(Babasının gözünden bir dostumun anısına)
Geceye yürüyor zaman. Şerifini düşünüyor. Uzaklardan bozlak bir türkü:
Açma yaram derindedir…
Ev kalabalık. Taziyeye gelen birkaç kişi teselli veriyor. Ne ki yarası açılıyor, İçi dağlanıyor. Tek yongası Şerifini düşünüyor. Acının sürek avına tutuluyor. Siz derdime derman olamazsınız, der gibi bakıyor gelenlere. Türkünün devamı yankılanıyor içinde.
“beni derde salan gelsin”
İçi kabarıyor. Türküden kaçarcasına ceketini alıp kalabalığı umursamazcasına çıkıyor evden. Dışarıda keskin bir soğuk… İçinin sızısı teninin sızısını bastırıyor.
Sarsılıyor İrfan. Kırçıllaşmış bıyıklarının kıvrımlarına yanaklarından yuvarlanan ıslaklık değiyor. Caddenin sonuna doğru yürüyor başı yerde.
Şerif’i dün bu saatlerde öldü hapishanede.
Bu saatlerde hayat damarı kesildi İrfan’ın. Kendi elleriyle toprağa verdiği yongasının ardından ağlayamamıştı bir türlü. Evlat acısı her geçen saat bir burgu gibi içini kanatıp durdu. Yanından geçtiği ihbarcının evinin penceresine kinli kinli baktı, söylendi: “İnsan otuz yıldır tanıdığı arkadaşına iftira atar mı? Öğretmenden darbeci mi olur? Tek bilgi kaynağı televizyon olan kahvehane ahmakları bir şeyi olmazsa almazlardı içeri diye akıl yürütürler. Hanlısına kinlisine yazıklar olsun…”
Önünden geçtiği kahvehane tıklım tıklımdı. Tiksintiyle baktı içeri. Kasaba irisi bu şehirden soğumuştu soğumasına da ölüsünü de alıp gidemezdi ya daha.
Türkü hala devam etmekte, kahvehanenin kırık penceresinden sokağa süzülmekte…
Açma yaram derindedir…
Türküye kulak kabarttı İrfan. Şerifi aha şurasında türkü gibi. Mahpus damında kara kara duvarlara bakarmış. Bir de namaz kılar kitap okurmuş sürekli. Kahvehanenin kıt akıllıları bilmez Şerif nasıl öldü. Ne hicranlar yaşadı? Yoksa sen teröristsin diye kovarlar mıydı kahvehaneden? İrfanın bir bildiği var ki Şerif’i masumdur, tümden günahsızdır…
Şerif’i tutuklanmadan önce anlatmıştı. Bu olanlar normal değil, suçlamalar normal değil başımıza iş açacaklar baba demişti. Bizim öğrenci yetiştirmekten başka işimiz olmaz baba haberin olsun demişti.
Bilmez tanımaz mıydı oğlunu? Haram lokma yedirmemişti. Yalan söylediğine, asi davrandığına, sesini yükselttiğine şahit olmamıştı. Bilmez miydi hiç!
Demişti demesine ama düşünceli düşünceli eğmişti başını. Okulu kapatılmış işsiz kalmıştı.
Bastığın yerler yakar beni oğul. Yanarım yanarım da dumanım tütmez, diye inledi İrfan.
Durdu İrfan caddenin ortasında. Ölüm haberini aldığı an gibi kalakaldı öylece. Gece üzerine ağmaktadır. Karanlık gecede sessiz bir şivan gibi yürüdü mezarlığa doğru. Artık eve barka sığmaz olmuştur. Caddelere sokaklara şehre…
Dallarında rüzgar gezinen ağaçların altında yürümeye devam etti sonra. Yanından geçen otomobillerin rüzgarı yüzünü yaladı. Acısının üzerindeki ince zar erdeyse patlayacaktı.
Görkemli vitrinlerin yanından geçti. Diline yine o türkü geldi.
Açma yaram derindedir…
Türkü denildi mi içi erirdi İrfan’ın. Sesi de değme güzeldi. Tuzu kuru adam türkü çığırmaz derdi hep. Ama artık diline dolanıyordu türkü. İçini yakıyordu. “gitti canımın cananı” dedi mi içine bir şivan yürüyordu.
Bu nasıl iştir yahu diye söylendi. Kan davası desem değil, ar davası desem değil, terör hiç değil. Bu nasıl kindir ki suçlu, masum denemeden çoluk çocuk insanlar mengeneye alınmış!…
Cadde uzayıp gidiyor, İrfan inliyor.
Türküye dolanıyor yine dili. Susuyor yeniden. Yüreğini yokluyor ki tümden yaşamaya küsmüştür…
Eşine söylemiş son görüş gününde Şerif’i. Bunlar ne yapıyorlar böyle, demiş. Öyle işkenceler yaptılar ki ölümü istedim, demiş. Ben burada şehit çıkmak istiyorum, hissiyatım bu affet beni, demiş.
Dişlerini sıktı İrfan. Benim karıncaezmez merhametlim, sana nasıl işkenceler yapmışlar ki böyle ölümü arzulamışsın diye sızlandı. Göğsü kabardı inip inip kalktı. Bir ağaca yaslandı öylece. Sokak lambalarının kırılan ışığı gölgesini biçimsizce yığdı ağaç dibine. Yanında durduğu mağazanın vitrininde çocuk oyuncakları vardı. Gözleri vitrinde dondu. Ona aldığı ilk oyuncak arabayı düşündü. Ne kadar sevindiğini hatırladı. İçi dağlandı. Demek evlat acısı böyleymiş, demek evlat ölünce baba da girermiş toprağın bir kıyısına, dedi yutkundu…
Kepenklerin kilitlerine bakarak yeniden yürüdü. Caddenin sonundan yukarı doğru yöneldi. Mezarlığa geldi. Mezarlığın kapısını gıcırtıyla açtı. Ağaçlar arasından sessizce süzüldü. Gök yıldızsızdı, yer zifiri…
Kabarmış taze toprağın başına gelip diz kırdı. Ölümü düşündü. Ağlamasa ölecekti. Babalar yalnız ağlardı. Dünden beri içinde biriktirdiği barutları alev sarmıştı. Acısının üzerinde daha kabuk bağlamamış ince zar parçalandı. İçinde bir türkülü ağıt, sarsıla sarsıla ağlamaya durdu.
Açma yaram derindedir….
Ensar Nuralp