Duyarsın Bazen / Gökhan Bozkuş

Duyarsın bazen….

Kimsenin işitmediği ve işitmeyeceği sesleri. Kulakların değil de gözlerin duyar sadece. Uzanır, tını tını o naif sesler sana.

Bazen eski, terk edilmiş harap bir binadan gelir, bazen de solmuş bir çiçekten.

Hasan Hüseyin Korkmazgil’den dizeler düşer diline ve duyarsın bazen…


“konaklarda duraklarda eskirdik

 beklemekten eskirdik selâm selâm

eskirdik umut umut
açmadan solardı çiçeklerimiz”

Sırtında bir çanta ve içinde otuz beş yılın, on iki bin yedi yüz yetmiş beş günün…
Bir ekim ayında  gece yağmurla beraber adımlarken daha önce hiç gitmediğin bir ülkenin topraklarını, takılır ayakların bir emziğe. Sisli ve karanlık bir gecenin ortasında, dilini bilmediğin bir memleketin ürküten köpek havlamaları arasında biraz korku, biraz endişe ile eğilir ve dokunursun o emziğe. Kokusunu duyarsın bir mülteci çocuğunun. Feryadını duyarsın çaresiz bir annenin. Umudunu duyarsın “az kaldı” diyen bir babanın. Konuşur adeta o emzik seninle ve koyarsın cebine.

Ve henüz öyle bir özellik gelmiş olmamasına rağmen, Yeşilçam filmlerinde geride bırakılan bir mektuptan gelen sesler gibi, tınısı başka,  tonu bambaşka heceler duyarsın harflerle değil ahlarla yazılan bir twitten

Sen ağlarsan
Ben nasıl güleyim bu dünyada?
Çektiğin acıyı misliyle yaşıyork
en
Senin acına
Istırabına
Gözyaşına kurban olsunlar”

Duyarsın bazen nedensiz bir çocuk ağlamasını ve Edip Cansever fısıldar sana

Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın

Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın

Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır

Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

Nedensiz bir çocuk ağlaması bile

çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır

Bilemezdin / Ahmet Terzioğlu

Sevdân ile çarpan şu yüreğimi,

Bilsen böyle çekip gidemezdin ki.

Seni çoktan daha çok sevdiğimi,

Nerden bileceksin bilemezdin ki.

Bırakıp gittin ya o gün elimi,

Yokluğun ok gibi deler sînemi.

Seni yokken bile çok sevdiğimi,

Nerden bileceksin bilemezdin ki.

Mecnûn olmak imiş aşkın son demi,

Mecnûn çeker miydi şu çektiğimi.

Seni Mecnûn’dan da çok sevdiğimi,

Nerden bileceksin bilemezdin ki.

Mevlâ’ya arz ettim böyle hâlimi,

Versin seni, alsın da her şeyimi.

Seni her şeyden de çok sevdiğimi,

Nerden bileceksin bilemezdin ki.

Kış Beyazı Ağıtlar /Ayşe Beçene

Mustafa Kabakçıoğlu’nun Hücrede Ölüm Yıldönümü İçin

Nağmeler sağır, sararmış sözler
Beyaz sandalyede buğulu gözler
Tomurcuk dallarda, kavrulur samyeli
Beyaz gelincikler beklerken seni

Dillerde kış beyazı ağıtlar
Güz çiçeği sanki, ebrûli günler
Gece ayazı vurmuş hayalleri
Beyaz gelincikler beklerken seni

Tutuşmuş rüzgârın etekleri
Ömür denizinde geçen gemiler
Savrulur her yere kır çiçekleri
Beyaz gelincikler beklerken seni

Şebnemler süzülür gözlerden
Unutulur mu söyle sesizce giden?
Kelebekler sarar yalnız geleni
Beyaz gelincikler beklerken seni

Ayşe Beçene

Teneke Buyruk / Esra Aydan

29 Ağustos 2020’de tek kişilik hücrede hayata yalnız başına veda eden Mustafa Kabakçıoğlu anısına

Menekşe yazından narindir ömür

Beğenmez saksısını toprağını

Ağaçlar turuncu

Kuşanmış yine

Yolmaya başlamışlar

Mutsuz gelinler gibi

Sararmış saçlarını

Vebalden gerdanlıklar

Taşımıyor boyunlar

Kuytu uykuların kaçırıyor tadını

Gözü kara kötülük

Hep nöbette gün boyu

Artık inandım,

Uzay cinleri kaçırmış olmalı

Gözleri bağlı, terazili kadını

Sahra çölleri kusuyorum

Dilimde sakıncalı türküler

Gölgelere inat

Bak! soldu vazomda

Kırgın kekeme çiçek

Dengim değildir artık

Sağır ekmek

Kör mercimek

Al bunları götür

Kem talihli Gardiyan!

Gök sofralarına

Yaraşmaz demir tabak

Gıcırtılar duyuyorum

Demir kapıdan  değil

Bir arşa bakıyorum

Bir yorgun dizlerime

Sonra kollarımdaki

Demir bileziğime

Ağaran gözlerimdir

Yüzleriniz ağarmaz

Belki varaksız atım

Ulaşır mavi göğe

Kapıyı çalan yağmur

Haydi tut peri kanatlarını

Yıkılan duvarlar

Çıkıyor  aydınlığa

Gecelerde gün yağar

Bu yıldız çukuruna

Elbet kazanırdınız

Ölüm bir son olsaydı

Fakat sürprizli şafak

Bakar bir çığlığa

Seversen yüksekleri

Göğe merdiven gerek

Ödünç istesen, verir

İsa’dan çarmıhını

Haydi beyaz yıldızım

Uzat kuyruğunu

Artık kim takar senin

Teneke buyruğunu

Geziyorlar özgürce

Lut kavminden kalma

Uğursuz bahçelerde

Gözlerde kara büyü

Pekmez karası gece

Keder mi önce yer

Açlık mı bedenleri

Kan çanağı gözlere

İner mutlu sabahlar

Artık hiçbir ağıt

Getirmez gidenleri

Esra AYDAN

Beyaz/Farzımuhal

Endamın güleç ölüm
Sığıntı çabaların örtemediği çıplaklık gerçek
Üvertür isyan kuşatılmışlığı serüven
Ayaklarına serilen, bir nüans mahreç ölüm
Beyaz, bir renk
Beyaz, güvercin ürkek


Bahçenin ne suçu olabilir ki
Badanasız mahzenin
Plastik sandalyenin
Beyaz intikam sürek
Kaçılmaz süreç ölüm

Gözlerin direnç kuşak
Dudağın dua ıslak
Hicretin Meriç ölüm

Renkler seni düşlesin
Beyazı sen seç gülüm

Farzımuhal

Sen Gelince… / Neslihan Paş

​Bir Eylül sabahı telefonum çalmıştı. Arayan ablamdı. İlk sözü “Duydun mu?” oldu. Duymam gereken neydi? Hayır, bir şey duymamıştım ve ben henüz gece gördüğüm rüyanın etkisindeydim. Rüyamda etrafımız sarılmış vaziyette ve elimizde kelepçeler yürüyorduk. Karanlıkta, sessizce ve acı içinde.

Ben sabah çayımı içerken telefonum yine çaldı. Bu sefer bir arkadaşım heyecanla: “Abla gelir misin?” dedi. Masayı öylece bıraktım ve hızlıca hazırlanıp yola koyuldum. Bir gariplik içinde yürüdüm Eylül’ün sokaklarında. Zihnim gece rüyasında, adımlarım az önce heyecan ve endişe ile beni arayan arkadaşa… Sarı, turuncu yapraklar yerde, ayaklarımın altında. Bir yandan onları eziyorum diye üzülmek geliyor içimden diğer yandan bir an önce ulaşmak istiyorum Yiğit Hocaların evine.

Yiğit Hoca’nın eşi Selma, kucağındaki iki aylık bebeğiyle ve telaş içinde:

​“Abla biliyor musun, duydun mu?”

​Yine aynı hal. Neyi duymalıydım? Korktum. Gözlerine baktım. Beynim iki avcumun arasındaymış gibi oldu bir an. Ben bir şey demeden o devam etti:

​“Abla, öğretmenleri götürmüşler. Yiğit Hoca’yı da. Ama sadece birkaç soru sorup bırakacaklarmış.”

Ümitli gibi görünse de kolu kanadı kırılmış, telaşlı ve solgundu Selma.

​“Evet” diyebildim yalnızca ve yutkundum. Sonrasında Selma’mı sakinleştirmeye çalıştım.

Vakit ilerliyor ama dakikalar sanki asırların kadranında dönüyor gibiydi. Yiğit hocadan ve öğretmenlerden hiçbir haber yoktu. Selma’nın gözlerindeki endişe, kucağında bebek ve babasının gelmesini bekleyen üç yaşındaki Ayşe’m. Bu ara bir şey yapmış olmak için Selma perdenin arkasına baktı:

​“Abla bak, Yiğit Hoca bilgisayarını almamış biraz sonra gelir inşallah.” dedi ümide çalan nemli sözlerle.

​Ben biraz da onun ümidine tutunarak ama endişe içinde eşini bekleyen Selma ile konuşmaya devam ettim. Vakit geceye doğru ilerlerken korkulan haber geldi. O an Selma’nın duruşu birden değişti. Az önceki mahzun ve ağlamaklı Selma gitmiş bir dirayet ve azim insanı belirmişti karşımda. Selma olacakları biliyormuş gibi içten içe hazırlık yapmıştı sanki. Benim yanında olmam belki ona biraz metanet vermişti. Ancak her şeye rağmen tutuklanma haberi geldiğinde evdeki acı ve sessiz çığlığı ancak vicdanlar duyabilirdi.  

​Yiğit Hoca ve arkadaşları kaçırılmışlardı. Selma da diğer kader/daşları gibi yalnızdı artık ve çaresizliği yüreğinin en ulaşılmaz koylarına kadar hissediyordu.

Aradan günler geçti. Ayrılık da sıradan günler sırasına geçti. Bir gün arkadaşları doğum günü için Selma’nın kapısını çaldılar. Selma çok sevindi. Hep birlikte hazırladıkları pasta ve güzel ikramlarla çay içerken kapı sesiyle irkildiler. Neyse ki gelen tanıdık biriydi. Öğretmenlerden biri elindeki bir çift ayakkabı ile kapının eşiğinde duruyordu. Arabası satılacak olan Yiğit Hoca’nın bagajında bir paket bulmuştu ve bu paketi getirmişti kapıdaki öğretmen. Öğretmen Paketi nezaketle Selma’ya takdim etti. Selma içeri girdi, heyecanla paketi açtı ve bir süredir içinde sakladığı yağmur tanelerini doludizgin saldı.

Aralıksız ağlıyordu. Orada bulunanlar da onunla beraber ağlıyorlardı. Bu pakette bir ay önce vitrinde gördüğü ama alamadığı bir çift ayakkabı vardı. Yiğit Hoca, doğum gününden önce ona sürpriz yapmış ve bu hediyeyi Selma görmesin diye de arabanın bagajında saklamıştı. Herkes derin bir sessizliğe gömüldü.

Selma kısa bir süre sonra başka bir şehre taşındı ama hatıralar hep taze kaldı. Kucağında bebek elinden tutmuş minik Ayşe ile yürüdü yolları. Ancak eşinin aldığı ayakkabıyı giyemedi Selma.

​“Bu güzel ayakkabıları sen gelince giyeceğim Yiğit Hoca.”

Neslihan Paş

Ağustos ve Kuşlar / Ömer Dilbaz

Bugün yağmur yağıyor şehre
Ağustos ayında hem de
Bense henüz göç vakti gelmemiş
Öksüz kuşları düşünüyorum
Ne yaparlar şimdi diye

Yağmur dindi
Geldi Ağustosun sonu
Göç ediyor öksüz kuşlar
Ağustosta yağmur yağmayacak yerlere
Düşünüyorum
Şimdi ben ne yaparım diye

Oysa ki benim
Ne göç edecek yerim
Ne de yağmursuz ağustosum var
Yağmur diner gönlümde belki ama
O zamanda Eylül gelir
Zamanını beklemeden yağar kar
Hem ben ne öksüzüm ne de kuş
Ne de gidecek yerim var

Açma Yaram Derindedir / Ensar Nuralp

(Babasının gözünden bir dostumun anısına)

Geceye yürüyor zaman. Şerifini düşünüyor. Uzaklardan bozlak bir türkü:

Açma yaram derindedir…

Ev kalabalık. Taziyeye gelen birkaç kişi teselli veriyor. Ne ki yarası açılıyor, İçi dağlanıyor. Tek yongası Şerifini düşünüyor. Acının sürek avına tutuluyor. Siz derdime derman olamazsınız, der gibi bakıyor gelenlere. Türkünün devamı yankılanıyor içinde.
“beni derde salan gelsin”

İçi kabarıyor. Türküden kaçarcasına ceketini alıp kalabalığı umursamazcasına çıkıyor evden. Dışarıda keskin bir soğuk… İçinin sızısı teninin sızısını bastırıyor.

Sarsılıyor İrfan. Kırçıllaşmış bıyıklarının kıvrımlarına yanaklarından yuvarlanan ıslaklık değiyor. Caddenin sonuna doğru yürüyor başı yerde.

Şerif’i dün bu saatlerde öldü hapishanede.
Bu saatlerde hayat damarı kesildi İrfan’ın. Kendi elleriyle toprağa verdiği yongasının ardından ağlayamamıştı bir türlü. Evlat acısı her geçen saat bir burgu gibi içini kanatıp durdu. Yanından geçtiği ihbarcının evinin penceresine kinli kinli baktı, söylendi: “İnsan otuz yıldır tanıdığı arkadaşına iftira atar mı? Öğretmenden darbeci mi olur? Tek bilgi kaynağı televizyon olan kahvehane ahmakları bir şeyi olmazsa almazlardı içeri diye akıl yürütürler. Hanlısına kinlisine yazıklar olsun…”

Önünden geçtiği kahvehane tıklım tıklımdı. Tiksintiyle baktı içeri. Kasaba irisi bu şehirden soğumuştu soğumasına da ölüsünü de alıp gidemezdi ya daha.

Türkü hala devam etmekte, kahvehanenin kırık penceresinden sokağa süzülmekte…

Açma yaram derindedir…

Türküye kulak kabarttı İrfan. Şerifi aha şurasında türkü gibi. Mahpus damında kara kara duvarlara bakarmış. Bir de namaz kılar kitap okurmuş sürekli. Kahvehanenin kıt akıllıları bilmez Şerif nasıl öldü. Ne hicranlar yaşadı? Yoksa sen teröristsin diye kovarlar mıydı kahvehaneden? İrfanın bir bildiği var ki Şerif’i masumdur, tümden günahsızdır…

Şerif’i tutuklanmadan önce anlatmıştı. Bu olanlar normal değil, suçlamalar normal değil başımıza iş açacaklar baba demişti. Bizim öğrenci yetiştirmekten başka işimiz olmaz baba haberin olsun demişti.
Bilmez tanımaz mıydı oğlunu? Haram lokma yedirmemişti. Yalan söylediğine, asi davrandığına, sesini yükselttiğine şahit olmamıştı. Bilmez miydi hiç!

Demişti demesine ama düşünceli düşünceli eğmişti başını. Okulu kapatılmış işsiz kalmıştı.
Bastığın yerler yakar beni oğul. Yanarım yanarım da dumanım tütmez, diye inledi İrfan.

Durdu İrfan caddenin ortasında. Ölüm haberini aldığı an gibi kalakaldı öylece. Gece üzerine ağmaktadır. Karanlık gecede sessiz bir şivan gibi yürüdü mezarlığa doğru. Artık eve barka sığmaz olmuştur. Caddelere sokaklara şehre…

Dallarında rüzgar gezinen ağaçların altında yürümeye devam etti sonra. Yanından geçen otomobillerin rüzgarı yüzünü yaladı. Acısının üzerindeki ince zar erdeyse patlayacaktı.
Görkemli vitrinlerin yanından geçti. Diline yine o türkü geldi.

Açma yaram derindedir…

Türkü denildi mi içi erirdi İrfan’ın. Sesi de değme güzeldi. Tuzu kuru adam türkü çığırmaz derdi hep. Ama artık diline dolanıyordu türkü. İçini yakıyordu. “gitti canımın cananı” dedi mi içine bir şivan yürüyordu.

Bu nasıl iştir yahu diye söylendi. Kan davası desem değil, ar davası desem değil, terör hiç değil. Bu nasıl kindir ki suçlu, masum denemeden çoluk çocuk insanlar mengeneye alınmış!…

Cadde uzayıp gidiyor, İrfan inliyor.
Türküye dolanıyor yine dili. Susuyor yeniden. Yüreğini yokluyor ki tümden yaşamaya küsmüştür…

Eşine söylemiş son görüş gününde Şerif’i. Bunlar ne yapıyorlar böyle, demiş. Öyle işkenceler yaptılar ki ölümü istedim, demiş. Ben burada şehit çıkmak istiyorum, hissiyatım bu affet beni, demiş.

Dişlerini sıktı İrfan. Benim karıncaezmez merhametlim, sana nasıl işkenceler yapmışlar ki böyle ölümü arzulamışsın diye sızlandı. Göğsü kabardı inip inip kalktı. Bir ağaca yaslandı öylece. Sokak lambalarının kırılan ışığı gölgesini biçimsizce yığdı ağaç dibine. Yanında durduğu mağazanın vitrininde çocuk oyuncakları vardı. Gözleri vitrinde dondu. Ona aldığı ilk oyuncak arabayı düşündü. Ne kadar sevindiğini hatırladı. İçi dağlandı. Demek evlat acısı böyleymiş, demek evlat ölünce baba da girermiş toprağın bir kıyısına, dedi yutkundu…

Kepenklerin kilitlerine bakarak yeniden yürüdü. Caddenin sonundan yukarı doğru yöneldi. Mezarlığa geldi. Mezarlığın kapısını gıcırtıyla açtı. Ağaçlar arasından sessizce süzüldü. Gök yıldızsızdı, yer zifiri…

Kabarmış taze toprağın başına gelip diz kırdı. Ölümü düşündü. Ağlamasa ölecekti. Babalar yalnız ağlardı. Dünden beri içinde biriktirdiği barutları alev sarmıştı. Acısının üzerinde daha kabuk bağlamamış ince zar parçalandı. İçinde bir türkülü ağıt, sarsıla sarsıla ağlamaya durdu.

Açma yaram derindedir….

Ensar Nuralp

Ziyaret / Mine Akdemir


Kaçıncı kez tırmandım bu taş merdivenleri bilmem? Ne çok hüzünlü adımla
aşınıp çökmüş omuzları? Ve takiben el ele tutuşup, karşılıklı dizilmiş servilerin baş
eğerek buyur ettiği taş yol.
Ne tarafa baksam renk renk çiçekler. Onlar, ve bastığım taşların arasından baş
vermiş otlar. Çaresiz suskunluğun, teslim olmuşluğun doğasına inat, hayatı hatırlatan.
Aralarından geçiyorum. Hiçbiri yol göstermeye, ben de sormaya ihtiyaç duymuyoruz. Zaten öyle aşinalar ki adımlarıma. Yağmuru, karı, kurumuş çırpıları, yeşil otları
defalarca, mevsimlerce çiğnediğim, ve beni götürdükleri son noktayla buluşturan şu
adımlarıma.
Ben uyuyan, uyanmışların arasında, küçük toprak yola sapıyorum. Birbirine
komşu tümsekler geçiyor sırayla gözlerimden. Kimi çıplak, kimi bembeyaz surlarla
kale gibi kucaklanmış “ser gitti,sırrı vermeyelim”der gibi.Ve bazılarına Firdevsî
güzellik lütfedilmiş renk renk.Bir diğeri garib,çıplak,ve yalnız.Gerçek ahvali göstermez hiçbir göze,ses etmez hiçbir kulağa.Hep birlikte bekleşirler son sabahı ki,ya
Reyyan kapısında,ya Hümeze yamacında.
Kim bilir ne zaman kondu bu papatya demeti üzerine?Kurumuş,ve kendini
unutturmuş?Kim bilir hangi vefalı el ıslatmış damarlarını toprağının diğerinin?Kim
bilir şu serçe kaçıncıya yudumluyor suyunu ayakucundaki kâsesinden?
Ve ben,kim bilir yüklendiğim ağırlıklarımla unutulmuş tümseklerin arasından
kaçıncı kez geçerek bulduğum,ezelimin tatlı hatırası,ebedimin keskin mührü o son
kapıya?
Ve ben,yine sessizce iliştim,beyaz surlarının ayak ucuna.Yine sana geldim.
Nafile ki,yine sessiz kalmayı seçeceksin biliyorum.Olsun,yine de biliyorsun ya bu-
radayım.
Üzerinde yine yabani otlar bitmiş.Onlara kızmıyorum,biliyorum kökleri senin
avucunda,sen uzatıyorsun bana.Sana bugün menekşe getirdim,sen en çok onu
severdin.Penceremizin önündeki menekşelerin gibi.Hani şu,bir sulama süresince
muhabbetini benden çalan menekşeler.Artık sitemim yok onlara.Mahcubum.Yeri-
ni tutamadım,beni senin gibi dinlemiyorlar.Zaten diyeceğim ne var ki?
Gökkuşağıydı kapımız,yedi renkti kalkanımız,koymazdı içeri ne gam ne de
mazarat.Dış kenarında kalırdı hepsi akşam eve dönüşlerde.Sabah yine yüklenmek
için beklerdi beni.Gittiğinde gönüllü yüklendim hepsini,hiçbiri öksüz değil artık.
Ne tatlı bencil yasakların vardı.Anahtarım işe yaramazdı,sen daha önce açar-
dın o kapıyı.Ve hep gıcırdayan,gelişimi haber verdiği için yağlamama iznin yoktu
bahçe kapısını.Sen öyle isterdin.
Seni çok özledim.Sözünü tutmadın,çabuk pes ettin.Oysa ne çok yarım kalmış-
lık bıraktın içimde.Kül tablasında unutulmuş tütün gibiyim.Çekilmemiş nefeslerimin
küllerini bıraktım.Zaten sensiz tamamlanacak ne kaldı ki?
Sonbahar gidişindi.Baharları da götürdün yanında.Peki ya ardında bıraktığın
şu puslu kışım neden hala gülümsüyor ki bana?

Mine AKDEMİR

Sükût Hep Sükût / Yaşar Beçene

Bu aşka damlayan demlenen her an
Istırap büyütür güneş, yıldız, kum
Yüreğim pervane; göçler ki Sana
Bu ben/den bir vakit…Seni bulurum
Bu aşka damlayan demlenen her an

Ah her şey hep bir/den; birden kalmışlık
Nelerden vazgeçtik kim bilir neler
Sıyrıldı geceler ve aldanmışlık
Açılır bir/den sırlı perdeler
Ah her şey hep bir/den; birden kalmışlık

Mirastır belki de renkler tuvalden
Harmani bir aşkla ellerimden tut
Vurmuştu kıyıya ben/de ne varsa
Sus bir şey söyleme, sükût hep sükût
Mirastır belki de renkler tuvalden

Yaşar BEÇENE

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑