Hiç çocuk sahibi olamamış ancak tüm yeğenleri tarafından anne olarak görülmüş, yeğenlerinin çocuklarının babaanne ve anneannesi teyzemin, eşi 1992 yılında vefat edince dört duvar arasında yapayalnız kalmıştı. Hem işlerinde yardımcı olmak için hem de kısa bir süre de olsa yalnızlığına ortak olmak için teyzemin yanına gitmiştim.
İlk birkaç gün çok dikkatimi çekmese de sonrasında her sabah Ahmet Kaya ile uyandığımı fark ettim. Karşı komşusunun oğlu her sabah bıkmadan usanmadan Ahmet Kaya dinliyordu.
O güne kadar, solcu, komünist (!) diye nitelediğimiz Kaya’yı dinlemek beni bayağı rahatsız ediyordu. Hatta birkaç defa uyarmak istediğimi güzel teyzeme söylediğimde “aman oğlum sen bugün varsın, yarın yoksun beni bunlarla kötü etme” ikazı ile vazgeçtim. Uykumun katili (!) ‘Başım Belada’ kafamın bir yerine kazınmıştı.
Takvimler 1995 yılının Eylül ayını gösterdiğinde daha taptaze gurbete çıkmış, gencecik bir öğretmen olarak Türkmenistan’ın kuzeyinde yer alan küçük ama orada kalan herkesin bütünleştiği, geride çok güzel hatıralar bıraktığı, yokluk çölünün varlık sahası Köneürgenç şehrindeki Türkmen Türk okulunun bahçesinde dolaşıyordum. Okulun birinci katındaki İngilizce odasından müzik sesi geliyordu. Kulak kesildiğimde, kulaklarıma inanamadım uyku katilim (!) “Başım Belada”
Biraz dinledikten sonra ses kesildi. İngilizce öğretmenimiz aşağıya indi.
- O çalan Ahmet Kaya mı?
diye sordum.
Tebessüm ederek evet dedi
- Siz Ahmet Kaya mı dinliyorsunuz?
Deyince onayladı, sıla özlemi gözlerinde okunan arkadaşım
- Yakında siz de dinlersiniz hocam, dedi.
Birlikte yemekhaneye doğru yürürken kafamda “yakında siz de dinlersiniz hocam” sözleri yankılanıyordu. Ne de olsa daha tecrübeli bir özlem geçmişi vardı. Çiçeği burnunda bir gurbetçi olarak acaba dinler miyim diye mırıldandım.
Geçen yıllar içinde Ahmet Kaya ile yıldızımız pek barışmadı. Gurbet yıllarında neredeyse hiç dinlemedim.
Efkârlandığım zulmet günlerinde çocuklar sevdiğim sanat müziği ve halk müziğinin yanında bir iki de Kaya parçaları açardı. (Laf aramızda bir yemek yaparken bir de kahve ile iyi gidiyor.) Sözlere dikkat kesilmeden, sadece melodik olarak dinlerdim.
Eylül 2020’de twittera bakarken bir dertlinin “siz benim neler çektiğimi nerden bileceksiniz” yazması dikkatimi çekti. Bıraktım telefonu hakikaten biz neler çektik, çekiyoruz, çekeceğiz, çektirdiler diye düşünmeye başladım. Sonra Ahmet Kaya geçti aklımdan acaba ne çekmişti?
Sözü saza kurban etmemek için internetten ‘siz benim neler çektiğimi nerden bileceksiniz’i okudum.
Ve tam 25 yıl sonra, yakında kısmını bir kenara koyarsak, arkadaşımın kehaneti tutmuş, can kulağı ile Ahmet Kaya dinlemiştim. Film şeridi gibi yaşadıklarım, can dostlarımın yaşadıkları, hiç tanımadığım ama hayatıma dokunan pek çok kişinin yaşadıkları hatta yaşayamadıkları geçiyordu. Meriç’te, Ege’de hayata tutunamayan minicik bedenlerin suda çırpınışları… hayalen uzattıkları ellerini tutamamanın ızdırabı… anne babaların çaresizliği… cezaevlerinde yürümeyi, konuşmayı öğrenen, denizin ve de gökyüzünün mavisini, çimenin yeşilini, toprağın kokusunu bilmeyen yavrular… evladından ayrı bırakılan analar… yârine özlem duyan yiğitler… hastalar… yaşlılar… salmıştım artık.
Açtım defaatle dinledim. Yanarak, çekerek, kaçarak, içerek, susarak, küserek ve de ağlayarak dinledim.
Yusuf Hayaloğlu ve Ahmet Kaya elele vermiş, yıllar önce beni ve benim gibi binleri, yüzbinleri anlatmışlardı.
… Siz benim nasıl yandığımı nerden bileceksiniz
Roma’nın filozof imparatoru Marcus Aurelius “insanlar sizi sadece; canları aynı yerden yandığında anlayabilirler” diyor.
Bizim yangınımızı insanlar bazen umursamazca, bazen keyif alarak bazen de acımasızca seyretti. Bu yangına odun taşıyan o kadar çok insan oldu ki taşınan odunlar utandı taşıyanlar utanmadı, usanmadı. Yangınımız onların Nevruz Ateşi’ne döndü. Sessiz çığlıklarımızın etrafında raksettiler. Bir gün kendi etraflarını da saracağı ihtimalini düşünmeden. Çünkü daha canları aynı yerden yanmamıştı.
… Siz benim neler çektiğimi nerden bileceksiniz.
Daha düne kadar, uğruna canınızı rahatlıkla ortaya koyacağınız insanların sadece sizden değil evlatlarınızdan bile çekinir olması beden ayakta iken ruhun nasıl yıkıldığının resmi gibidir. Dede, anneanne, amca, dayı, hala, teyze, abi, abla kavramlarının değerini bir anda yitirmesi.
En zor anınızda emanetleriniz için “bu çocukları hemen buradan al”ı duyduğunuzda mahçup, mahzun “bana birkaç gün müsaade…” derken cümlenizi bitiremeden “bu işin birkaç günü yok” cevabı. Elinizdeki telefon düşerken gözyaşlarınızın ona eşlik etmesi. Tam bir tükenmişlik, tıkanmışlık hali ile yaşadığınız perişaniyet.
Kendiniz için olmasa bile evlatlarınız için, acı ile kıvranarak, doğrulmanız gerekiyor ve imdada M. Akif yetişiyor.
“Allah’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
… Siz benim neden kaçtığımı nerden bileceksiniz.
Kaçmak tarifi imkansız, yaşamayanın anlaması zor bir kavram. Saklanarak kaçmak hiç kolay bir şey değil. Karda yürüyeceksiniz ama iziniz belli olmayacak, yani ayakkabılarınızı ters giyeceksiniz bazen hayatı tersten yaşayacaksınız. Kendimi zaman zaman Ahmet Ümit romanlarından kaçmış gibi hissediyordum.
Ülkeyi, vatanı terk etmek gözü karartarak her şeyi göze almak, ölümü bile.
Yola çıkarken bir arkadaşıma aynen şunu söylemiştim. “hani bir dönemde bir slogan vardı ‘ya sev ya terket’ biz bu vatanı severek hatta pabucumun vatanseverlerinden çok daha fazla aşkla, tutkuyla severek terketmek zorunda kalıyoruz”
Vatanım benim ilk aşklarımdan… anamın kucağı, babamın ocağı bu topraklar. Ben hayatı bu ülkede tanıdım.
… Siz benim niye içtiğimi nerden bileceksiniz.
Ömrüm boyunca mesafeli olduğum, benim için, dost meclislerinin muhabbet aparatı olan, çayın yalnızlık günlerimde en yakın dostum olacağını nereden bilebilirdim. Herkes birer birer terk ederken evlatlarım ve o, en berrak haliyle, hep yanımda oldu.
Cezvenin olmadığı anda bir fincan kahve yudumlamak için koca tencerede kahve yapmanın ne demek olduğunu nerden bileceksiniz.
Çayla, ince belli ile, kahve ile, fincanla, suyla, bardakla dertleşmenin ne demek olduğunu siz nerden bileceksiniz.
… Siz benim neye küstüğümü nerden bileceksiniz.
Hani Neşet Ertaş elini kalbine götürerek “burası var ya, taşa toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü tek yer” demiş ya, fazla söze ne hacet bozkırın tezenesi ne güzel özetlemiş. Gömdüm yüreğime, sol yanımı kıranları hem de en yakınlarımı, yakın sandıklarımı.
… Siz benim neden sustuğumu nerden bileceksiniz.
Susmanın en güzel cevap olduğunu yandığım, çektiğim, küstüğüm günlerde öğrendim. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara karşı söz söylemeyi, söze saygısızlık olarak gördüğüm anlarda sustum. Öyle sustum ki “siz benim neden sustuğumu nerden bileceksiniz” suskunluğu ile bir susuş.
Hadi bir soru da benden gelsin, ey Ovacıklı Yusuf, sen, benim bunları yaşayacağımı nerden bilebildin?
Yaşanmışlıklardan yola çıkarak yaşanacaklar resmedilmiş ve yıllar sonra yanma, çekme, içme, küsme, susma sırası bize gelmişti.
“Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganı masumlarda, mazlumlarda, mağdurlarda hem de kadını, çoluk çocuğu, yaşlısı, hastası ile hayat bulmuştu.
Her haksızlığa, her zulme, her adaletsizliğe, her korkuya, her çıkarcılığa, her her her bana dokunmadığı sürece ses çıkarmamış belki de bazen “oh olsun”cu bir tavır sergilemiştim. Aynen şimdi en yakınımdakiler dahil pek çok insanın bana yaptığı gibi.
“Allah bizi insan eyleye” yanana su, çekene derman, içene çay, küsene dost, kaçana yol, susana ses olabilen bir insan…
Ahmet Nehaoğlu
Bir Cevap Yazın