dut suyunu koyduğu için, üşendi, düzeltmedi. Bunca tersliğin içinde tepsi örtüsüne takılacak değildi.
Elindeki cezveyi bir kaç ufak hareketle karıştırıp fincana dökerken istemsizce kokladığını ve bu kokunun kahve içmekten daha büyük bir lezzet verdiği hissini yeniden yaşadı.
Mutfakta içmek için sandalye çekeceği an da, günlerin kısalıp gecelerin hızla uzayarak soğuduğu şu günlerde balkonda içebileceği kahve fırsatını kaçıramazdı.
Eline aldığı tepsiyi balkondaki masanın üstüne usulca bırakırken aklından bir Boşnak atasözü geçti; “biz uyanmak için kahve içmeyiz, kahve içmek için uyanırız” Her sabah böyle uyanmasa da bazı sabahlar tam bir Boşnak gibi uyandığını fark etti.
Bahçeyi gören taraftaki sandalyeye oturdu. Sabahın bu saatinde hepsi birbirinden farklı öten kuşların ne diyebileceğini düşündü kahvesinin ilk yudumunu alırken. Ağzındaki tat yüzüne tebessüm olmuştu bile, ne zaman açıp ne zaman yemişti çikolatayı farkında bile değildi.
Masanın üstündeki not kağıtlarına ve kaleme gitti eli. Gelen gün için ‘yapılacaklar listesi’ hazırlamak en sevdiği detay olmuştu her zaman. Yapılacaklar, alınacaklar, aranacaklar hep değişiyordu da kahve içerken akla düşüp hasretten burun sızlatanlar hiç değişmiyordu.
Kalemi eline yazmak için almadan önce kahvenin son yudumunu bitirmiş ,Keskin telve tadını hissettiğinde daha büyük bir kahve yapmadığı için kendine hayıflanıyordu. Bazen yalnızken 2 fincan kahve yapar üst üste içmekten mutluluk duyardı..
Yerine koyduğu kırmızı fincana bakarken istemsizce aklından sürekli geçen şiirin son satırları döküldü dilinden.
“biz gitsek de, İstanbul’da yine de
yıllar yılı gezinmeli bu sızı
benden bir yaralı şiir kalmalı
senden bir tebessüm, bir de kırmızı”

Bir Cevap Yazın