Dervişin Saltanatı / Ziya Paşa Akyürek

Asasını yaslayıp duvarına türbenin
Özlemindedir şimdi gönlünce söz demenin
Duruşundan esamesi okunan pak damenin
Sırlarını ifşaya sözümüz kâfi değil…

Dost edinip kendine hep yüzüyerdeleri
Nazar eder Allah’a kaldırmış perdeleri
Kapatmış Masivayı aşkının bürdeleri
Hallerini demeye sözümüz kâfi değil…

İndirmiş hayatını dilden özge gönüle
Sirayeti aşk düşer hu sesinden ömüre
O kalbi selimince uyar gelen emire
Gözyaşını yazmaya sözümüz kâfi değil…

Kapısında el pençe divan duran dünyaya
Nazarını görmedim bu yaşa geldim daha
O yönünü çevirmiş kutlu olan sabaha
Elifçe duruşuna sözümüz kâfi değil…

Dilinde hikmet saklı onun sözü rüşeymdir
Baharlardan bahsetse vakit sanki o demdir
Hayatı hayatlara yol gösteren erdemdir
Yollarından geçene sözümüz kâfi değil…

Yolculuğun farkında sulardan daha narin
Kırmaktan çok korkuyor kalplerdir evi Yâr’in
Biz sukut makamındayız isterseniz siz sorun
Bir anını demeye sözümüz kâfi değil…

Ziya Paşa Akyürek

Mısır’ın Bağrında Üç Emanet / Alim Sariyye



Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan mavi göklere doğru yükselirken, son kez baktım İstanbul’a. Dönüşü meçhul bir gidişin hüznüyle el salladım son kez. Tam on yedi yıl yaşadığım bu şehirde, bütün anılarım gözümün önünden geçti birer birer. Çocuklarım ve eşimin beni uğurlarken balkondan el sallamaları ve hayalimdeki mütebessim çehreleri siliniverdi bulutların arasında. Pamuk tarlalarını anımsatan, bembeyaz bulutların üzerinde bir yolculuk başladı gurbete doğru. Tarif etmekte zorlandığım bir yalnızlık sardı ruhumu. Acaba bir daha dönebilecek miydim doğduğum, büyüdüğüm, okuduğum, sevdiğim bu topraklara.? Acaba bir kere daha bir semaverin başında dostlarla muhabbet edip demli çaylarımızı yudumlayabilecek miydik?
Zihnimi meşgul eden istifhamları cevaplamak ve ruhumu teskin etmek yine bana düştü. Her ne olursa olsun, her nerede olursak olalım, her birimiz gittiğimiz yerlerde ülkemizin temsilcileri değil miyiz? Bütün manevi ve ahlakî değerlerimizi, hamiyetperverliğimizi, insanımızın dünyanın dört bir yanında eğitim adına ortaya koyduğu civanmertliği, hakperestliği, insanca yaşama ve yaşatma mefkûresini anlatmalı, duygularımızla, davranışlarımızla, beyanlarımızla ortaya koymalı değil miyiz? O halde ne gam, ne keder? Rabbim, gideceğimiz beldeleri bizlere hayırlı kılsın, bizleri de oraların ahalisine hayırlı eylesin ve onlara sevdirsin.
Böyle bir yakarıştan sonra ruhumu tatlı bir huzur kapladı. Sahabe efendilerimiz aklıma geldi birden. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra her biri dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı da geriye dönen olmamıştı. Bir bayrak gibi İslam’ın nurlu çehresini bütün kıtalara taşımışlardı. Bu asrın dertli hatibinin ifade ettiği gibi, bu bayrak gele gele bize kadar gelmiş ve bu emaneti cihanın her bir köşesine ulaştırmak, bizlere bir hedef olarak verilmişti.
Farklı duygu ve düşünceler arasında, yaklaşık iki buçuk saat süren yolculuğumuz, bulutları yararcasına, Kahire’nin yüzyıllar ötesinden siluet gibi yansıyan, enfes tarihî manzaralarını tamâşâ ederek havaalanına indik. Kasım ayında olmamıza rağmen, ılık bir havası vardı buranın.
Bir ev kiralayana kadar, değerli bir hocamızın evinin teras katında kalacaktık. Bu teras, Kahire’deki hatıralarımızın ilk durağı, adeta bir botanik bahçesi gibi, asma çiçekleri, kaktüs, karpuz, nar, mango ve farklı farklı ağaç ve bitkilerden müteşekkil, ahşap kameliyesi, mutfak, kitaplık, banyo-tuvalet ve bir odadan ibaret mütevazı bir mekandı. Bir taraftan yapacağımız işleri planlıyor, bir taraftan da benim gibi kiralık ev arayan bir kaç arkadaş ile birlikte ev arıyoruz. Türkiye’de bıraktığım ailem, buraya gelmek için, benim ev tutup eşyaları yerleştirmemi bekliyorlar. Nihayet inşaatı bitmek üzere olan güzel bir bina bulduk. Diğer arkadaşlarla birlikte birer dairesini kiraladık. Birkaç hafta sonra yeni binamıza geçtik. Zaruri olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi eşyaları, çocukların yataklarını aldık ve bir iki halı sererek oturulacak hale getirdik. Komşularım, daha önce tanıdığım, herbiri kendi alanında oldukça mahir değerli arkadaşlarım idi. Böyle güzide insanlarla aynı binada komşu olunca, ailece gurbeti hissetmedik diyebilirim.
Burada, Türkiye’den ve dünyanın farklı yerlerinden gelmiş çoğunu tanıdığım çok değerli kişiler vardı. Bunlardan biri de rahmetli Ali Bayram Abi idi. Evinin bir iki sokak ötede bize yakın olduğunu öğrenince, eşimle beraber ziyaretine gittik. Sağlık problemlerini hissettirmemeye gayret gösteriyor ve ilk günlerin heyecanıyla unutulmaz hatıralarını gözyaşları eşliğinde, sanki anıları yeniden yaşıyormuşçasına anlatıyordu. Konuşurken gözleri hep uzaklardaydı. Karşımda mücessem bir tarih oturuyordu. Kim bilir bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden ve zihninden neler neler geçiyordu. Kazakistan Almatı’da başlayan gurbet serüveni, orada insanlığa hizmet adına gece gündüz demeden koşturması, verdiği ikramlarla, sofrasında farklı insanları bir araya getirmesi, gurbet ellerde toprağa defnettiği yol arkadaşları, Kazakistanda gençlerin ve çocukların bir baba şefkati gibi onun gölgesine sığınmaları. Devlet idareciler ile diyalogları, cesareti ve sorunları çözmedeki engin mahareti . Hasret köprülerini inşa ederken aktif rolünü en iyi şekilde icra etmesi.
Azerilerin Qara Yanvar dedikleri Sovyet birliklerinin Bakü’ye girerek ikiyüze yakın insanı öldürdükleri “Kara Ocak” katliamından sonra, Ali Bayram abi Zaman Gazetesi aracılığıyla Azerbaycan’a yardım kampanyası organize eder, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisiyle ilgili makalesi sürmanşet olarak yayınlanır ve yüz kamyondan fazla yardım gider. Haydar Aliyev ile diyalogları ve Aliyev’in memnuniyet ve vefa ile mukabelede bulunması.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ilk referans mektubunu Nursultan Nazarbayev’e iletmesi için Ali Bayram abiye teslim etmesi, onun diyalog adına ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Onun, farklı coğrafyalarda eğitim adına ortaya koyduğu hizmetleri inşaallah kitaplar halinde yazılacaktır diye ümit ediyorum.
Ali Bayram abi, adanmışlık ruhuna sahip olma halinin hakkalyakîn mertebesi, önce sebeplere riayet ve sürekli dua ve gözyaşıyla Hakk’a müteveccih haliyle, sağlık problemlerine rağmen, burada da her hayırlı toplantıda hazır bulundu. Sürekli ümit aşıladı, tecrübe ve tavsiyeleriyle yol gösterdi. Her sohbetini dualarla taçlandırdı. Bu zaman zarfında birçok kişi yakınlarını kaybetti. Fakat hiç kimse Türkiye’deki yakınının cenazesine iştirak edemedi. Burada gıyaben cenaze namazları kılındı, hatimler okundu. Tıpkı Kazakistan’da Ali Bayram abinin gölgesine sığınan gençler gibi bizler de, onun gölgesinde hep umut solukladık yıllarca.
Ama birgün bir haber aldık ki Ali Bayram abi ruhunu rahmana teslim etmiş. Hepimiz evinde toplandık, hatimler okumaya başladık derken evin önünde cenaze namazını kıldık. Kahire’de kendisine tahsis edilen yere, memleketinden ve akrabalarından uzak, bir garib olarak defnedildi.
Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Günü geldikçe birçok arkadaş, kimi ailesiyle, kimisi ailesini burada bırakarak daha sonra bir araya gelme ümidiyle, başka ülkelere hicret etmek zorunda kaldı. Bu gidişler, ah bu ayrılıklar.. hele şu masum çocukların gözyaşlarıyla vedalaşmaları.. belki bir daha görüşememe kaygısı.. ah gurbet, sen ne yaman birşeysin.
Ve birgün Enes kardeşimizin vefat haberiyle herkes sarsılır. Enes, ömrünün baharında, gök mavisi gözleriyle gencecik bir küheylan. Henüz el Ezher Üniversitesinde geleceğin ümidi, çalışkan talebelerden. Üzücü bir kaza neticesinde hayatını kaybeder. Ailesi Türkiye’de, onların gelmesi bekleniyor. Bu ne büyük acı. Evlatlarının cansız bedenlerini koklayarak gurbet ellerde toprağa verdiler ve Enes’lerini burada bırakarak mahzun ve kederli olarak geriye döndüler.
Bu ölümler, sahabi efendilerimizin ölümlerine ne kadar da benziyor. Hicret diyarlarında, hiçbir dünyevi menfaat beklemeden, Hakk’ın yüce adını cihanın herbir köşesine ulaştırma gayesiyle, nefesinin yettiği yere kadar koşturmak ve kalb ritmlerinin durduğu yerde küheylanlar gibi yığılıp kalmak. Yoksa siz, “kardeşlerim” diye müjdelenen melekler misiniz?
Yine bir kuşluk vakti uykuyla uyanıklık arasında bir haldeyken, eşim ağlayarak yanıma geldi ve Beyhan Abla.. dedi. Beyhan Abla vefat etmiş. Sanki rüyada duyduğum bir sesleniş gibi geldi bana. Bir an önce oraya gidelim dedi. Alelacele giyindim ve eşimle beraber evlerinine gittik. Dışarıdaki kalabalığı görünce, inanmak istemediğim bu habere inanmaktan başka çarem kalmadı.
Beyhan abla ve eşi Fikret beyi yıllar öncesinden tanıyordum. Istanbul Libadiye’deki evlerinde kaç defa iftar sofrasında bir araya gelmiş, Fikret abinin hatıralarını dinlemiştim. Onun sofrasının letafeti ve düzeniyle misafirlere ne kadar ehemmiyet verdiğini eşime defalarca anlatmışımdır. Yıllar sonra tekrar burada bir araya gelmek nasip oldu.
Burada da evi ve sofrası misafirlerle doldu taştı. Hastalıklarından dolayı sürekli doktor kontrolünde olmasına rağmen, arkadaşlarıyla beraber bütün hayırlı işlerde hep ön önlerde oldu. Eşi ve büyük kızı Kanada’da, oğlu Amerika’da, kendisi ve küçük kızı burada kalmışlardı. Kanada’daki aile birleşim işlemleri bittiğinde ailece Kanada’da buluşacaklardı. Neredeyse üç senedir eşinden ve evlatlarından uzak kalmıştı. Nihayet işlemler bitmiş ve Kanada’ya biletler alınmıştı. Artık gün sayıyorlardı küçük kızıyla beraber. Yıllar sonra kavuşacaklardı. Son gecesinde bayanlar Beyhan ablanın evinde toplanmışlar, çay içip sohbetler yapmışlar. Durumu gayet iyiymiş. Fakat takdîr i İlahî, sabah namazından sonra evladının gözleri önünde ruhunu rahmana teslim eylemiş. O da evlatlarından, eşinden ve akrabalarından uzak, bir garip olarak Rabb’ine kavuştu.
Cuma namazının akabinde, cenaze namazı kılındı. Buradaki bütün dost ve arkadaşların katılımıyla kabristana gidildi. En son mezara indirilirken ablaların kollarında küçük kızını getirdiler ve yıllardır sırdaş, yoldaş arkadaş olduğu annesine son bir defa baktı. Hıçkırıkları yürekleri dağladı. Her ne kadar arkadaşları yanında olsa da yapayalnız kalmıştı. Daha birkaç sene önce kalabalık bir aile iken, şimdi gurbet ellerde tek başına idi. Bir iki hafta sonra ablası geldi ve annelerini burada bırakmak zorunda kalarak, başka bir gurbet diyarına gittiler. Gurbet içinde gurbet, hasret içinde hasret.
Birkaç sene içinde Mısır’ın bağrına üç emanet bıraktık. Onlar melekler gibi tertemiz uçup gittiler. Kısa hayatlarını hayırlar ve güzelliklerle doldurdular. Üçünden de Allah ebeden razı olsun, Cennetiyle mükâfatlandırsın, Firdevsiyle mesrur kılsın..

Alim Sariye
30.09.2021

Bir Sevda Secavendi / Beyruha



Bu bir sevda secavendi
Konuştum
Sustum
Anlattım yüreğime seni
Toprak döşenirken hazanın rengine
Gün demli çay kızıllığına boyanırken
Tam da düştüysen aklıma
Çatık kaşlı
Güler yüzlü
Sonra gerçeğin ta kendisi
Sen, ben, memleketin hali
Hangimiz akıllı
Hangimiz zır deli?

Bu bir sevda secavendi
Söyleyeceklerim daha bitmedi
Bitmedi daha anlatacaklarım
Sensizlik mahrecinde unuttuğum harfleri
Anlatıyorum dolu dolu duyarsın diye
Cevapsız kaldıkça yine vazgeçiyorum
Vazgeçiyorum hasretle yaftalandıkça
Gülümsüyorum
Ağlıyorum
Karmakarışık oluyorum
Kafa tutuyorum her gün
Bin kasırgaya,
Dipsiz girdaba

Bu bir sevda secavendi
Bak işte
Ateş de yağmurdan kesti umudu
Ayaklarım üşüyor
Her zamanki gibi
Ellerim sensizlik ayazında kor, buz
Yadırgamak ne ağır şey
Kör olası uykuyu
Rüyadan nasipsiz kalmak ne beter mesele
Unutmak, hatırlamamak ne zor bir bedel
Ve görememek, duyamamak seni
Kaçıncı günahın bedeli?

Bu bir sevda secavendi
Kurallı kuralsız aklıma gelişlerine kızıyorum
Bazen sakinliğine harflerin
Grisine şehirlerin
Muhacirliğine yalnızlığımın
Sözlerini unuttuğum türkülerin nakaratına
Zulmüne zamanın
Su gibi geçmeyişine
Bitmeyen dününe
Gelmeyen yarınına
Neyse işte
Öylesine işte

Bu bir sevda secavendi
Cevabı hançer sorular kesiyor önümü
Kaçsam nafile
Kalsam yaşanır mı bu şehirde?
Kuytusu bittikçe zihnim yoruluyor seslerden
Oysa her şey renksiz
Bütün kalabalıklar sessiz
Deveran etse neyleyeyim
Dünya geçmiyorsa çilesiz
Ağlayacak tek yer yüreğimin içinde
Belasını okuduğum her kelimeyi yutuyorum bak yine
Dayanıyorum noktasına ve virgülüne
Varsın kader kalemiyle yazsın ayrılığı
Ben sevdayı hıfzediyorum sindire sindire

Bu bir sevda secavendi
Yanlış makamda okumak bana yar
Doğrusu nasıldı hatırlamıyorum
Zir u zeberim sensizliğin vaslında azar azar
Hüviyetimde ismimin yanına ayrılık yazar
Sana düştü duvar
Bana yangın ve har
Boza bulandı çaylar
Baharsızlığa vurgun papatyalar,
Dökülmeye azmetmiş yıldızlar
Dilimde volta atan adın
Son bakışın ve yadın
Sen giderken armağanımsa
Kırılsın mihengi bu çağın
Ne yazıyorsam sana
Ne söylüyorsam yokluğuna
Dedirtme işte
Kaldığım şu sevdanın arafında
Bu bir sevda secavendiyse
Bir yanım siyah
Bir yanım beyaz
Diyecek tek cümle kaldı
Duraksadığım yerdeyim
Dinle artık
Sol yanımdaki “mim” edir çağrım
“Yoruldum. Gel artık”

Okumaya devam et “Bir Sevda Secavendi / Beyruha”

Bugün Yine / Neslihan Paş

Bugün yine

Duvarlar sessiz

Konuşmuyor dostlar benimle

Yaralı tüm sineler sükût içinde

Beklenen şafağı ruhlarında gözlemekte

Bugün yine

Soğuk buralarda havalar

Bakışlar ürkek ve solgun

Canı yanmış susamış gönüller

Bir damlacık umuda meftun

Bugün yine

Sinelerde hıçkırık sesleri var

Dalgınlar mazilerindeki sevdalara

Ve geleceğe bakmaktalar

Tüm engelleri aşarcasına

Bugün yine

Kuşlar göçüyor

Sıcak dünyalara doğru

Yine izliyorum onları

Sanki bir müjde varmışçasına

Bugün yine

Bekleyişte zaman

Sinesinde sakladığı haberler

Çoğu gizlenmiş bilmeceler

Yine çözüm bekleyen düğümler

Selam diyarına yürüyen yiğitler

Bugün yine

Hüzünlü yürekler

Derdi başını aşmış sineler

Eşlerini bekleyen kuşlar var

Dağlarda sırlı bir mehabet

Gözlerde yaş kuytu yerlerde garipler var

Akşamları gözleyen zakirler

Uyku bilmeyen bahadırlar var

Bugün yine

Okumaktan yorulmayan

Sır erlerinin gönüllerine akan denizler

Yolculara bakan güneşler

Denizlerde eriyen damlalar var

Bugün yine

Kalbimde bitmeyen gözyaşından dalgalar var

Neslihan Paş

Ümitten Gözlerin / Emin O. Uygur

(@zerdali06)

Bunca yıl sönmemiş umudum

Nisan değilse mayıs

Perşembe değilse Pazar  (A. İlhan)

(Şair)

Bugün değilse yarın

Dünya dönmüyor mu

Nasıl olsa kokusu gelir baharın

İşte elimde bir buket

Ümit çiçeklerinden size sunduğum

(Koro)

Geceler kadar olmasa da ellerinde

Nice yıldızlar saklıdır gündüzlerin

Her sabah içime çektiğim hava gibi

Bir ferahlık verir bana gözlerin

(Hekim)

Sakın dedi annem sakın endişe etme

Arkasından telaş ve korku gelir onun

Karanlık basar birden gün ortasını

Dur orada sakın bir adım daha gitme

Annem haklıydı

Sözün özü

Son cümlede saklıydı

(Kuş)

Hayatı yeni tanıyor değilim ki

Renklere yabancı olayım

İnsanlara bakıp da yön bulmuyorum ki

Göklerde uçarken kaybolayım

Dedi bir kuş göklerde pervaz ederek

Geniş kanatlarını güneşe

Bir perde gibi çekerek

(@zerdali06)

Bunca yıl yorulmadım aramaktan

Her gün şafak kızıllığında

İçimdeki çiçekleri sulamaktan

Ümidim ne nisandan ne pazardan

Başka değil sana çok yakın olmaktan

(Şair)

El ele şimdi eller gönüller de öyle

Birlikte hep birlikte şarkılar söyle

Aç pencereni ne olur sen de katıl

Bırak dolaşmayı negatif sahillerde

(Koro)

Geceler kadar olmasa da ellerinde

Nice yıldızlar saklıdır gündüzlerin

Her sabah içime çektiğim hava gibi

Bir ferahlık verir bana gözlerin

 Emin Osman Uygur

Gam Yükü / Abdullah Demir


Yine gam yükünü yüklendi gönül
Ne havayı görür, ne suya bakar
Hüzün kervanına eklendi gönül
Coşkun sular gibi deryaya akar

🥀🥀🥀
Bir sazlıktı daha önce evimiz
Toplandık, buraya geldik hepimiz
Doğrandı, delindi, yandı içimiz
Her dem feryadımız semaya çıkar

🥀🥀🥀

Hüzün bize miras Adem babadan
Cennetteyken yedi yasak elmadan
İnin yere dedi Yüce Yaradan
Ondan göz yaşımız sel olur akar

Abdullah Demir

Neye Yararsın / Gökhan Bozkuş



  Ayakkabına taş parçası girse yürüyemezsin. Birkaç adım sonra ne yapar eder o bulgur tanesi kadar taşa tahammül edemez, çıkarırsın onu oradan. Rahatsız eder seni çünkü. Dişlerinin arasına sıkışsa kıl kadar ince bir meyve kabuğu, maydanoz ya da et parçası yine duramazsın, onu oradan çıkarmanın yoluna bakarsın. Örnekleri çoğaltmak mümkün aziz dost. Gözünün içinde seni rahatsız eden bir toz parçasına aldırış etmemen imkansız biliyorum. Çıkar dilinin altındaki baklayı da rahatla diyorsun, farkındayım. İnsanlar, diyorum aziz dost. Neden bu kadar küçük bir rahatsızlığa bile aniden tepki veriyorken gözlerinin önünde işlenen onca kötülüğe onca kabalığa kayıtsız kalıyorlar.  Yazarların, şairlerin seveni çoktur, nefret edenleri de. Sürgün kelimesi onlar için icad edilmiş sanki. Ekseriyeti bir yanlış gördü mü susamazlar. Nereden, kimden gelirse gelsin. Bir ortam da isyan ahlakı denen tamlamayı en iyi onlar doldururlar. Başlarına gelecekleri bilmelerine rağmen susmayı değil haykırmayı tercih ederler. Mehmet Akif gibi

“Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” Derler. Aman, nemelazım demezler. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, demezler. Ve bu mizaçları yere, zamana, mekâna göre değişkenlik göstermez. Yanlışı yapan kim olursa olsun çiğnenmeyi göze alarak “dur arkadaş, bu yaptığın yanlış ” demeyi bilirler. Diksürüngen misali kalabalıklar yorar onları. İsterler ki siyaha siyah, beyaza beyaz diyebilsin herkes. Adnan Yücel gibi direnç toplamaya çıkar bazıları da.

“İsterim ki senden
Yılgınlıkta inanç olasın
Zulme karşı direnç olasın
Gömülesin aşkımın sularına
Göresin beni göresin”

Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okuyorum. Birinci cildindeyim henüz. İlk okuyuşum değil. Nurettin Topçu’nun bir kitaba başlık olacak şekilde resmettiği ‘isyan ahlakı’ tamlamasını, bir karaktere annenin bebeğini emzirmesi gibi yedirmiş içirmiş sanki. Kitaptan alınacak çok dersler var. Kitap bizim insanlarımızın fotoğrafını çok da iyi çekmiş. ” Zulme sessiz kalan bir gün zulme uğrar, haksızlığa karşı durmak insanın onurudur. ” sözünün altını çizerken düşündüm de neden kıyıyoruz bu onura. Bir kere geldik bu dünyaya ve yanlışa yanlış demeyeceksek neye yararız.

Dilin Göğünde Kuşları Örtünmek/ Cihangir Asyalı

Edebiyatımızda, günlük türü adına gururla anacağımız bir isim varsa o da Salah Birsel’dir. Ömrünü kaleme adamış ve yazarlığın hakkını vermiş biri olarak, kendisiyle ne kadar gurur duysak azdır. Tanpınar, Cemil Meriç ve Hilmi Yavuz gibi, üslupçu büyük yazarlardan biri olarak, o da kitaplara inanmıştır. “Benim bütün paramı kitaplara yatırışım, siz buna hastalık diyebilirsiniz, onlara inanışımdandır,” demesi boşuna değildir. Mizahı ve ironiyi bir karakter haline getirdiği şiir, deneme ve günlüklerinde kendine mahsus bir tat, bir lezzet, bir letafet vardır. “Günün birinde en çok okunacak kitapların günlükler olacağına inanıyorum,” cümlesi kehanet değildir.

Çıraklık eseri konumundaki ilk günlüğü istisna edilecek olursa, onun eserleri has edebiyatın seçkin örnekleridir. Kendi sesini henüz bulmadığı “Hacivat Günlüğü” sonradan gelecek eserlerine bir göz kırpma olarak görülebilir. “Bana neden salt edebiyata dayanan ve yaşamımı dolduran olaylara yer vermiyen bir günlük yazdığımı soruyorlar. Cevap vereyim: Çünkü edebiyatçıyım,” dese de, aradan geçen yıllarla birlikte, okuduğu günlükler ve günlükçüler onu tam karşı istikamete sevk eder.“Bencesi gerçek günlükçüler, özel günlüklere yönelenlerdir. Bu alanda da Le’autaud, Gide, Pepys, Thoreau, Anais Nin, Green başı çeker,” der.

Der, demesine de, eleştirdiği şeyleri kendi de yapmaktan geri durmaz. Bu sebeple o, hem edebiyat günlükçüsü hem de özel günlükçü kabul edilebilir. Tabii bu, bir çelişki değil, zenginliktir. İroniyi ihmal etmediği şiirleri, bir akademisyen titizliği ve zenginliğindeki nefis denemeleri onu bu alanlarda da değerli ve başarılı kılar. Lakin Salah Ustanın asıl derdi günlüklerdir. Ömrü boyunca en çok mesaiyi günlüğe ayırdığı rahatlıkla söylenebilir. Gerçek bir edebiyatçı olmanın, edebi kaygılardan arınmakla mümkün olacağını görmüştür. “Kendimi, olduğum gibi, maskesini ve boyasını atarak ne vakit anlatabileceğim? Böyle bir günlüğüm olacak mı?” cümlesini kurar mesela. Sonra cevabı yine kendisi verir: “Bana öyle geliyor ki bu işe yazarlığım engeldir. Yazarlığı bırakıp kendimi salt günlük yazmaya versem istediğime daha kolay kavuşurum.”

Birsel, şair, denemeci ve hatta romancı sıfatından daha çok “günlükçü”dür. Üstelik o, has bir günlükçüdür. Şayet, “Aynalar Günlüğü”, “Yanlış Parmak”, “Papağanname”, “Yaşlılık Günlüğü” ve “Nezleli Karga”… olmasaydı bile, yine de “Kuşları Örtünmek” onu tek başına, yalnızca bizim edebiyatımıza değil, dünya edebiyatına dâhil etmeye yeterdi. “Günlüğümü, hiç mi hiç, yayınlatmamaya karar verdim bugün. Oh dünya varmış,” esprisine bakmayın, sair eserleri gibi, bu eserini de okuyanlar görecektir ki, Birsel’de üslup, sıcak bir yaz gününde karlı bal şerbeti, soğuk bir kış gününde, sımsıcak bir sahleptir. Onu okumak, her mevsim keyifle yudumlanan tavşankanı çay ya da bol köpüklü Türk kahvesi gibidir. Edebiyatımızda, Birsel’in eserlerinden aldığım o büyülü tadı, “Beş Şehir”de, “Geçmiş Yaz Defterleri”nde, “Ceviz Sandıktaki Anılar”da da bulduğumu söylemeliyim.

“Kuşları Örtünmek” Salah Birsel’in, o enfes, o saygı uyandıran yazma metoduna da ev sahipliği yapar. Meraklı okurları, günlüğün 23 Aralık 1975 tarihli notlarına havale ediyorum. O bölüm, henüz yaşarken, içinde yaşadığı toplumun edebiyatına dâhil olan ve bir tek eseriyle bile adından söz edilmeye değer görülen hakiki edebiyatçılar arasına katıldığını göstermeye yeter de artar bile. Çünkü orada sabır, emek, adanmışlık, fedakârlık, okuma ve yazma tutkusu, okumuş ve yazmışlara saygı vardır. O bölüm, yazarlığın olmazsa olmaz kuralı, başarının altın anahtarıdır; tıpkı bir anıt gibi göz dolduran, kendine hayran bırakan bir nişane misali. Şapka çıkarıyorum.

Birsel, Eckermann’ın, “İnsan yalnız hayran kalacağı şeyleri okumalı,” sözünden hareketle kendi düşüncesini ele verir. Çünkü vakit dar; insan ömrü, sevdiği ve beğendiği kitapları bile okumaya yetecek kadar uzun değildir. Yine Birsel’in ifadesiyle: “24 saatin 24 saatini bile okumakla geçirseniz, içinizin gittiği o güzelim kitapları şöyle dörtnala bile okuyamazsınız.” Öyleyse seçici olunmalı, sadece okurken değil, yazarken de aynı özen gösterilmelidir. Aksi halde hem kendimizin hem de başkalarının zamanını çalmak olur bu. Salah Usta, “Çok yazmaya değil, özlü şeyler yazmaya bakmalı,” derken bunu kasteder; fakat böyle dese de, yine birçok türde pek çok eser verdiği görülür. İyi ki de öyledir. Üslubu oturmuş şair ve yazarlara yazma sınırı konulmamalıdır; kendilerini yenilemek şartıyla tabii.

İyi yazar ve eserlerin önemli bir özelliği de başka iyi yazar ve eserleri adres göstermeleridir. Evinin bütün boşluklarını kütüphaneye çeviren Birsel, bir kitap delisi olarak, kendi tattığı balları okuruna da tattırmak ister ve sıradan bir şey söyler gibi onları söz arasına sıkıştırıverir: “Paris’teki kitapçıma 37 kitap ısmarladım. Uzun boylu düşündüm ama ısmarladım. Bunlar arasında Samuel Pepys’in günlüğü de var. Jean Guchemo’nun, Sezar Pavese’nin, Julien Green’in, Andre Gide’in, Delacroix’in, Jules Renard’ın, Paul Le’autaud, Johan Gottfried von Herder’in günlüğü…”
Barthes’ın Prost için söylediğini o da Sainte- Beuve, Adorno, Lukacs, Walter Benjamin ve Roland Barthes için söyler. Onların eserleri hakkında “Her şeyden önce bir edebiyat ürünüdür,” der. H. D. Thoreau’dan “Benim sevgili günlükçüm,” diye bahseder. Kargaları sever. Eserlerinde sıkça onlardan bahseder. Zeki kuşlardır onlar; ilgisini çeker. Sabah vaktine bakışı şiirseldir. Onu kitaplar kadar sever. “Sabah uyanışlarım belleğimin kanatlarıdır benim,” der. Sözlerinde bir şairin soluğu saklıdır.
Bunlarla kalmaz Salah Usta, eserine daha nice dünyaları sığdırır. İlginçtir, denemeleriyle değilse bile, günlükleriyle iyiden iyiye Montaigne’i hatırlatır. Yalnızca bir konu üzerinde durmaz o da; şiirden romana, anıdan günlüğe, eleştiriden eleştirmene, müziğe, kadına, yemeğe, börtü böceğe ve kendine dair ne varsa ona kapılarını ardına kadar aralar. Zihnini ve kalemini akla hayale gelen pek çok detaya odaklar. Her gerçek sanatçıda görülen ve daha çok, çocuklara mahsus olan hayranlık onda da ön plana çıkar: “Hayranlık! Kendini adamış insanlarda, ozanlarda varsa vardır. Böyleleri bir kumaş, bir dize, bir melodi, bir gökyüzü parçası karşısında bile yüreklerinin kafeslerinden dışarı uğramaya çalıştıklarını duyarlar,” der.
O da her usta gibi, ömrünü adadığı kalemiyle ne yaptığının farkındadır. Bir yandan, “Anlıyorum, bu günlük beni dünyanın en akıllı kişisi gibi gösteriyor,” derken, öte yandan, “Anılarını yazanlar ya da günlük tutanlar, isteseler de istemeseler de devleşirler,” cümlesini fısıldar. Ama öyledir, kesinlikle…

Cihangir Asyalı

Kaç Mevsim/ Yaşar Beçene

kırıldı aynalar resimler de yok
soğuk odalarda tutuştu kalbin,
sırattan geçer gibi geçti sözlerden
sırlar vardı elbet senin bildiğin
kırıldı aynalar resimler de yok

kapandı kapılar ve sende sükût;
kış yalnızlığıyla hücreye sindi
birikti heybende tarifsiz acılar
ağrıyan en çok yine kalbindi
kapandı kapılar ve sende sükût;

dışın da sendin için de sen
baharı bekleyen taze bir yaprak
kendi özüne döndün yeniden
ait olmayanı atıyor toprak
dışın da sendin için de sen

ordasın, işte tam vefa da orda!
ve bel bağladığın taze filizler
durur mu bahçede kim bilir hala
koklamaya kıyamadığın nergisler
ordasın, işte tam vefa da orda!

sana çile düş/tü ve bana söz!
Hiç mecnun olmamıştı aşk bu kadar
Kanarken geceler hep matem oldu
Gül dalında ne çok kıyamet kopar
sana çile düş/tü ve bana söz!

yoksa tükendi mi s/özler derinde
kapanmış olamaz bütün kapılar
kim bilir kaç mevsim böyle kış daha!
elbette her şeyin bir sahibi var
yoksa tükendi mi s/özler derinde

Yaşar Beçene

Amacı Dışında Kullanmak Yasak / Gülçin Beyza Yalçın

Dranggg…dranggg…

Pencere demirlerine vuran plastik çekicin sesini ilk Mesut duydu. Koğuşun en genci olan ihraç teğmen Mesut “Arama vaarr!” diye bağırırken yerinden fırlayıp üst kata koştu. Namaz kılmak için yerlere serdikleri battaniyeleri hızla toparlayıp ranzaların üzerine gelişigüzel atarken imdadına yetişen ihraç polis memuru Serhat, yerden toplanan battaniyelerin sağından solundan çekiştirerek düzeltmeye yardım etti.

Onlar battaniyeleri yerleştirirken merdivenleri ikişer ikişer atlayan Murat bey bir solukta üst kata çıktı. İki haftadır gözü gibi baktığı elma sirkesi bidonunu koğuşun en dibine çekip üstüne kıyafetlerini attı. Koğuştaki çoğu insan zulalarının yerine koşup saklamak için çil yavrusu gibi sağa sola koşuşurken koğuşun ağır demir kapısı gürültü ile açılıp İKM’ler (İnfaz Koruma Memurları) koğuşa doluştu. Bu günkü aramaya başgardiyan RSK nezaret ediyordu.

Mahkûmlar arama sırasında koğuşun bahçesine çıkarıldı. Nezaret için sadece öğretmen Nevzat bey kaldı. Gariplerim endişeli adımlarla bahçeyi turlarken İKM’ler ince ince aramaya başlamışlardı bile. Bakalım bugünün zayiatı neler olacaktı?

Hapishaneler Ceza İnfaz Kurumu olalı beri senelerin gardiyanları da İnfaz Koruma Memuruna dönüşerek statü atladı. Artık onlara kısaca İKM deniliyor. RSK ise İKM’lerin amiri. Mahkûmlar, her arama sonunda mekanik bir sesle “Rabbim Sizi Kurtarsın” dediği için bu sevimsiz ve buz gibi soğuk bakışlı iri yarı esmer adama kendi aralarında kısaca Reseka diyorlar.

İki katın araması fazla sürmedi. Biraz sonra infaz koruma memurları buldukları “amacı dışı” kullanılan malzemeleri alt kattaki masaların arasından geçerek kapının önüne yığdılar.

İlk bulunan ihraç hâkim Mustafa beyin yarısını kesip büyükçe bir tasa dönüştürdüğü, içine elma ve portakallarını koyarak taze kalması için pencere demirlerine astığı beş litrelik su şişesi oldu. Sonra ihraç komiser Şerif beyin buzdolabındaki ayran doldurduğu bir buçuk litrelik gazoz şişesi İKM’lerin hışmına uğrayarak içindeki ayran lavaboya boşaltılıp boş gazoz şişesi kapının önündeki yığına doğru fırlatıldı. Ardından ihraç doçent Salih beyin yarısını kesip su doldurarak haftada bir kantinden gelen nane ve maydanozu taze kalmaları için içine koyduğu su şişesi alındı.

Tabi infaz koruma memurlarının ilk gözüne çarpanlar “amacı dışında kullanılan” su ve gazoz şişeleri, yoğurt ve helva kutuları olmuştu ama daha ustalıkla saklanan şeyler de kısa sürede ele geçirildi. Mesela, ihraç İngilizce öğretmeni Salih beyin çakmak ateşi ile ısıtarak eğip askıya dönüştürdüğü plastik kaşıktan yapılma duvar askılıkları gardiyanlar tarafından hışımla kırılarak yerinden söküldü.

İhraç doktor Melih beyin kaligrafi kalemi haline getirdiği kırık kurşun kaleme el konuldu. Hâlbuki zavallı Melih bey onun için ne çok emek harcamıştı. Diğer mahkûmlara verilen atölye ve kurs imkânlarına sahip olamadıkları için normal kurşun kalemi ikiye kırmış, ucunu eğri bir kaligrafi kalemi haline getirebilmek için dakikalarca mutfak lavabosunun yanındaki pürüzlü zemine sürterek düzeltmiş sonra da aramalarda bulunmaması için bileklik yaptığı boncukların arasına özenle saklamıştı. Ama gardiyan boncuklarını koyduğu karton helva kutusunu alt üst edince kalem de ortaya çıkmıştı.

İhraç fizik öğretmeni Süleyman beyin tespih yapmak için topladığı, günlerce su dolu şişede bekletip duvara sürte sürte kenarlarını düzeltip bir ipe dizdiği yüz yirmiden fazla zeytin çekirdeğini kaptırması ise tabiri caizse tüm koğuşun yüreğine oturdu. Aslında normalde alınmayan zeytin çekirdekleri RSK’ya yaranmak isteyen işgüzar yeni bir memur tarafından alınıp atılırken arama nezaretçisi Nevzat bey de itiraz edemediği için nemli gözlerle zeytin çekirdeklerinin ardından bakakalmıştı.

Gardiyanlar bu suç(!) aletlerini toplarken başgardiyan RSK azametle başını kaldırmış, birinde cop olan ellerini arkada birleştirmiş bir şekilde geziniyordu. Bir yandan da başını hiç hareket ettirmeden en ufak bir duygu zerresi barındırmayan gözleriyle bahçede volta atan mahkûmları ara ara pencereden süzüyordu. Gardiyanlar aramayı bitirip bulunan tüm sakıncalı eşyaları kapı önüne yığınca yanlarına gelerek durdu etrafı gözleriyle şöyle bir kolaçan etti. Sonra İKM’lerin onca dikkatlerine rağmen gözlerinden kaçan koğuş penceresindeki sakıncalı eşyaya doğru yavaş adımlarla gitti. Azametinden hiç eksiltmeden bir eli arkada dururken diğer eliyle mahkûmların kızgın sabah güneşinden korunmak için astıkları penceredeki çarşafı yırtarak çıkardı. Aceleyle yanına koşan genç infaz koruma memuru İsmail’i adeta gözleriyle döverek elindeki çarşafı uzattı. İsmail korkuyla başını yere eğdi. İnce aramalarla meşgulken gözlerinden kaçan bunca bariz bir hata affedilir gibi değildi elbette.

Mevzuat gereği koğuşa gelen her eşya sadece yapılış amacına göre kullanılmalıydı. Ayran şişesinde su, su şişesinde ayran ya da mahkûmların kendi yaptıkları soğuk çay olmamalıydı. Cuma ve cemaatle kılınan vakit namazları için yere battaniye sermek ya da güneşi engellemek için pencereye çarşaf asmak kesinlikle yasaktı. Pandemi ortamında kalabalık koğuşlarda hijyen ve koruyucu hekimlik şartlarından mahrum olan mahkumların yapmak cüretinde bulundukları sirkeler kesinlikle en tehlikeli ürünler arasındaydı. Mahkûmların defalarca dilekçe verip istemelerine rağmen çamaşır suyu ve sirke verilmediği gibi zorlukla üretilenlere de anında el konuluyordu. Hâlbuki ihraç komiser Murat bey elma sirkesini yapabilmek için ne uğraşmıştı ama şu an koğuşa lavaboya dökülen beş litrelik yarı olgunlaşmış sirkenin kokusu yayılmıştı.

İnfaz koruma memurları kısa sürede işlerini bitirip “amacı dışında kullanılan” eşyaları çöp torbaları içine doldurup diğer koğuşların aranmasına geçtiler.

Onlar koğuşun ağır demir kapısını hızla çarparak kapatıp gürültü ile kilitlerken onca emek ve masrafla okumuş meslek sahibi olmuş, çoğunlukla memleketin gariban kesiminden gelen mahkûmlar gündelik işlerine dönmüştü.

Amacı dışında kullanılan bir plastik şişeye tahammül edemeyen kudretli azametli cânım devletimiz, yetişmiş insan sermayesi olan doktor, mühendis, asker, öğretmen, öğrenci, emniyet mensubu ve daha birçok meslek gurubundan on binlerce insanı en verimli oldukları çağlarda toplumdan koparıp damgalayarak ya cezaevlerine doldurdu ya da toplumdan soyutlayıp insan dışılaştırarak toplum dışına itti.

Biz cahil(!) insanlar anlamayız ama, hikmetinden sual olunmaz devletimizin vardır elbet bir bildiği…

Belki de dünyanın en otoriter ve antidemokratik yönetimlerinden biri olan bir buçuk milyar nüfuslu Çin’den sonra en büyük cezaevini inşa ediyor olmakla övünen zalim muktedirlerin yapmak istediği tam da budur. Aynen Pol Pot rejiminin yaptığının modern versiyonunu.

Dört yanı betondan, eğitimli insan öğütme makineleri!…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑