Muvakkat Elemler, Bakî Lezzetler / Alim Sariye


İnsan, beden ve cismaniyet itibarıyla bütün varlık alemine nisbeten bir zerre hükmündedir. Akıl, vicdan, ruh ve tefekkür zaviyesinden bakılırsa yaratılmışların en eşrefi.[i] Onun dünyadaki arzu ve ihtiyaçları sınırsız, buna mukabil elde edebildiği ve kazandığı şeyler sınırlıdır. Varlık sahasında bedenen ve cismen zayıf ve güçsüz olmasına rağmen o, kainat kitabının küçültülmüş bir numunesidir.[ii] Ancak, bunca mazhariyetleri o küçük cirmi ve cismaniyetiyle ihraz etmemiştir. Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratırken, özü, mahiyeti, iç donanımları ve nefha-i ilâhi olan ruhuyla, kâinattaki diğer varlıklar arasında farklı bir faikiyetle mazhar kılmıştır. İnsanı mahiyetine göre en güzel şekilde kıvama koymuş, ve mükemmel bir nizam üzere yaratmış, manen yücelerin yücesine, en büyük makamlara çıkarmış[iii] ve Cennete layık bir kıymet kazandırmıştır. Mehmet Akif’in tabiriyle: Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir..

Mâhiyyeti böylesine ulvî vasıflarla donatılmış ve saymakla bitmez nimetlerle serfiraz kılınmış insan, istikametini muhafaza edip Hakk’ın rızası dairesinde gayret gösterirse, arş-ı âlâ’nın sakinlerini dahi imrendirecek bir seviyeye ulaşabilir. Ne var ki, bu safveti ve samimiyeti muhafaza edemeyip yerinde kalakalırsa, aşağılara, aşağıların aşağısına düşme ihtimali vardır.[iv] İnsanın keyfiyetine göre böyle üstün dereceleri, aynı zamanda esfel-i safilîn’in karanlıklarına doğru sükut eden derekeleri vardır. Bu derecat içerisinde sürekli yukarılara doğru mesafe katedenler, birer elmas ve pırlanta gibi değerlenecek, isyan ve inkırazla kendi nefislerine zulmedip aşağılara doğru irtifa kaybedenler de kömüre inkılab edecektir.

İşte elmas ve kömürün birbirinden ayrılıp ilahî adaletin tahakkuk etmesi için, yeryüzünü bir imtihan meydanı olarak yarattı. Hazreti Adem (Aleyhisselam)den bugüne kadar bu meydan dolup dolup boşaldı. Her nefis kendi tercihini yaptı. Kimi pırlanta kıymetini aldı, kimi de kömür olmayı tercih etti. Herkes ne ettiyse kendine etti. Öteler için kim ne kazandı, neyi kaybetti Allah bilir. Halbuki bu dünya hayatı Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in mübarek beyanlarına göre bir ağacın gölgesinde muvakkaten dinlenip sonrasında orayı terketmek gibidir.[v]

Cenab-ı Allah (Celle Celâlühu) insanlığın hidayeti için peygamberler gönderdi. Onlar, Cennete giden yolları aydınlatan birer projektör misali, Allah’tan gelen vahiy ile insanların yürüdüğü güzergâhlara ışık tuttular. Vazifelerini bir ücret karşılığında değil,[vi] sadece Allah rızası için ve insanlığın dünya ahiret saadeti adına tebliğ vazifesini hakkıyla eda ettiler. Ne var ki Allah’ın en sevgili kulları peygamberler, kendilerine inanmayanlar tarafından şiddetli zulümlere maruz kaldılar. Onlar, beşerin tahammül edemeyeceği imtihanları sabırla ve nebi olmanın feraseti ile aştılar.

Hazreti Âdem, Peygamberler zincirinin ilk halkası olması hasebiyle ilk imtihanlarla karşılaşmış, şeytanın binbir türlü tuzaklarına karşı sürekli müteyakkız olmuş, yeryüzüne indirildikleri andan itibaren Hazreti Havva ile birlikte dua dua Cenab-ı Hakk’a yalvarmışlardır. Bir yandan iman ile küfür arasında sürekli cedelleşen evlatlarının kavgaları, hased ve kıskançlık girdabında duygularına yenilerek Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle, yeryüzünde ilk kan dökülmüştür.

Kur’andaki Hazreti Âdem kıssası, bütün insanlığın kıssasıdır. İnsanlık imtihan için dünyaya gönderilmiştir. Asıl şeytanla mücadele burada olacaktır. Sabredip imtihanı kazananlar, çile ve ızdıraplı günleri geride bırakıp ebedi Cennet bahçelerine, şeytanın peşinde olanlar da kendi elleriyle inşa ettikleri Cehennem çukurlarına girecektir. Miraçta Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Âdem ile karşılaştığında o, sağına bakıp gülüyor, soluna bakıp ağlıyordu. Sağında olanlar onun soyundan gelen cennetlikler, solunda olan karaltılar da yine soyundan gelen cehennemliklerdi. O, peygamber olmanın safveti ve nesline olan merhameti sayesinde herkesin cennete girmesini diliyor, cennetlikleri gördükçe aydınlık yüzünde nebevi tebessümler açıyor, cehennemlikleri müşahede ettikçe mahzun bir edaya bürünüp yağmur bulutları gibi gözlerinden yaşlar boşalıyordu.

Ebedi saadet vaadiyle gelen Hazreti Nuh (Aleyhisselam), kavmi tarafından sürekli ölümle tehdit ediliyor, “haydi bize azabı getir![vii] diyerek inançsızlıklarını ortaya koyuyorlardı. Aynı zamanda Allah’ın emrine istinaden büyük bir gemi yapmaya başladığında kendisini alaya alıyor, müstehzi tavırlarla peygamberi rencide ediyorlardı. Tufan vakti gelince Hazreti Nuh herkesi gemiye davet ediyor, gemiye binenler kurtuluyor, fakat oğlu Kenan ve küfürde ısrar edip peygamberin gemisine binmeyenler suların altında kalarak gark oluyorlar.

            Hangi peygamber vardır ki kavmi tarafından yalanlanmış olmasın. Hangi nebi vardır ki cahillerin ithamına maruz kalmamış olsun. Hz. Hûd, Âd kavmini makul düşünmeye davet ediyor, kavmi ise onu bir peygamberde asla bulunmayacak olan mantıksız şeylerle itham ediyordu.

            Hazreti İbrahim’in dünyaya gözlerini açtığı sene Nemrut’un ilahlığını ilan ederek erkek çocukları için ölüm emrini verdiği sene idi. Annesi onu Nemrut’un şerrinden muhafaza etmek için bir mağarada gizlice dünyaya getirdi. Yıllar sonra oğlu İsmail ve Hacer validemizle beraber çölleri aşarak Bekke Vadisi’ne ulaşıyor. Kucağında Hazreti İsmail olduğu halde Hacer validemizi bu ıssız çölde yapayalnız bırakıp geri dönmek zorunda kalıyor. O bir peygamber olduğu için vazifesinin peşinden koşuyor. O dönerken ıssız sahralar, Hazreti Hacer validemizin feryatlarıyla yankılanıyor. Bütün bu sahraların sahibi, gecenin ve gündüzün sahibi, alemleri yaratan yüce Allah o masum çocuğu ve annesini en güzel nimetlerle serfiraz kılıyor.

            Aradan yıllar geçtikten sonra İbrahim (Aleyhisselam), gördüğü bir rüya üzerine oğlu İsmaili kurban etmek için yere yatırıyor. Hazreti İsmail’de derin bir tevekkül ve teslimiyet.[viii] Hiç itiraz etmiyor. Biliyorki o bir peygamber ve bütün icraatlerini Allah’ın emriyle yapıyor. Bu da Allah’ın emri olduğuna göre, vardır bunda bir hayır. Ama nasıl bir imtihanın cenderesinden geçiyorlar? Babası Azer ile ilgili yaşanan imtihanlar ve putperest bir kavimle ettiği mücadeleler meselenin farklı bir boyutu. Hz. İbrâhîm’i ateşe atmak üzere mancınığın üstüne koyduklarında, o başını göğe kaldırıp: “Allah’ım! Sen yerde de gökte de teksin. Allah bana kâfidir. O ne güzel vekîldir.” diyerek dua etti. Ateş onun için berd ü selâm[ix] oldu ve ona zarar vermedi.

            Hazreti Yakub’un oğullarıyla, Hazreti Yusuf’un kardeşleriyle imtihanı.. kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hazreti Yusuf’un hicran dolu günleri.. Bir köle gibi satılması.. Sarayda Azizin hanımı tarafından iftiraya uğraması.. Suçsuz yere zindanlarda geçirdiği çileli günler. Farklı farklı imtihanlar karşısında sabırla mukabele etmiş, iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı göze almış ve kıyamete kadar gelecek olan bütün ehl-i imana bir hayâ timsali olmuştur.

            Efendiler efendisi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha çocuk yaşında yetim ve öksüzlüğün acısını tatmış, dedesinin ve amcasının himayesinde gelecek günlere tutunmuştur. Peygamberlikle serfiraz kılındıktan sonra en başta en yakınındakiler olmak üzere Mekke’deki kabilelerce hor ve hakir görülmüş, her fırsatta itilip kakılmış, Allah’ın evi olan kâbede başı secdede iken o mübarek başa deve işkembesi konulmuş, dakikalarca öyle kalmış, cennet kokulu Fatıması feryatlarla koşarak babasının yanına gelmiş, o küçücük elleriyle bir taraftan işkembeyi kaldırmaya çalışıyor, bir taraftan hıçkırıklar arasında; babacığım ne oldu sana? diyordu. Allah aşkına hangi çocuk babasının bu halini görmek ister? Hangi baba böyle bir durumda iken evlatlarıyla karşılaşmak ister? O bir taraftan Fatımasının gözyaşlarını silerken; Korkma kızım, Allah senin babanı zayi etmeyecek ve koruyacaktır.[x]

            Gün gelecek zulüm ve işkenceler iyice artacak, Mekke’de yaşamak dayanılmaz hale gelince, Müslümanlar Allahın emriyle hicret yollarına düşüp Medine’ye gideceklerdi. Kafile kafile çölün kavurucu sıcaklarında sahabe efendilerimiz doğup büyüdükleri beldeyi terketmek zorunda kalmış Medineye doğru yola koyulmuşlardı. Gün geldi Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Ebubekir (radıyallahu anh) ile beraber yola çıktılar. Yolda efendimiz dönüp dönüp hüzünle Mekke’ye bakıyor sanki birşeyler söylemek istiyordu. Son defa dönüp baktı ve: Ey Mekke! vallahi kavmim bu ayrılığa sebep olmasaydı senden ayrılmak istemezdim.[xi]

            Bütün peygamberler çetin imtihanlardan geçtiler. Nebiler, sıddikler ve daha sonra gelen peygamber yolunun salihleri muvakkat elemler yaşasalar da, ebedi lezzetlere, Hakk’ın rıza ve rıdvanına vasıl oldular.

            İçinde bulunduğumuz bu firkat asrında bu davaya omuz veren peygamber yolunun kutlu yolcuları, bidayettekilerle beraber aynı kaderi paylaşıyor, sadece Allah dedikleri için, Onun rızası istikametinde fedakarca, mertçe, hakkı hakikati haykırıp, firavunların önünde diz çökmedikleri için ve Allahtan başka hiç kimseden korkmadıkları ve kimseye boyun eğmedikleri için, türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış, onbinlercesi işinden ve mesleğinden uzaklaştırılmış, kadın-çocuk, yaşlı-hasta demeden binlerce masum zindanlara atılmış, binlercesi vatanından koparak hicret yollarına düşmüş, Meriç Nehrini geçerken suda boğulan insanlar, ailelerinden uzaklarda gurbet topraklarına defnedilmiş, nice çocuklar annesiz-babasız, nice anne-babalar da çocuklarına hasret gitmiş, çocuklarına hasret analar sütlerini toprağa sağmışlar, nice güzel insan demir parmaklıklar arkasında ruhlarını teslim etmişler.

            Bunca zulüm ve işkencelere rağmen sabredenler, sahabeler gibi imanın zirvesine doğru yürüyenler kazanacaktır inşaallah. Tarihte bunun yüzlerce misali var. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmedim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.[xii]

            Yıllar önce kürsüden gönüllere taşan “Hey Gidi Günler” nidalarını gözyaşlarıyla dillendiren asrın hatibi, geçmişte yaşanan çileli günlere, sarmaş dolaş olduğumuz, makam mansıp hesaplarının yapılmadığı, birbirimiz içinde fani olduğumuz, beraber ağlayıp beraber gözyaşlarımızı sildiğimiz, samimiyet gamzeden sinelerimizle birbirimize hasret yaşadığımız, şöhret nedir bilmediğimiz gariplik günlerine duyulan özlem ve iştiyakı dile getiriyor. Sonrada “hey gidi günler, sizler ne kadar uzaklarda kaldınız. Bizler ne kadar büyüdük, sizler ne kadar küçüldünüz” derken, aradaki mesafeyi, hasreti, özlemi terennüm ediyor.

            Şimdi dönüp maziye baktığımızda, rahat ve rehavetle geçen zamanlar ruhlarımıza elem verirken, çekilen çileler ve sıkıntılar lezzet veriyor. Mazideki meşakkatli günler, bugün ruhlarımızda tatlı bir esintiye dönüşüyor. Bu çileli günler de elbet geçecek. Dua ve namazla sabredeceğiz. Ve bir gün geriye dönüp baktığımızda muvakkat elemler gitmiş, bakî lezzetleri kalmış olacak.

Alim Sariye


[i] İsrâ/70

[ii] Sözler 72

[iii] Tin/4

[iv] Tin/5

[v] Tirmizî, Zühd, 44, 2377

[vi] Şuarâ 109

[vii] Hûd/32

[viii] Saffat/102

[ix] Enbiya/69

[x] Müslim, Cihad, 107

[xi] Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 3/283

[xii] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: