
Açık Hapishane/ Renkli Tuvaller

Cizlavet Kültür ve Sanat Platformu
"Yaz Dostum"
Ben unuttum beni diyeyim daha
Gurbet ellerinden karşıla beni
Sıcak yuva bilmem yalan dünyada
Muhammed hatrına karşıla beni
Düşmüşüm her halim sana ayandır
Gayrıyı ne bilsin bir garip candır
Susuzum hasrette vuslatta kandır
İbrahim hatrına karşıla beni
Azığım yavandır bak yüzüm yerde
Sözden öte dolu bu can içerde
Perdedarı gördüm ne yapsın perde
Hüseyin hatrına karşıla beni
Acziyet aynadır derdim demeye
Cümlesiz dualar birikti bende
Niyetim var Rabbim Seni görmeye
Garipler hatrına karşıla beni
Uykulardan uyanışım Sanadır
Düşlerim yetmeyen garip senadır
Nazar kıl ne olur Rahman bana bir
Kelamın hatrına karşıla beni
Mahşerde karanlık korkutmaz beni
Özletir durur hep bu cansız teni
Neyleyim Sultanım sensiz bir kabri
Cibrilin hatrına karşıla beni
Sevdaya düşmüşüm çöller utanır
Mecnunlar beni halimden tanır
Benim alfabem de sözler Sanadır
Aşıklar hatrına karşıla beni
Garip yollarına düştü bir yetim
Söyledi aşkını hep adım adım
Hicretten hicrete Seni özledim
Ensarın hatrına karşıla beni
Ziya Paşa Akyürek
Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve cizlavet.com’ a aittir.
Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Sustu kaba adam, ellerini iki yana açarak. Susmak çığlığıydı onun. Bağırdı kocaman. Bağırdı avazı çıktığı kadar. Onun bağırması içe doğruydu. Duymadı hiç kimse. Zaten duymuyorlardı ya. Yürümek istedi biraz. Ormana bıraktı kendini. Kuruyan yapraklara şiirler okudu. ıslanan toprağa türküler söyledi. Kendisi bulmuştu bu sıfatı kendine. Ve aynaya baktıkça sesleniyordu kendisine.
Sen kaba bir insansın.
Sen kaba bir insansın.
Ninesinden öğrenmişti. Bir şeyi ne kadar çok tekrar ederse olurmuş diye. Madem ki naif olmak incinmeye davetiye, madem ki hislenmek paramparça olmaya bir çağrı bu iklimde. O halde kaba bir insan olmalıydı. Duymamalıydı gelen sesleri. Görmemeliydi görülmesi gerekenleri. Kaba adam doluydu. Ormandaki ağaçların dalları kadar çıplak , ayaklarının altında ezilen yapraklar kadar kırılgan. Cebinde üç asır öncesinin sikkesi ile divane divane pazarda ekmek almak için uğraşan yedi uyuyanlardan biriydi sanki.
Bu para be devre ait değil.
Bu para bu devre ait değil.
O sikke ile ekmek alamazsın yabancı.
Paranın geçersizliğinden çok ona takılan yabancı sıfatı ne kadar acıtmışsa mağaradan uyanan o kutlu genci, işte o kadar incinmişti kaba adam. Elinde nezaket isimli sikke. Avara avare dolaşıyordu. Bu para bu devre ait değil, sesleri şimdi ormanda. Ve kaba adam bir su birikintisinde görüyordu kendisini.
Sen kaba bir insansın.
Sen kaba bir insansın.
Geçmiyor bu devirde nezaket. Elinde kalıyor sonra. Elde kalsa iyi. Kalbini acıtıyor insanın. Uykularını kaçırıyor. Alışa alışa dönüşmelisin. Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Sen de tekrar et bu nakaratı. Bir sabah uyandığında kendini çağın rengine bürünmüş olarak bulacaksın. Nezaket denen giysiyi giyinmiyor baksana etrafa. Naif başlar recmediliyor. Ellerde kocaman taşlar. Acele mi ediyordu yoksa. Direnmeli miydi kabalığa. Sesini duydu yine Kafka’nın. Ormanda bir çığlık oldu sanki. Milena’ya değil de ona söylüyordu sanki. “Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? “ Hz. Yunus balığa sığdı ve dokundu sahile sonra. Sabretmeli miydi acaba ?
Döndü ormandan ve kapıda bekliyor gördü kendi Milena’sını. Sarıldı kaba adam bu dünyada onu en iyi anlayan naif çiçeğine. Ve Mehmet Uzun’dan ezberlediği bir cümleyi fısıldadı kulağına. “Yüreğini ört! İnsanlar soğuk, üşürsün.” Yunus nebinin münacatı ile girdi odaya. En naif insanı düşündü sonra ve utandı aynadan. Şeyh Galip ete kemiğe büründü de girdi odaya. Dokundu omuzuna kaba adamın.
Yohsâ bunı sen kolay mı sandın
Gam leşkerinî alay mı sandın
Uç, kanat yok,
Sek, ayak yok…
Yokluklar kanatlanmış
Var’a kanaat yok.
Yok dediğin Var’da
Varlık yokta art arda.
Yiğitler meydanlarda
Bineceği kır at yok.
İyilik yap, yerim dar…
Kötü olma, yenim dar…
Peki namaz, işim var…
Hayra iltifat yok.
Kör müsün be avanak
Dön de ardına bak
Baban evde yatalak
Çocuğuna şefkat yok.
Eşya değil atılmaz
Hayvan değil satılmaz
Odun yumuşatılmaz
İyiliğe murat yok.
Hayat yalnız eğlence
Ölüm müşkül bilmece
Çözer durur her gece
Cevabında vaat yok.
Hakk’a eğilmez başlar
Eğilenden akmaz yaşlar
Hacılar şeytan taşlar
Dilde salavat yok.
Cahillerde kehanet
İlim cehle emanet
Alimde hep ihanet
Ensesine tokat yok.
Al-i devlet oynar kumda
Zengin efrat oturumda
Fakir eşeği uçurumda
Dizlerinde takat yok.
İyilik uykuya daldı
Kötülük varlığı çaldı
İnsanlık bakakaldı
Dosta itimat yok.
Kutlu aşklar kaldı dünde
mecnun ağyarla düğünde
Bir Şirin var sürgünde
Dağlar delen Ferhat yok.
Varlık, yokun varında
Yokluk, Var’ın diyarında
Yok, bugünde; Var, yarında
Ağyarında hayat yok.
Varda kulluk tatilde
Yokta dualar dilde
Arşa giden menzilde
Yolda kaldı kanat yok.
Yokluğun ilacı Allah’ım
Varlığın ser tacı Allah’ım
Bizlere Sen acı Allah’ım
Başka müracaat yok…
İbrahim Sayar
Soğuk bir kış günüydü. Henüz kararmamıştı hava. Ninemin elinde teşi, yün eğiriyor. Annem, ablamın önlüğünü dikiyor ; babam ise elinde kehribar tespih , dışarıda yağan karı izliyordu. Biz ise sobanın etrafında daire çizmişcesine kızarmaya başlayan dilim patatesleri izliyorduk. Hepimiz heyecanlı , hepimiz beklenti içinde ilk kızaran patatese uzanmayı bekliyorduk ama büyük ablam bir zabıta misali elinde süpürge , ayakta bekliyordu. Tabağa koyacak ve eşit paylaşacaktı. Cips nedir bilmezdik . O patatesin kokusu ve tadı bambaşka olurdu o zamanlar.
Çok farklı bir musiki hakimdi odaya. Makina sesi yok, sadece biz. Ninemin dizinde dönen teşi, babamın elindeki tespih ve sobanın üzerindeki güğümden kaynamaya başlayan su , kızaran patatesler ve dışarıda hafif bir rüzgâr uğultusu… Bir an bozuldu insicam. Dağıldı o seslerin büyüsü. Cam kenarında divanda oturan babam, dizleri üzerine doğruldu ve dağılan tespihin taneleri , kafesten gökyüzüne kanatlanan kuşlar misali yayıldılar odaya. Her birimizde ayrı telaş , ayrı bir heyecan. Babam öfkeli ve gergin, biz sevinç içinde ve coşkulu… En fazla ben toplayacağım telaşı. O zamanlar büyüklerimizin cebinde mutlaka bezden bir mendil olurdu. Çok amaçlı bir mendil. Sobanın borusunde ütülenen ve sonra minderin üzerinde katlanarak yeleğin sağ cebine konan o mendil şimdi bir sergiye dönmüştü. Topladığımız güneş renkli turuncu kehribar tespih tanelerini oraya koyuyorduk. Babam ise ablamın getirdiği yeni ipe diziyordu onları. Bir anlık firkatı tadan tespih taneleri şimdi yine anaç görevi gören imamenin eteklerine bağdaş kurmuş ve omuz omuza dizilmişlerdi. Zannedersiniz ki imame halay başı, onlar ise heyecanlı birer düğün ahalisi. Çocukça bir muhayyileye düşen metaforlar işte. Biz babama bütün tespih tanelerini getirdiğimizi zannediyorduk ama öyle değilmiş. Bir tane eksik, dedi babam. O gün tüm odayı alt üst ettik ama yine de bulamadık o kopan taneyi. Kaz kanadından yapılmış minik bir fırçamız vardı. Annem onunla yokladı sobanın kenarlarını. Ama yoktu. Ninem teşinin sivri ucuyla yokladı divanın köşelerini. Ama yoktu. Eksik kalmamalıydı o tespih. Ninem içinde boncuklar olan kapaklı bir kutu getirdi ve döktü divanın üstüne. Hiçbiri benzemiyordu babamın tespihine. Ama tespih eksik de olamazdı. Mecburen limon sarısı bir boncuk ile tamamladı babam tespihini ve son düğüm atıldı. Aradan birkaç saat geçmişti. Hava kararmış yemekler yenmişti. Aynı kare yine yine tekrar etmişti. Babamın bir elinde sigara diğer elinde tespih cam kenarında oturuyordu. Tespihin her dönüşünde artık çıkan sesler değil de o limon sarısı boncuk dikkatimi çekiyordu. Gözlerim onu izliyordu. Gözlerim onda kayboluyordu. Evinde değildi o boncuk. Yerinde değildi. Yuvasında değildi. Evet kapalı bir kutuda olmaktan iyiydi belki de ama yine de gurbetti onun adı. Yine garipti onun adı. Kimbilir bir zamanlar onun da aynı rengi taşıyan kardeşleri vardı ve onları kucaklayan imame. Ninem uyurken bizlere hikayeler anlatırdı. Hangi hikayeyi anlatayım diye sordu bir gece. Sarı boncuğu anlat nine dedim. Onu babama vermiştin ya. O boncuğun kardeşleri de olmalıydı. Onun hikayesini anlattı bize. O gece bize anlattığı hikayeden midir bilmiyorum suyun üzerinde yüzen sarı boncuklar o günden sonra çokça girdi düşüme. Yıllar sonra öğrenmiştim ninemin sarı boncuk remiziyle suda boğulan küçük oğlunu. Babamın küçük kardeşi selin ardından aynı o tespih tanesi gibi karışmış suya. Ve bir daha bulamamışlar. Ninem günlerce ağlamış. Kimbilir o sarı boncuk hikayesi ile onu hatırladı, kimbilir…
Aradan bir yıl geçti . Kaderime yazılan göç hikayemin ilk adımı olan köyden Ankara’ya taşınacağımız gündü. Evin önünde bekleyen Kırmızı kamyona eşyalarımızı taşıyacak ve hatıraları ve yaşanmışlıkları geride bırakarak ayrılacaktık. Sekiz yaşındaydım henüz. Ben bile üzülürken genç bir kız olarak o eve gelen ninem; eşini ve küçük oğlunu o evde yitiren ninem kimbilir neler neler hissediyordu. Gözlerinde bulgur bulgur yaşlar. Mavi masmavi gözlerinde derin mi derin bakışlar. Elleriyle yokluyordu bomboş kalan oturma odamızda ve bir an tabandaki çatlağı farketti ve kaldırdı tahtalardan birini. Köşede turuncu kehribar boncuk. Hani o gün arayıp da bulamadığımız turuncu boncuk. Toz içinde olan o boncuğu ninem adeta evladına sarılır gibi aldı avucuna ve mendiliyle siliverdi. Masmavi gözlerindeki yaşlar daha da artmaya başlayan ninem kimbilir o yapayalnız kalmış boncukta ne hikayeler ne dehlizler gördü. Kelimeler hiçbir zamam sözlükteki gibi değildir yaşadıkça anlıyorum. Her nesneye yüklenen anlam o kişinin kalp aynasında o nesnenin taşıdığı silüet ile doğru orantılıdır. Ayrılığı , hicranı, yerinden yurdundan olmayı, yapayalnız bir kenarda kalmayı bilenler anlayacaktır ninemin boncuklarda okuduğu hikayeyi. Ve aradan geçen onca zaman ve yaşanmışlıklar ardından şimdi ben … Şimdi ben otursaydım ninemin dizlerine. Neler neler anlatırdım sarı boncuk ve turuncu boncuk üzerine…
Gökhan Bozkuş
En karanlıkta kalmış korkularınızla bir gün karşı karşıya gelseydiniz ne hissederdiniz o an ? Beyniniz ve kalbiniz sizi hangi duyguyla kuşatırdı? Bu duyguyla baş edebilmek için hangi savunma mekanizmanızı kullanırdınız ? Bunlar için hazırda cevabınız yoksa sizi kocaman bir hayalet bekliyor. Bu hayaletin adı ümitsizlik. Hayaletin tarifini herkes kendine göre yapabilir. Ama yaşatacağı acının tarifini onunla karşılaşmadan yapamaz.
Kötü bir rüyanın etkisiyle uyandım bir sabah. İçimde garip bir his vardı. Beynimde deli deli sorular. ‘’Neden gördüm bu rüyayı? Beynimin bana bir oyunu mu yoksa sıradan rüya mı? Hiç kimseye anlatmamalıyım. Kendime bile , akan suya bile anlatmamalıyım. Allah hayra çıkarır inşallah’’ dedim günlerce.
Yıllar geçmesine rağmen bu rüya içimde saklanan bir korku olarak kaldı. Ta ki zaman beni 2016 yılının Temmuz ayına getirene kadar.
Ağır bir imtihandayız. Geçmişteki yaşantımızın , geleceğe dair hayallerimizin ,niyetlerimizin doğruluğunun tek tek sorgulandığı , yargılandığı , zulümle dolu bir zaman dilimindeyiz. İnsan onurunu rencide edici davranışlarla ,bakışlarla , seslerle imtihandayız. Ama imtihanın kimden geldiğini bilince sabretmek daha kolay.
‘’De ki : Bizim başımıza ancak,Allahın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır . Öyleyse müminler, yalnız Allah’a güvensinler. ‘’ [Tevbe, 9 /51]
Sabrediyorum. Rabbime güveniyorum. Kuran ve dua en büyük teselli. En büyük yol gösterici. Sıkıntıların, üzüntülerin , imtihanların en yoğun olduğu anlarda aklıma sadece Rasulullah Aleyhisselatu Vesselam geliyor.İslama , cennete davet etmek ,için gittiği Taif’ te , şehrin ayak takımı tarafından taşlanmış, hakarete maruz kalmıştı. Mübarek vücudu yara bere içerisinde gönlü paramparça olmasına rağmen ümidini yitirmemişti. Rabbinden davasını anlatacak bir kişi istemişti .Bütün mazlumların duasını duyan Rabbi, O ‘nun duasına bir insanla cevap vermişti. Allah Resulü ‘ nün dualarını ışık yaptım kendime ve ümidinin gölgesine sığındım, bende bir mazlumum.
Bir pazar sabahı kendimi hiç istemeyeceğim bir yerde buldum. İfade vermek üzere karakola çağrıldım. Vazifem öğretmenlikti.Vatan için canını seve seve verebilecek biri şimdi suçlu muamelesi görüyor¸aşağılanıyordu. Peygamberlik mesleğini yaparken öğrendiğim ve öğrettim en büyük değer insana saygı , sevgiydi . Yüreğinde sevgiden başka bir duyguya yer vermemiş insanlar başkalarının canlarının yanmasını hayal bile edemezler. Can yakmadım ama benim yanıyordu.
‘’Bu gece misafirimizsiniz ‘’ diyor, polis memuru. Arkasından ekliyor :
-Belki birkaç gece …
Nezarethanede bir gece kalacağımı biri şaka olarak söylese , inanamaz ,çok kızardım. Ama bu ne şakaydı ne de kalacağım yer de ben misafir. Ağır ağır adımlarla merdivenlerden iniyorum. Aşağıya doğru indikçe insanlar , eşyalar ,mekan ve zaman gözden kayboluyor. Bir kör kuyuya doğru düştüğümü hissediyorum. Yer çekimine karşı koymaya çalışıyorum ama o benden daha güçlü. Ve aniden yere çakılıp kalıyorum. Kalbime gelen ağır bir acı, gözyaşlarım birbirleriyle yarışta dışarı çıkmak için. Gözyaşlarımı silmeye çalışırken ihtiyar bir amcanın sesi kulağımda yankılanıyor :
‘’ Korkma kızım Allah büyük ‘’ Birden buğulu gözlerimde mekan ve eşyalar belirmeye başlıyor. Yan yana tren vagonuna benzer şekilde sıralanmış demir parmaklı odalar.Her odanın arasında ince duvarlar. Bütün odalar bir avluya açılıyor. Avlunun baş tarafında umumi bir banyo ve tuvalet. Burası bana yabancı gelmedi . İzlediğim filmlerden aklımda kalmış galiba .Muhtemelen herkes bize bakıyor . Ama ben kim olduklarını göremiyorum. Demir parmaklıklar buna müsaade etmiyor. Yavaş yavaş adımlarla kalacağım yere götürülüyorum. İçerisi hafif aydınlık , karşılıklı iki divan . Karşımda duvar ve çok yukarda küçücük bir pencere.Demir parmaklı kapıyı kapatıyorlar üzerimize.Sanki sonsuza kadar burada kalacakmışız gibi bir korku kapladı içimi. Hemen pencereye koşuyorum. Güneşi görmeliyim. Ama gün batmış. Güneşte çoktan kaybolup gitmiş. İçimi kaplayan korkuya duvarda gördüğüm ayak izi çığlık attırıyor. Kalbim deli gibi çarpıyor. Artık gözyaşlarımın iradesi bende değil.
‘’Burası orası, burası orası… ‘’ Beynim içinde tek ses ve rüyamda gördüğüm o korkunç yer. Yıllar önce gördüğüm ama anlam veremediğim yer. Orası bu yer işte . Korkudan titremeye başladım : ’’ BURDAN BİR DAHA ÇIKAMAYACAĞIM , BİR DAHA GÜNEŞİ GÖREMEYECEĞİM , SOKAKLARDA YÜRÜYEMEYECEĞİM, BİR DAHA ÇOCUKLARIMA SARILAMAYACAĞIM…’’ diye kendimden geçmişçesine ağlıyorum.Bacaklarım beni tutmuyor artık. Zor zahmet arkadaşım beni kanepeye oturtuyor. ’Burada olmayı hak etmiyorum. Burada olacak ne suç işledim.’’ diye ağlarken arkadaşım nezarethanenin içinde bulunan kameraya panikle el sallamış. Polisler geldi. Beni, elimi yüzümü yıkayıp sakinleşeyim diye avluya çıkardılar. Hıçkırıklarımı duyan yaşlı amca : ‘’ Korkma kızım, Allah büyük .‘’ diyor uzaktan uzağa . Onun sesi , yüzüme fırlatılmış soğuk bir su gibi geliyor. Bulunduğum yerde yalnız olmadığın farkına varıyorum. İnsanı kendine getiren ama buruk bir acı kaplıyor içimi. Beli bükülmüş ,ihtiyar bir adam.Ahir ömrünü huzurla tamamlayacağı ,torunlarını sevip masallar anlatacağı evinde değil .O da parmaklıklar arasında .Onu düşünmek utandırdı beni. Sustum ,sustum…Gözyaşlarımı yutkunarak içime akıttım. Gerçeği kabullenmek , şoktan çıkma zamanıydı.Akşam ezanı okunmuş namaz vaktiydi. Abdest alıp namaz kılmanın bana verilmiş en büyük özgürlük olduğunu fark ettim orda. Dua dua yalvarmak, saatlerce istemek Rabbimden, en büyük lezzet gibiydi. Artık farkındaydım ben burada bir misafir. Rabbimin misafiri. Nezarethanede hiç misafirlik olur mu ? Olurmuş… Polisler bize battaniye veremeyeceklerini ama evimizden isteyebileceğimizi söylediler. Arkadaşımın da benim de evimiz çok uzaklardaydı .Polisler yan koğuştan birine söylemiş. O kişide evinden istetmiş. O gece bize bembeyaz iki çift battaniye, seccade ve terlik geldi. Görünce çok şaşırdık, çocuk gibi sevindik. Dualarımıza gönderen ablayı da ekledik. Beyaz battaniye içerisinde hayatımın en garip gecesine gözyaşları içerisinde daldım. Allah, ashabı keyfi uyutur gibi uyutmuştu bizi. Uyuduk uyandık sabah olmuş. Sanki birkaç saat geçmiş . Ama yıllarca unutulmayacak bir rüyanın sevinciyle bayram sabahına uyanmış gibiydim. Ne korku ne keder ne de ümitsizlikten eser kalmamıştı içimde. Rabbine güvenen yarı yolda kalmazmış.Kör kuyularda da kalsam korkmuyorum.Yıllar önce korkusuyla esir almış bir rüyanın gölgesi , bir müjde çıktı. Yüzümde olabildiğince büyük bir tebessüm. Dünkü dünyası elinden alınmış, hayatının en karanlık gününü yaşayan kız gitmiş yerine yeni doğmuş bir güneşin parıltısıyla göz kamaştıran bir tebessüm oluvermişti.
Sabah namazımdan sonra heyecandan uyuyamamıştım. Sevinçten çığlık atmak geliyordu içimden. Yan koğuştaki yaşlı amcaya seslensem beni duyar mıydı? Ona da müjdeyi versem yattığı günlere sevinir miydi ki ? Sesli konuşsam kameralar kayıt yapıyordu. Battaniyenin altıda arkadaşıma gördüklerimi anlattım. Birbirimize bakarak sessizce ağladık. Dünya arkadaşlığımızı cennet arkadaşlığıyla taçlandırdık o gece. El ele tutuştuk, bir daha bırakmamak üzere.
Demir kapıların ürkütücü sesi birden uyandırdı bizi. Saat ilerlemiş olmalı mahkeme varmış. Hazırlandık dışarı çıkacağız. Güneşi göreceğiz , en son bırakıp gittiğinde ne çok ağlamıştım ardından. Annesinden ayrılmış bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra…Yıllarca hep doğmuştu o benim için.Bense ona hiç teşekkür etmemiştim.Şimdi ona ve çevremdeki gördüğüm her şeye insanlık yolculuğumda bana eşlik ettikleri için teşekkür zamanıydı.Eğer özgür kalırsam yapacaklarımın listesini yaptım.Hepsi aklımda:
Sevdiklerime sarılacağım ,onları sevdiğimi çekinmeden söyleyeceğim.En sevdiğim tatlıyı iki dilim yiyip kahvemi müzik eşliğinde içeceğim.Ezberleyeceğim dualarım şiirlerim var.Güneşin doğuşunu seyredip batışında şükredeceğim.Hiç görmediğim yerleri gezip özgürce yaşamak için dua edeceğim.
İnsan kaybedince anlıyormuş her şeyin değerini. Yoldaki taşın bile çekermiş hasretini.
BÎHABER GAZELİ
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ i lün
Kus-i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî-haber,
Asker-i a’zâya lerze düştü sultan bî-haber.
Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gâfil, binâsı oldu virân bî-haber.
Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk-i tenim,
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lokmân bî-haber.
Bir ticaret kılmadan ben nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervân bî-haber.
Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb,
Dîde giryân, sine büryân, akıl hayrân bî-haber.
Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var,
Yolum alırsa n’ola ger div vu şeytân bî-haber.
Yol eri yolda gerektir çağ ve çıplak aç u tok,
Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bî-haber.
Çok çarpıcıdır bu gazel…
Divan Edebiyatı üstadlarından, Hak Dostu Niyazî Mısrî’nin bîhaber redifli gazeli ehline malum şaheserlerdendir. Şairin samimi ve manevi derinliği aruza vukufuyla buluşunca anlamadan okuyanların bile farkedebileceği mükemmele yakın bir ahenk ile başını döndürür insanın. Hele mana derinliğine ve ona hizmet eden edebi sanatlara bir şerh vasıtasıyla olsun dikkat kesilenleri mest eder, hayran eder.
Divan Edebiyatı muazzam bir deniz.
Burada gazelin uzun ve derin şerhine girişmeyeceğiz. Yetkin kalemler istifademize yeterince sunduklarından biz, meraklıları onların eserlerine havale ediyoruz. O kalemleri yutan eller; ilmi ve sanatsal, samimi heyecanlarla o eserleri ,şerhleri okuyan gözler dert görmesin.
Bununla birlikte, Hazret-i Mısrî ilginç bir kompozisyon sunuyor nazarlarımıza: İlk iki beyitle bir hal-i pür melali zikrediyor. Kendi şahsında beşeri bir melali…
“Neden düştün bu hallere ey yüce Üstad?” diye soranlara da kalan beyitlerle bu melalin sebeplerinden, insanî sehivlerden, pişmanlıklardan, günahlardan dem vuruyor. Ve bu demi “Yol-Yolcu-Yolluk-Yolculuk-Kervan-Yol Adabı, Erkanı-Kervandan Ayrılmama- ekseninde öyle istiare ve teşhis ve daha nice sanatları, nazmına letafetle derc ederek koyulaştırdıkça koyulaştırıyor. Duyulması lüzumlu bir endişeye, bir teyakkuza sevk ediyor okuyanı.
Hazreti, rahmet ve alkışlarla yad ederken geçenlerde bir şiire daha rast geldim ki bu işin, bu yolculuğun Mısrî’nin yazdığından da çetin olduğunu haykırıyordu.
Kervankıran…
nasihat en büyük rehbermiş meğer
rehbersiz yollarda kalır yol tutan
imanı yoldaşı olmazsa eğer
tuzağa düşürür bir kervan-kıran
aldanma önünde sahte ışığa
yüreğin göğsünde olsun parlayan
umudu yitiren deli aşığa
pranga vurdurur bir kervan-kıran
gözün ufka baksın umudu ara
gönlünü doldursun nurlar’dan akan
umut yoksa gece olur kapkara
yolunu karartır bir kervan-kıran
sabırla rabb’inden muradın dile
hiç kaybetmemiştir o’na yalvaran
zincirler elini bağlasa bile
şaşırtamaz onu bir kervan-kıran
Şiiri okuyunca Değerli Dost, hünerli edip Mehmet Karadayı, Niyazî Mısrî’nin diktiği endişe ve teyakkuz bayrağını resmen yerinden sökmüş ve işi daha ilerilere götürmüş!!” hissine kapıldım.
Günümüzde belki iki yüzyıldır süregelen fikrî çalkantıların doğurduğu marjinalleşmelere, çeşitli çarpık ve çarpıtıcı saiklerle grup, kitle, cemaat, camia ya da franksiyon halinde hatta genel bir toplum olarak topluca düşülen, düşürülen yanlışlara, facialara işaret ediyor bu şiir.
Mısrî diyor: “ Kervandan ayrılma; mazallah yolda kalır, kurda kuşa yem olursun!”
Karadayı da diyor ki:” O kadar kolay değil. Bir Kervana dahil ol ama ona da pek güvenme, dikkat et, helakete topluca düşme riski de var !!!
“Aman etme, eyleme Karadayı, sen ne diyorsun, biz ne yapalım şimdi!” der gibi oldum birdenbire…
Kervankıran bir yıldız… Kutup Yıldızı’na çok benzeyen, ama kendisine uyanları bambaşka bir istikamete gönderen yanıltıcı, yön şaşırttıran, tabiri caizse yalancı bir yıldız.
Bir yolcu var, yolu şarırıyor, kervana ihtiyaç duyuyor.
Bir kervan var, güven duyulan.. gidiyor ama yolcusunun zararına bambaşka bir yere götürüyor. İnsana istikametini şaşırtıyor.
Bir de bir yıldız var, kervanların itimat ettiği, kendisine göre yön belirlenen ama kervanı bir bilinmeze yönlendiriyor, kervanın yolcunusunun yönünü şaşırttırıyor.
Yolcu: Zaten şaşkın, garip; şaşırıyor.
Kervan: Yolcularını şaşırtıyor.
Kervankıran: Şaşırttırıyor… Kervanlara yolcularının yönlerini şaşırttırıyor.
(Türkçe’nin şu müthiş gramerine, her türlü kavramı karşılamaya elverişli sondan eklemeli yapısına acayip meftunum, laf aramızda büyük aşk yaşıyorum. Ama ilan-ı aşk bir başka yazının konusu olsun. 🙂
Şaşıran şaşırana…
Şaşırtan şaşırtana…
Allah korusun, kaybolan kaybolana…
İşte Karadayı diyor ki; dikkat edin Karvankıranlar’a…
Bütün fecaatların müsebbibi Kervankıranlar’a dikkat edin.
Gökbilimciler ne der bu yıldız hakkında pek bilmem ama sevgili Karadayı hiç de müsbet konuşmuyor. Tam da ismiyle müsemma ; şiiriyle yakaladığı anlamı yağız ve azgın, şahlanmış bir küheylan gibi kamçılayıp salıyor yüreklerimize …
“Aman Allah’ım, ne olacak şimdi, nerden çıktı bu Kervankıran, bu şiir ne yapıyor böyle? derken imdada yine şairi yetişiyor.
Meramı zaten kahretmek, yeis vermek değil ki, dikkat çekmek:
“Rehbersiz olma !”
“Rehberin öğütlerini iyi belle!”
“Ama öncelikle rehberini de iyi ve doğru seç, her güzele meyil verme!”
“Bakışaçını dar değil, ufuklara göre ayarla!”
“Her ışığı Nur sanma!, Nur’dan da uzak kalma!”
Öyle kuru aşkla yürünmez bir yol; kalbini o nurla yıka, umutla çağla”
“Amel bohçanı o Nurlar’ın parlattığı vicdanınla bağla!” diyor.
Ve en gerekli tavsiyeyi son dörtlükle veriyor:” Ne istiyorsan başka değil, Rabb’inden dile ! Sabırla ve ısrarla dile !!” diyor.
Sevgili Karadayı, kısa yazdığı için yerinen ve uzun yazabilenleri tebrik eden bir sanatkar.
Ama bakın, Allah ne de güzelim bir şiir lütfetmiş ona böyle.
Ne de çok şey, ne kadar derin güzellikler anlatmış bize kısacık şiiriyle…
Karadayı’nın bize sunduğu bu anlamı Mısrî’nin sehven mi kaçırdığını, yoksa atide istidatlı bir tilmize mi bıraktığını bilemiyorum. Belki başka bir eserde işleniyordur da, ben farkedemedim . Lakin bu iki ruh birgün karşılaşırsa Üstad’ın bu çağdaki değerli yüreği tebrik ve şefkatle kutlayacağını tahmin ediyorum.
Bu iki şiiri bir arada değerlendirince insanın Bîhaber’e bir nazire, Kervankıran’a manzum bir şerh yazası geliyor. Bakalım, kısmetse neden olmasın?
İltifat diye yazmadım ben bu yazıyı. Ama şurası aşikar ki Sevgili Karadayı’nın “yeraltı dünyası” ile ilişkileri pek kavi.
Hazret-i Mısrî gibi, kabre gireli yüzyıllar olmuş duayen, muhteşem gönül erleriyle nasıl bir bağ varsa aralarında onların şiirlerinde murat ettikleri manalara bilinçlice ya da bilinçaltınısının sevkiyle bir başka güzellik, derinlik katabiliyor, mütemmim ve tercüman oluyor, tasdik ediyor.
Kıskanmadım dersem yalan olur, Allah bağlarını ve muhabbetlerini artırsın, bize de nasip eylesin.
Şeklen 11’li hece ile yazılmış Kervankıran. Mısrî’deki Aruzun zerafetine denk bir letafette olmuş; akıp gidiyor…
a
b
a
b
c
b
c
b
d
b
d
b
şekliyle hem çapraz kafiye örgülü hem de nakaratı andıran redifli bir yapı kurulmuş.
İlk dörtlükte ikinci dizedeki “tutan” ve dördüncü dizedeki “kervankıran” kelimeleri göz alıcı ve sağlam bir kafiye kurmuş. Ki ben de bu usulü çok sever ve sık sık böyle yazmaya çalışırım.
“yüreğin göğsünde olsun parlayan” mısrası “göğsünde yüreğin olsun parlayan” şeklinde daha intizamlı olabilirmiş.
Dörtlüklerin son mısralarında, redif gibi tekrarlanan “kervankıran” kelimesi ile ikinci mısralardaki son kelimeler arasında güzel bir kafiye yakalansa da rediflerden(kervankıran kelimelerinden) önceki sözcüklerde uyak örgüsü zayıf kalmış ve bir kusur gibi durmuş. “Acaba daha iyi ayarlanamaz mıydı?” diye geçti içimden. Ama olsun…
Koskoca, devasa Fuzuliler’de, Veyseller’de kusur yok muydu da Karadayı müberra kalsın, insanız elbet.
Bir kaç bölgesi azıcık deforme olmuş libas yüzünden içindeki muhteşem vücudu yok saymak, tenkit etmek insaf ve iz’an olmaz.
Samimiyet ve anlam her zaman, her yerde, herşeyden önde gelir. Önemli olan içinden gelen duruluğu kağıda katışıksız dökebilmektir.
Ve gerçekten, Mehmet Karadayı’nın Kervankıran şiiri Hazret-i Mısrî’nin şaheserine mütemmim, sadık ve samimi bir arkadaş olmuş.
Dostoyevski’nin klasik romanı. 687 sayfalık bir baş yapıt. Dostoyevski Suç ve Ceza romanında mükemmel bir olay örgüsüyle olayları kişileri mekanları adeta mühendis titizliğinde bir kanaviçe gibi işlemiş. Her karakteri boyutlandırmış psikolojik incelemelere adeta ışık tutmuş. Drama açısından rüya, hayal, mektup, rastlantı gibi objelerle olay örgüsünü örerken mükemmel bir şekilde adeta sinekten yağ çıkartmış. Tekrara, sözcüklerde dahil düşmediği gibi merakı hep pik noktada devam ettirebilmiş. Cümlelerde, hikayede yalınlaştıkça derinleşme gibi model ortaya koymuş. Yazar çürümüş toplumun suç ürettiğini seçkin insanlarında bu aşağılık durumlara tevessül edebileceğini fakat suçu hakkıymış gibi işleseler de vicdan ve kader mekanizmasının muhteşem işleyişi karşısında yaşamı sorgulayacak noktaya gelişlerini bu çıkmaz sokaktan çıkışı aşk ve inançla yenilenerek sağlanabileceğini anlatmış. Kendi adımıza çokça üzüldüğüm yaklaşımı ise iki dünya güneşi Efendimizi (sav) takdir ederken yanlış tanımasıydı. Öyle ki yazar, seçkin ve faziletli bir insan olan Efendimiz (sav) mutlu yarınlar için engelleri kanlı kılıçla aşan ve bu konuda hakkının da olduğunu iddia ediyor. Bize ise Efendimizin (sav) Kuran’dan aldığı talimle insanlık için sulh peygamberi olduğunu anlatmak düşüyor. Unutmadan ekleyeyim yazar toplumu ikiye ayırıyordu. Birinci gurup, çoğunluğu oluşturan emir alan topluluk. Bu gurup toplumun bugününü İkinci emir veren seçkin gurupsa toplumun yarınlarını inşa eder diyordu. Bu yaklaşımda tezatlar da olabilirdi. Şöyle ki birinci guruptan olan birisi kendisini ikinci guruptan sanarak kanun koymayı zorbalıkla isteyebilir ve çok acılara sebep olabilirdi. Fakat bu kişi kendisini Napolyon’un yerine koymakla Napolyon olamayacağı gibi taraftarları tarafından mutlaka alaşağı edilir diyor Dostoyevski. Dilerim son önermesinin hayat bulduğu bizim toplumumuzda Napolyonculuk oynayanların akıbeti biran önce icra edilir.
Dipnot 1:Dostoyevski gibi etkili yazmak için; idama mahkum olacağını bilerek gizlice Belinski’nin Gogol e yazdığı bir mektubu okumak ve yakalanıp idama mahkum olmak, idam günü ilk üç mahkumun idam sehpasına çıktığını görmek, birazdan o sehpaya çıkacağını hissedip idamın ertelenip kürek cezasına çarptırılmak suretiyle sürgünü yaşamak ve o cepteki idam cezasına rağmen arzu ettiği özgür toplum için yine inandığı değerlere sahip çıkıp Suç ve Cezayı yazmak lazım.
Dinpnot 2: Bu kitabı zayıf inançlı insanların okumasının sonucunda suç üretebilirler gibi bir endişeye kapıldım.
Bu aşka damlayan demlenen her an
Istırap büyütür güneş, yıldız, kum
Yüreğim pervane; göçler ki Sana
Bu ben/den bir vakit…Seni bulurum
Bu aşka damlayan demlenen her an
Ah her şey hep bir/den; birden kalmışlık
Nelerden vazgeçtik kim bilir neler
Sıyrıldı geceler ve aldanmışlık
Açılır bir/den sırlı perdeler
Ah her şey hep bir/den; birden kalmışlık
Mirastır belki de renkler tuvalden
Harmani bir aşkla ellerimden tut
Vurmuştu kıyıya ben/de ne varsa
Sus bir şey söyleme, sükût hep sükût
Mirastır belki de renkler tuvalden
Yaşar BEÇENE
Hayatımızda belli dönüm noktaları vardır ve bazıları için şansının döndüğü,bazıları için acı bir an olarak hatırlanır. Her iki durumda istikameti sağlayabilenlere ne mutlu.
Yakinen tanıdığım arkadaşımın başından geçenleri siz değerli okuyucularıma aktarmak istiyorum. Okuyacağınız her şey yaşanmış gerçek bir olaydır. Her şey o malum Temmuz gecesinden sonra başlar.
Karı koca olarak dünyalık pozisyonları gayet iyi ve maddi açıdan durumları oldukça iyidir. Aniden işsiz kalıp, sonrasında evin reisi olarak iş arayan ama tüm kapılar yüzüne kapanan adam çareyi yurtdışına gitmekte bulur. Vizesiz gidilen bir iki ülkede yeni bir hayat kurmak amacı ile ailesini Türkiye’de bırakarak tek bir çanta ile yola düşer. Ama gittiği ülkelerde de durum pekte iç açıcı olmadığı için çaresiz geri döner. Bir müddet kenara koydukları kara gün parası ile geçinirler. Sonra bir arkadaşı vasıtasıyla hayaller ve özgürlükler ülkesinden bir iş teklifi alır.Aile olarak gidip gidemeyeceklerinden emin olmamakla birlikte bir yandan hazırlık yaparlar. Hazırlık esnasında farkederler ki bütün işleri kendileri de hayret edecek şekilde yolunda gitmektedir. Öyle ki çok gizli tuttukları bu durumu bozacağından endişe ettikleri karşı komşunun, annesi o hafta merdivenden düşerek ayağını kırar ve komşular da ona bakmak için evden ayrılırlar. Allah adeta tüm kapıları açmış ve hicreti onlar için kolaylaştırmıştır.
Uzun bir yolculuktan sonra yeni diyarlarına ulaşırlar. Yavaş yavaş kendilerine bir düzen kurarlar.Ramazan ayı gelince işten dönen evin reisi başının döndüğünü söyleyince hanımı açlıktan olduğunu düşünür. Ama ilerleyen günlerde baş dönmesi artarak devam eder.Gittiği doktorların hepsi Vertigo teşhisi koyar ama adam bir türlü iyileşemez.Kendisi gibi oralara hicret eden ama mesleklerini yapamayan Türk doktor arkadaşlar devreye girer ve adama beyin filmi çektirmesini tavsiye ederler.Çekilen filmler sonucunda adama kanser teşhisi konur.Akciğerden beyne sıçrayan ve artık son evreye gelen ama hiçbir belirti vermeyen o zalim illet onu da bulmuştur işte.Ama tevafuk bu ya yeni diyarları dünyaca meşhur bir hastanenin bulunduğu şehirdedir.Adeta bir sevk-i İlahi olmuş ve “ Git tedavini orada ol” denmiş gibidir kendisine. Zira dünyaca ünlü hastanenin doktorları en gelişmiş tedavi yöntemlerini uygulayacaklarını söylerler.
Temmuz ayındaki o melun olaydan sonra adeta ikinci bir şok yaşayan aile hiçbir yakın akrabanın olmadığı yeni diyarda akrabadan öteye geçen güzel dostları sayesinde zorlu geçen ameliyat sürecini atlatıp evlerine geri dönerler. Artık evin tüm yükü kadının omzuna binmiş, daha gurbetin acısını atlatamadan gelen bu sinsi hastalık, evin geçimi,hasta bakımı,çocuklar ve ziyaretçiler ile daha yoğun geçecek günlerin kapısını aralamıştır. Öyle ya hem ev hem de çocuklar ile ilgilenilecek hem de hastanın moralini yüksek tutmak için ruhunda kopan tüm fırtınalara rağmen güçlü görünecektir. Evdeki hiç kimseye göstermeden bazen herkes uyuduktan sonra bazen de banyoya saklanarak sessiz sessiz günlerce ağlar kadın.Bir gün tüm cesaretini toplayarak bu hastalık süreci ne kadar devam edecekse sonuna kadar hem kendisi hem de çocukları için güçlü durmaya söz verir ve Allah’ın lütfettiği sabır ile eşinin son anına kadar kendi üzerine düşen tüm vazifeleri yerine getirir.
Doktorların istatistiklere dayanrak verdiği bilgilere göre 1-5 yıl arası yaşar denilen hasta 3 yılın ardından gurbet diyarında ruhunu Rahman’a teslim eder.
Bu zorlu süreçte hem anne hem baba olan ve acısını içine gömerek dik ve güçlü duran tüm kadınlarımıza saygılarımı sunarım.
Frida