Otuzunda Kadın
“Bir yaş vardır ki, insanlar kendini beğenmişliğin verdiği aldatıcı sevinçlerle yetinmek zorundadır.”der Balzac. Bahsedilen yaş, kadınlar için de erkekler için de otuzolsa da, aslında, kişiye ve çekilen çilelere göre ileri veya geriye gidebilir. Peki, niçin otuz? On sekizinde başlayan gençliğin pırıltısı, otuz yaşa gelince söner de ondan. Şayet, rahat ilerleyen bir hayatımız varsa, kendini beğenmişliğin verdiği o aldatıcı sevinçler kırka kadar da sürebilir. Zaten kırk yaş, zaruri bir dönüşüm yaşıdır. Kabullenmek zor olsa dabu gerçek değişmez.
İnsan için en zor şey, herhalde kendi hakikatini fark etmek ve kabul etmek olsa gerek. İnsan, kendine hayran olmaya meyilli yaratılmış çünkü. Gösterişe, iç beğeniye ve övünmeye düşkün olması bundandır; servet ve şöhret tutkusu da öyle. Rahat yaşamak, ışıltılı ve görkemli bir ömür sürmek arzusu çepeçevre kuşatır onu. Aslında bu, cennette sunulacak nimetlere bu dünyada sahip olma aceleciliğinden ileri gelir. Elde etmesi kolay olmayan bu imkânlar için pek çok insan, ömrünü tüketse de, bazıları,zengin, şöhretli veya makam sahibi kimselerle evlenerek en kestirme yoldan ona kavuşmayı tercih eder. Eder etmesine de, tıpkı şöhret gibi, bu dahi zehirli baldır.
Evet, evlenmek hayatın zaruretidir. Sevmeye ve âşık olmaya fıtri bir eğilimi olan insan, zamanı gelince,seveceği ve kendini feda edeceği bir eş arayışına girer. Aradığıyla karşılaşmak, karşılaşılsa bile kavuşup kavuşamama problemi vardır. Çünkü zihinler, ilk olarak, idealize edilmiş medyatik suretlerle karşılaşmış ve onlarla dolmuştur. Kız olsun erkek olsun, evleneceği kişinin o ünlülerden veya benzerlerinden olmasını ister. Fakat çoğu kez medyada karşılaşılan o kurgu güzellerle gerçek hayatta karşılaşmak zordur. Ta en başta, ilk karşılaşmalarda ‘elektrik alamama’nın temelinde de bu vardır. Bundan dolayı, pek çok insanın bulduğu, aradığı olmaz.
Bazen iki kişi birbirini beğenerek, bazen de biri diğerini gözünde büyüterek evlenir. Her evlilikte, çatışma dönemleri illa gelir. Ve sanki adi bir mesele gibi, hemen ayrılık zilleri çalar. Hele bu, iki ünlünün evliliği ise, boşanma gecikmez. Şöhretli veya mevki sahibi insanlarla evliliklerde, Balzac’ın, “Şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı, yanına yaklaştığınız zaman dağ zirvesi gibi soğuktur.” cümlesindeki soğukla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değildir. Yine de, bu tür evliliklerin ışığına ve sıcaklığına koşan çoktur ve donma pahasına da olsa aldananı eksik olmayacaktır. Tıpkı Julie gibi.
Peki, Julieda kim, diyeceksiniz? O, klasik romanın babası kabul edilen Balzac’ın “Otuzunda Kadın”ıdır. Küçük yaşta öksüz kalan Julie, evlilik çağına gelmiş güzel bir kızdır. Gözünü kör eden aşkı sebebiyle baba nasihatini dinlemeyerek Napolyon’un subaylarından Victor ile evliliği seçer. Bu evlilik onu Aiglemont markizliğine yükseltir lakin mutlu kılmaz. Hayal ettiği gibi aşktan sevgiye değil, aşktan toplumsal bir ödeve, oradan da acı ve ıstıraba sürüklenir. Babası, hayat tecrübesine dayanarak, çok değil, on yıl sonra bu durumu yaşayacağını söylemiştir. Fakat olan olacak ve o, yazarın deyimiyle, kökünü kara bir böcek kemiren güzel bir çiçeğe dönecektir.
Julie’nın durumu, Yazarın ifadesiyle şöyledir:“İnsanlar, duygular, dünya üzerinde masalımsı düşünceler uydururlar. Sonra da, hayal ettikleri bulunmaz özellikleri pek böncesine, birinin üzerine konduruverirler, buna kendileri de inanırlar. Seçtikleri adamda onların sevdiği işte bu hayali yaratıktır. Gelgelelim, daha sonra, iş işten geçip de felaketin içine gömüldüler mi, öylesine süsledikleri o aldatıcı görünüş, ilk tapındıkları put iğrenç bir iskelet oluverir.” Ama iş işten geçmiştir. Aytmatov’un, “Mutlu evlilikler vardır ama azdır.” sözünün bir yanı buraya bakar.
Ünlüler veya yüksek zümre insanları, sair halkın gözünde rüya gibi bir hayat sürse de gerçek öyle değildir. Bunu bir başka usta romancı, Elif Şafak şöyle dile getirir: “Ünlülerin başkalarının gözündeki imajları ile yalnız kaldıklarında ortaya çıkan kişi arasında kapanmaz gedikler vardır hep. Bazen en yakınları bile anlayamaz bu bölünmüşlüğün derinliğini.” Şafak, güçlü bir örnekle, “Gilda” karakteriyle ünlenen ve pek çok mutsuz evlilik yapan Rita Hayworth’le pekiştirir sözünü. Vitrinde olmanın kadın tarafını temsil eden Hayworth’ün şöhretten dili epey yanmıştır ve söylediği söz unutulacak gibi değildir: “Bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle uyandılar…” Sonuç: Elbette ki mutsuz evlilik, erken ayrılık.
“Otuzunda Kadın”, olayların tahmin ettiğimiz bir hat üzerinde akıp gideceğini beklerken çok çabuk ve ustaca geçişlerle yepyeni mecralara açılan ve okuru şaşırtan masalsı bir kitap. Balzac, hayata, tecrübeye ya da ‘vitrindekiler’e dair gerçekçi gözlemleri ve tespitleriyle, kurduğu hikmet dolu cümleleriyle bir yazardan ziyade sanki bir bilge olduğunu düşündürür. Geçmişe bakan yönüyle krallar, günümüze bakan yönüyle de siyasiler üzerine tespitlerini okuduğumuzda, romanın yazılma sebebinin aslında bu konu olabileceği akla gelir. Yazar, kırsal kesimden gelmiş bir entelektüel olarak, ihtişamlı bir şekilde göz önünde duran ve bulunduğu yeri hak etmeyen soylu, varlıklı veya muktedir kimselerle bu eser vasıtasıyla hesaplaşır gibidir. Çünkü çağlar geçse de dünyada değişen bir şey yok.
Bazen gözlemci olarak, bazen de içinde yer alarak, “Her eserde kendimizi, toplumumuzu, dönemimizi okumamız.”, yazarların insanı yakalama başarısıyla ilgilidir. Klasikleri ve yazarlarını farklı kılan da budur aslında. Erken yaşta ölmesine rağmen, yüz otuz civarında eser bırakan Balzac’ın,yalnızca öne çıkan romanları değil, “Otuzunda Kadın”ı da, değerli bir ilgiyi hak ediyor. Şayet, okumanın teselliye dönüştüğü bir ortamdakarşıma çıkmasaydı, belki de hiç fark etmeyecek ve okumaktan mahrum kalacaktım. Bereket ki öyle olmadı.
Cihangir Asyalı
Bir Cevap Yazın