İnce bir hüzün buğusu belirdi Zülfiye Öğretmenin gözlerinde. Sobanın yanında üzeri çarşafla örtülü küçük bir tümsekti Eren’i.
Ak Dağ’dan kar soğuğu doluyordu içeri. Gözlerinin buğusu içine aktı. Hıçkırıkları içinde kurudu. Tırnağı sökülen et gibiydi yüzü. Hayıflandı içindeki Zülfiye’ye.
Bağır, hıçkırarak Erenim diye bağır be kadın, öleceksin sessizliğinden!
Bağırsa neydi ki! Kim duyacak, kim çaresizliğine merhem olacaktı ki. Tek sahibi Allah’tı O da her şeyi görüyor, işitiyor, biliyordu zaten. Yine de inledi Zülfiye Öğretmen. İniltisi dudaklarındaki paslı kilide ulaşamadan içine gömüldü yeniden.
Eren’in küçücük ayaklarının yeni tomurcuklanmış parmakları gözüküyordu çarşafın ucundan. Ne gözlerinden akan çocukça mutluluk, ne anneciğim sevecenliği kalmıştı. Aklayıp paklayıp yatırmıştı öylece. Yüzünü açtı içi titreyerek. İhtiyarlamış bir çocuktu. Acının en ucundaki hisler yüzünde donup kalmıştı son perdede. Bir anne için altı yaşındaki bir çocuğunun yüzündeki bu ifadeden daha ıstıraplı ne olabilirdi? Suskulu bir kitleydi Eren’inin başucunda. Hisleri, irileşen bir kaya oldu içinde. Kayanın içinde fitili ateşlenmiş bir tomar dinamit!
Aylardır acılar içinde kıvranan yavrucağının gözlerini sıvazlayarak kapatmak istedi vazgecti. Sonra bir kelam dökülmedi paslanmış dudaklarından. Bir ara paslı kilit açıldı, kan oturmuş mor dudakları aralanır gibi oldu. Kocaman bir yıkıntıydı. Tek bir ses, ortada tek bir kolonu kalmış bir bina gibi tarumar etmeye yeterdi.
Yüzüne dokundu. Keder kırışıklıklarını yok etmek istercesine. Hissetmedi Eren. Anneciğim çok canım yanıyor demedi. Babamı hâlâ hapishaneden bırakmadılar mı, demedi. Anne eski günlerdeki gibi babamla göl kenarına gidip piknik yapacak mıyız, demedi. Küçük, kımıltısız bir yığıntıydı.
Gözlerini kapamaya içi elvermedi Ereninin. Öylesine, ışıltısız takılı kalmıştı tavanda.
Yüzü kuru bir bez parçasıydı Zülfiye Öğretmen’in. Öğretmen dediysem bir zamanlar için geçerliydi. Ta ki adalet nutukları atanların zulmüne uğrayana kadar.
Gövdesinden kan çekilmişti sanki. Bir yıkıntı gibi doğrulmaya çalıştı. Şu genç ömründe şu kısa zamanda yaşamla ölüm arasında ne varsa hepsini görmüştü. Yaşayan bir acı yığıntısıydı sanki. Evladının hastalanıp ölmesine mi, eşinin görevden alınıp hapsedilişine mi, kendi cezasının onaylanmasına mı, çevresindeki insanların sırt dönmesine mi yansındı? Sevmişti, suçlanmıştı, direnmişti, nefrete dönük duygular yaşamıştı. En önemlisi sabretmişti. Sonunda tükenişin kıyısında çaresiz kalakalmıştı işte.
Gövdesi sarsılarak kalktı. Deli deli dolandı odanın içinde. İçinden akan ırmakta yıkanmak istedi olmadı. Hâlâ bulanıktı ırmak. Bir ağıt aktı ırmağın içinden sessizce. Ölümün kara bağrında bir türkü ezgilendi içinde:
“Hasretim gülen güzel yüzüne
Anam deyişine tatlı diline.
Eller aldı yavrum dönmez geriye
Ruhumu bedenden aldı da gitti
Bağrıma hançeri vurdu da gitti
Gönlümü ateşe saldı da gitti.
Türkü neden yakılırdı ki? Yakıcı olduğu için belki. Türkü ezgilendi içinde ezgilenmesine de diline ulaşamadı. Havalandı içinden ne ki gelip dudaklarındaki paslı kilitte kaldı.
Çıkıp kapıya seslenemedi. Eren’im gitti diye sesli ağıt yakamadı. Bunca zaman acısına merhem süren mi olmuştu ki? Ağlayan çocuk nazının çekileceğini bildiği için ağlarmış. Bir yetimin çığlık atarak naz yaparak çevresinden bir şey istediği görülmüş şey miydi? Yetimdi Zülfiye öğretmen. Komşu yetimi, akraba yetimi, eş dost yetimi. Biliyordu Eren’i babasının haksız yere cezaevine gönderilişini annesinin de cezası onanırsa içeri gireceğini biliyordu. Her ne kadar ondan gizlemeye çalıştıysa da öğrenmişti işte. Hastalığı nüksettiğinde derdine derman bir mutluluk yaşamamıştı Eren’i.
İyi ki annesinin cezasının onandığını bilmedi, diye teselli verdi içine. Bugün yarın gelirler diye diye düşündü. Kadın ve çocuklar üzerinden savaşmak ne zavallı bir tavırdı. Ebu Cehil bile kavgasını kadın ve çocuklar üzerinden vermemişti oysa diye hayıflandı.
Pencerenin önünden bir iki karaltının geçtiğini fark edince hop etti yüreği. Tıpkı 15 Temmuz gecesi cübbeli bir adamın; “bunların malları, karıları, kızları ganimettir ganimet” diye mitinglerde bağırdığında hissettiği ürpertiyi hissetti.
Ses çıkmayınca geldi sobaya bir iki odun daha sürdü. Üşüdüğünden değildi. Eren’inin çarşafın dışında kalan çıplak ayakları üşümesin diye. Üşümediğini biliyordu ama anne hissi işte!
Sabah ezanı okumaya durduğunda içi alevlendi yeniden. Biraz sonra Eren’inin selası için camiye gidip imamla görüşmeliydi ama tedirgindi. İmamlar da bir tuhaftı artık!
Kalktı namaza durdu. Sessiz bir ağıt oldu Rab huzurunda. Parmaklarından acı döküldü seccadeye. Alnından keder boşandı.
Selam vermişti ki kapı vuruldu acı acı. Tedirgin kapıya yöneldi. Birkaç polis put gibi duruyordu, karşısında. Bekliyordu ama bu kadar da çabuk değil. Zülfiye Karabaht sen misin?
Şaşırmadı, zira devletin bu konuda eli hızlıydı! Kapıyı araladı. Ak Dağ’ın kar soğuğu elendi içeriye. Yerde yatan tümseği gösterdi. Erenim, dedYok deseler, içinde biriken fitili ateşlenmiş dinamitler patlaycaktı. Fitili evlat acısıyla ateşlenmiş bir anne yüreği ne kadar suskun kalabilirdi ki? Fitili ateşlenmiş dinamit er geç patlardı.
Gönlümü Ateşlere Saldı da Gitti / Ensar Nuralp

Bir Cevap Yazın