Yürüyen Sevgiler / Neslihan Paş

Soluk yüzleri ile tanırsın onları sen, yeryüzünde bin bir çileyi saklarlar gönüllerinin koylarında ve hep sevgi diye koşarlar. Nerde ağlayan bir sine görseler hemen orada soluk alırlar. Alışmıştır bedenleri zorluklara, çelik gibi durmaya. Çaresizlik vurur kapılarına sık sık ama yılmazlar, direnirler gönüllerindeki yüksek imanla negatif tepkilere.

Başkalaşmaya, suni davranışlara kapalıdır onlar. Sürekli insanlık ortak paydasında buluşmak için adımlarlar yeryüzünde. Çiçeklerden bal özü toplamanın ve onları petek petek bala dönüştürmenin işçisidir onlar. Bu hususta doymak nedir bilmezler, yaşam gayeleri hayat suyunu tüm gönüllere üflemektir çünkü. Severler herkesi hem de o kadar çok. Yürürler sevgiye hem de o kadar çok.

Sürekli sevgi dağıtırlar varlığa gönüllerinden süzülen muhabbet duygularıyla. Her sabah O’nu anarlar ve selam verirler hayata. Çiçeklere, çocuklara, yollara, ağaçlar, komşuya, denize ve dağlara. Bazen dursalar da adımları yavaşlasa da bir şekilde ilerler onlar. Yollar sarp kayalıklara doğru gittiğinde geri dönmezler. Hayallerinin peşinde kuşlar gibi pervaz ederler. Aşılmaz yerler onlar için duadır. Sarp kayalar onlar için bir vefadır.

Cesaretleri, sevgileri gibidir ne de olsa kaynağı bellidir. Dermansız değillerdir çünkü dermanları dertlerinin içinde gizlidir. Onlar sevgiye kilitli muhabbetin erleridirler. Bin bir sancının kol gezdiği diyarlara O’ndan aldıkları nefesle hayat üflemeyi bilirler. Darda kalsalar Rablerinin huzurunda gölgelenirler ve dağınıklığa düşmezler, teşviş yaşamaz ve yaşatmazlar.

Dolu doludur yürekleri verecekleri ne çok şeyleri vardır insanlara. Olur da çok kırılır, çok üzülürlerse bir durup “Dağınıklık ve tasamı Allah’a havale ettim” diyerek yola devam ederler o sevgi renkliler.

Kavgaları yoktur, hayatla cedelleşmezler ve kaderlerine tebessüm yağdırırlar. Sevgiyle muhabbetle sonsuza dek koşarlar. Tebessümleri içten, bakışları derindir. Bıkmadan usanmadan çalışırlar ve yüzleri yerdedir, tevazu kanatları hep açıktır. Kötü bir şey derse biri “selam” der geçerler. Zahmet verirlerse de Allah der sabrederler. Ama iyi olmaktan asla geri durmazlar. Ama yürüyen sevgi olmaktan vazgeçmezler.

Tatlı tebessümleri ve ışıldayan yüzleriyle hep baharın çiçekleri gibidir onlar rengarenk neşeli sevinçli ve bir o kadar da azimli. Belli ki onlardır Rablerinin nezdinde çok değerli.

Neslihan Paş

Bir Kere / Ahmet Terzioğlu

Gecem aydınlanır, ocağım tüter,
Kalbimi kor olup yaksan bir kere.
Acılarım diner, dertlerim biter,
Kaşını kaldırıp baksan bir kere

Ötelerden kutlu selâmın gelir,
İnci mercan misâl kelâmın gelir.
Affa fermânımdır ilâmın gelir,
Rüyâma girip çıksan bir kere

Çöllere çiçekler eker geçersin,
Aşılmaz dağları deler geçersin.
Belânın yüzüne güler geçersin,
Zülfikâr kuşanıp taksan bir kere

“Sözün şeker şerbet nefesler keser,
Her yanda sevdânın meltemi eser.
Kavurur yangının kalbi ser be ser,
Gönlüme su gibi aksan bir kere

İKİ


İki kelimeye bağlı yaşanır hayat
İki gülümsemeyle mutlu olabilir insan
İki bakışla kaybedilir umut
Sabah uyanır gece uyursun
İki günlüktür dünyan

İki dudağın arasındadır beklemek
İki gözün içindedir mutluluk
İkilemeler arasında yaşanır hayat
İkilemeler arasında savaşır insan
İki söz eder iki kez susarsın

İki dünya arasında sıkışır insan
İki vakte kadar gelecek der medyum
İki şekilde akar zaman
İkiler içinde oluşur kavram
İyilik ve kötülük
Üzüntü ve mutluluk
Cennet ve cehennem
Dünya ve ahiret

İçindeki ve dışındakiyle
İki kişi olsa da insan
Bir kere doğar, bir kere ölür
Ve bir kere sever

Kalk Fikret, Sana Haluk’u Anlatacağım / Gökhan Bozkuş

Oğlu Haluk için şiirler yazan şair Tevfik Fikret’e hitaben merhum Haluk Savaş için yazılan bu şiiri Esen Savaş Hanımefendi’ye hediye ediyorum

Kalk Fikret, sana Haluk’u anlatacağım

Onda itimat, onda itinâ,
Onda cesaret, onda ümîd;
Ziya kervanına aşk ve şevk
Gözlerinde asırların hüznü ve
Yüzünde bahardan renk

Kalk Fikret, sana Haluk’u anlatacağım

Bir çiçekti o , kopardılar dalından
Bir yolcuydu o , sadağında neşe
Bir muallimdi heceleri revnak
Gözlerinde asırların hüznü ve
Bir emek , bir nefesti gitti usuldan

Kalk Fikret, sana Haluk’u anlatacağım

Sende tahayyül bizde hakikat
Sende heyûlâ bizde rikkat
Haluk diyordun sen de evet
Sende tasavvur bizde sadakat
Gözlerinde asırların hüznü ve
Tarifi meçhul bir şefkat

Kalk Fikret, sana Haluk’u anlatacağım

ÜLKEDE YAS VAR / Ensar Nuralp

Şeref’li dostların ardından…

Hayatın acılarına kapanır mı kapılar birgün bilmem.

Vicdan vaktidir.
Belki yine iftiralar olacak, kumpaslar olacak mülteci yollara çıkılacak, yine masumlar Yusuf olacak yine işkenceler görülecek, yine türlü acılar çekilecektir ama bugün bitmeli artık bunlar.

Bugün pek huzurlu olunabilecek zamanlarda değiliz.

Acılar, kapanan kapıları kırıyor.

Ülkede zulüm var.

Çocuklar nehirlerde ölüyor.

Masumları cenazesi çıkıyor zindanlardan

Dünya huzur yeri değil biliyorum ama fazlaca yaslı girdik bu defa zamana

Ahmet öldü, denizde Feridunlar, nehirce nice körpe canlar öldü. Zindanlarda Yusuflar, gerbette hasret çekenler oldu. Baban da öldü, iyi günleri göremeden.
Oysa;Anadolu çocukları aydınlık günler görsün diye çırpinanlardı bunlar. Gül devrince bir hayatı bütün toplum için hayal edenlerdi.

Kimsenin konuşmadığı bir dilde konustular inatla.

Beni en çok ne üzdü biliyor musunuz?

Boynumuza bir terör yaftası getirip astılar.

Ve bir başlık attılar…

“Malları mülkleri karıları ganimettir.”diye

İçimiz kıyıldı, ürperdik.

İslami seven ama müslümana düşman muslumanlar, muslumanları sevmeyen gayrimuslimlere ne kadar da benziyorlar.

Ölenlerden kimi yakın arkadaşımdı. Bu topluma hak ettiği değeri verebilmek için ne çileler çektikleri biliyorum.
Bunlardan biri Kandıra’nın karanlık hücrelerinde ölen Şerif’ ti.

Ve, o öldüğünde “kardeşleri” onun ölümünden söz etmediler.

Celal’di bir diğeri. İkisi de ogretmendi. İşinden atıldığında babası da evinden atmaya kalkmıştı. Sen teröristsin diye türlü hakaretler etmişti. Rızkını kazanırken elektirige kapıldı Celal. Öldüğünde, babası haykırıyordu yine. Oğlumu f.toculer öldürdü diye. Bir imtihan ki çekilmesi değil.

Şerif sessiz gitti. Son görüşmesinde eşine; “Seni ve çocuklarımı çok seviyorum ama gönlümden buradan şehit olarak çıkmak var” demiş, eşini ağlamıştı.
Bu kadarcıktı kusuru.

Konusması…

Nezaketi…

Ve fedakarlığını gorseydiniz aşık olurdunuz.

O avluların içinde nasıl çiçek açtı kimbilir. Zaten bilseniz o avlularda aşayanları hep seversiniz.

Orta boyluydu Şerif, Celal de öyle.

Ağır ağır yürürdü…

Ve ağır ağır konuşurdu.

Sükunetle konuşurdu.

Hiç kızdığını, sinirlendiğini görmedim.
Gülümsemesi utangactı.

O kadar naifti ki şaşardınız.

Sanki bu dünyanın insanı değildi.
Okula ilk geldiğimde utangaç gülümsemesiyle karşılamıştı beni. Atölyesini gezdirmisti.

Edebiyattan konuşmuştuk sonra.

İçerdeyken, eşi de alınınca çocuklarıma ev hasreti yaşatmaya dostlar demişti. Eve yemeğe almıştık çocuklarını. Babalarinin imbiginden süzülmuştü tavırları.

İsterdi ki tüm çocuklar mutlu olsun.

Ve tam da çocukları mutsuzken öldü.

Kederle ölmüştür diye düşündüm.

Bu topraklarda doğan bir fedakar başka nasıl ölür?

Kederden başka ne verir bu yaşananlar ona?

Hayir aslında, tam da öyle değil…

Şerif sevgiyi de gördü Şerif. Celal de oyle. Hatta Celal babasından görmediği sevgiyi dostlarından gördü.

Ve, sonra…

Şerif altlarından ırmaklar akan yerlere kavuştu. Celal de.

sükuneti, ağırbaşlı bilgisi, derin anlatımı, insanlara olan sevgisi…
Yasarken yıldızların arasında dolaşan bir ermiş gibiydi…

Ardı sıra edasıyla parlayan ışıltılı tozlar…

Ve ben Şerif’in ölümü için bir yazı yazıyorum…

Çocuklar ölürken öldü Şerif.

Hep çocuklar yaşasın isterdi.

Çabalardı bir şeyler yapmak için.

Memleketini hiç görmedim. Çiçekli bir yer olsa gerek.
Eşiyle telefon konuşmasına şahit olmuştum bir gün. Gıpta etmiştim.

Güzel insandi. Buraların adamı değildi yani.

Bir yer var biliyorum.
Bir gün acılara kapalı olacak kapılarımız.

Acı çekmeyecegiz.

Yaşlanıyorum, kendi ölümüme alıştım da sevdiklerimin ölümüne alışamadım.

Bir de dostların ölümüne.

Acılara kapalı olmalı kapılarımız.
Ne ki biraz zor kapıları kapalı tutmak

Ölü çocuklar süzülüyor içeri.

Yetim çocukların kederli yüzleri.

Öldü dostlar.

Ölüyorlar.

Daha da ölecekler, belki öleceğiz biz de…

biliyorum…

Gidenler, gülümseyerek karşılayacak gelenleri.

Bugün acıya kapalı kapılarımız.

Acıdan değil bu gözyaşları…

ŞEREF’siz bir dunyaya alışamamaktan…

Tanrıları Öldürmek / Gökhan Bozkuş

    Birkaç gün önce bir dostla çay içiyorduk. Bir ara konu ortak bir dostumuza geldi ve şöyle dedi: O şimdilerde daha mutlu çünkü tanrılarını öldürdü.

Ve sordu:

Hepimizin birçok tanrısı yok mu?

  Ona bir filmden bahsettim. Yönetmenliğini Rajkumar Hirani’nin yaptığı ve başrolde de Aamir Khan’ın oynadığı 2014 yapımı bir filmden… İzlememişti. Ben anlattıkça heyecanlandı ve merak etti. Mutlaka izleyeceğim dedi.

   Filmin ismi PK.  Uzaylı, bir insan olarak (Aamir Khan), Rajasthan’daki bir araştırma görevi için çıplak olarak Dünya’ya gelir. Fakat uzay gemisinin uzaktan kumandası bir hırsız tarafından çalınır. Hırsızdan uzaktan kumandasını geri almaya çalışırken uzaktan kumandayı alamaz ama hırsızın kaset kaydedicisini ele geçirir. Uzaylı, kumandanın peşine düşer ve araştırıken sık sık “Sana ancak Tanrı yardım edebilir” ya da “Senin işin Tanrı’ya kalmış” cümlelerini işitir. Bunun sonucunda da Tanrı’ya ulaşıp kendisine kumanda aletini vermesi için yardım etmesini istemeye karar verir. Tanrı neydi? Ve Tanrı neredeydi? Çok dinli bir yer olan Hindistan’da tanrıya ulaşabilmek için bütün mabetlere uğrar ve bir şeyin farkına varır. İnsanlar “yanlış numara” çeviriyorlar ve bu yüzden tanrıya ulaşamıyorlar. Bu yazıda filmi uzun uzadıya anlatarak izlemeyenlerin ağız tadını kaçırmak istemiyorum elbette ama filmin bir yerinde PK karakterinin söylediklerini yazmak istiyorum.


 Bir sorum var. Hangi tanrıya inanacağız? Sürekli sadece bir tek tanrı var diyorsunuz. Bense “hayır” diyorum. İki tanrı var. Biri bizi yaradan, diğeri de sizlerin yarattığı… Bizi yaratan hakkında pek bir şey bilmiyorum ama sizin tanrınız küçük, yalancı, hastalıklı, boş vaatler veren, zenginlere öncelik tanıyan, fakirleri sırada bekleten, övüldüğünde mutlu olan, küçük şeylerle insanları korkutan. Doğru tanrının hangisi olduğunu anlamak oldukça basit. Bizi yaratan tanrıya inanın, O’na güvenin. Kendi yarattığınız sahte tanrıları ise yok edin.

  Ateistler de dahil olmak üzere dünyadaki herkesin içinde fark etmediği o kadar çok sahte tanrıcık var ki aslında. Bir dağa çıkarak insanlara ‘Sizin taptıklarınız benîm ayağımın altındadır.’ Diye bağıran ve ayaklarını yere vuran Muhyiddin Arabî’nin ne demek istediği dahi vefatından 277 yıl sonra ortaya çıkan altınlarla anlaşılacaktı.

Sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım isteriz diye yöneldiğimiz Allah’tan başka tanrılarımız olduğunu ve bu tanrıları birer birer öldürmemiz gerektiğini ne cüretle söylüyorsun diyebilirsiniz. Saygı duyarım. Ben içimdeki putları kırmakla meşgulüm. Ve bu yüzden arada eline balta alarak onları un ufak eden aziz dostlarıma teşekkür ediyorum. Onları kırmadan O’na ulaşabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ve perdeler diyorum.

    Sesine tapıyor kimimiz. Benden güzel bir ses yok diyor, içten içe. Beni duymalı, benden bahsetmeli herkes. Bir yere geldiğimde herkes bana saygı göstermeli. Beni övmeli. Beni yüceltmeli.

Ben, ben, ben… Kalemine tapanlarımız da yok değil. Ben büyük bir yazarım. Ben özelim. Ben bambaşkayım. Ve ‘Tanrı gibi düşün’ diyerek kendisini açıktan açığa tanrılaştıranlar… Kaşına, gözüne tapanlar; boyuna, endamına tapanlar… Makamına, parasına tapanlar; namına, şanına tapanlar… Aslında birçok huzursuzluğun da nüvesi bu tanrılar. Ruhu köleleştiren görünmez urganlar… Ve bu urganları keşfedenlerin icadıdır like’ler , rt’ler, takipçi sayıları… Popüler olma kaygısı ve bu uğurda başvurulun suni polemik denemeleri de birer urgan. Ene’nin yani egonun bize emanet verildiğini unuttuğumuz için başlıyor tüm bu sorunlar. Her şeye gücümüzün yetmediğini, yetemeyeceğini bilmemize rağmen her şey olduğumuz vehmini kulaklarımıza üfleyen o gizli sese dur dememekle başlayacak putları öldürmek.

   Alman ebeveynler müsaade etmiyorlar bu tanrıcığın çocuklarda oluşmasına. Bunu gözlemledim. Ağlıyor, çırpınıyor çocuk ve bir şey istiyor. Ama anne baba sert bir şekilde onlara tepkisiz bir şekilde bakıyor. Ta ki yorulana kadar çocuk. Aslında o küçük bedene şunu diyorlar. Sen sınırlı bir irade sahibisin. Her istediğine her zaman ulaşabilirim, ne istersem elde edebilirim ego putunun senin kalbinde yücelmesine müsaade edemeyiz. Ve haddini, sınırını bilen bu çocuklar bu bilinçle yetişe yetişe makamlarının, seslerinin, şöhretlerinin, geçici olabileceği düşüncesiyle ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar diğer insanlara tanrı gibi bakmıyorlar. Bizim toplumsal ve kültürel hayatımız ise maalesef birer tanrı tarlası. Makam arabaları, koltuklar ve suni tapınmalar içinde çevredeki dalkavukluklar. Bir haber sunarak kendini Birand zannedenler mi, birkaç yazı ile Tolstoy’dan bile daha iyi olduğu izlenimini verenler mi? O kadar çok tanrı yetişiyor ki bu çürük tarladan. Saman alevi gibi parlamalar ve sonra hüsran…

Hz. İbrahim : “Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.” (Enbiya Suresi: 57) “Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların en büyüğünü bıraktı: belki ona müracaat ederler diye.” (Enbiya Suresi: 58).

Ve yazıyı Niyazi Mısrinin birkaç beyiti ile bitirmek istiyorum

Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.

Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.

Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.

Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunusleyin Niyâzi irfânı arzularsın.

Hikaye Yazmak – Yolculuk / Mehmet Karadayı

En çok hikaye yazarken zorlanıyordum ben. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. “Şimdi birisi gelse ve hikaye başlasa” diyorum; bakıyorum kimse gelmiyor. “O zaman şimdi yolculuğa çıkma vakti.” diyorum; yol hazırlığı yok. Sonra açıyorum yazının duayeninin sözünü bir daha okuyorum. Tolstoy diyor ki; “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Ne muhteşem bir tavsiye. Doğruluğunu tasdik etmemek mümkün değil. O zaman neden başlamak bu kadar zor geliyor?

Bir gün pencereden dışarı bakarken bir ağaç gördüm. Yaklaşık üç metre boyunda bir ağaçtı. Dalları inceydi ve yukarıya doğru uzanıyordu. Yaprakları azdı. Henüz gölge yapacak kadar sıklaşmamışlardı. Etrafına bir küçük bir tahta çit yapmışlardı. Yeni ekilmiş olduğunu göstermek istiyorlardı herhalde. Birisi oynamasın, köklerine zarar vermesin diye tedbir almışlardı anlaşılan. Yapımı yeni bitmiş binanın önünde tek başına yeni bir hayata hazırlanıyordu. “Bizim sokağa ağaç gelmiş.” dedim. “Hoş geldin ağaççık.” der demez anladım Tolstoy’u ben. Gelmişti işte. Mahallemize bir yabancı gelmişti. Yeni binanın önünde yalnız, yabancı, garip bir ağaç. Yurdundan uzak bir gurbet elde tutunmaya ve yaşamaya gayret edecek yalnız bir ağaç. İnsan hikayeye başlamak için daha bekler ki!

Eskiden şehirler küçüktü. Etrafını surların çevirdiği hayatın oldukça monoton olduğu bir şehirde -belki de kalede demek daha doğrudur- birisinin gelmesi veya birisinin yolculuğa çıkması olağanüstü bir olay olurdu. Tolstoy’un yolcu metaforunu kullanmasının sosyolojik temeli vardı bu yüzden. Bugün biz çoğunlukla yüz binlik şehirlerde yaşıyoruz. Milyonluk şehirlere göçüyoruz. Yaşadığımız yerlere her gün binlerce insan geliyor ve gidiyor. Çoğu zaman onların farkında bile olmuyoruz. Bu durumda şehrimize gelen ve gidenlerden hikaye çıkarmak bize tuhaf gelebilir. O zaman yolculara ve yolculuklara bakışımızı değiştirmemiz gerekir. Eskinin kaleleri bizim şu an yaşadığımız apartmanımız ya da sitemiz. İşte hikayeye başlarken bu şehri baz almalıyız. Sokağımıza dikilen bir ağacın, yan tarafa yeni taşınan bir komşunun, kurbanlık alınan bir koçun, her akşam siyatik ağrısı tutan Hasan amcanın, huysuz ihtiyar Cemile teyzenin, apartmanların arasındaki kimseye satmadığı arsasında salatalık yetiştiren Sakıp dayının, emeklilik  için yaşını doldurmayı bekleyen Mümtaz beyin, disiplinli hayatı ile çocuklarına hayatı zindan ettiğini düşündüğün İlker albayın, fazla kilolarından şikayet ettiği halde her gün hazır yemek yemekten vazgeçmeyen Gülay’ın velhasılı kalenizin sakinlerinin hikayeleri yazılmayı bekliyor. Sokağın izbe bir yerinde yaşamaya çalışan Suriyeli göçmen aile bir hikayenin konusu olmaz mı? Kapatmayın kalenin kapılarını. Ağaç da gelsin göçmen bir aile de. Gelen her yolcu bir muhteşem hikayenin konusu olmaya adaydır.

Yolcu, yolculuk, gözlem deyince hep dışarıya bakıyoruz. O kadar her şeyi maddede arama hastalığımız var ki neredeyse içimize bir yolculuk yapabileceğimiz aklımıza gelmiyor. Üstelik burada yolcu biz olacağız. Rahmetli Cahit Zarifoğlu “En uzun yolculuktur insanın içi.” diyor. İnsanın yaratılışında mükemmellik var. Hem dışında hem içinde. İnsanın maddesi yani bedeni ne kadar güzelse içi o kadar belki daha da güzel. Dış dünyayı gerçekten anlamanın yolu iç dünyadan geçiyor. İnsan kendini tanıdıkça içindeki güzellikleri keşfettikçe dış dünyada olanların da farkına varıyor. Onlara gerçek değerini veriyor. Yıllar önce bir hikaye okumuştum. Bir gün bir çoban ağacın altına oturmuş ufka bakan birini görüyor. Selam verip oturuyor yanına. Ne iş yaptığını soruyor. “Şairim.” diyor adam. Dağdan, dereden, tepeden, koyunlardan konuşuyorlar ve derken akşam oluyor. “Senin ne iş yaptığını anlayamadım.” diyor çoban. Şair tebessümle “Gökteki aya iyi bak.” diyor. Bakıyor çoban. “Şimdi başını indir ve gözlerini kapat.” Çoban başını indirip kapatıyor gözlerini. Şair de öyle. “Peki şimdi görüyor musun?” Çoban gülüyor. Hiç gözler kapalıyken ay mı görünürmüş. “Yok!” diyor masumca. Şair “İşten ben o ayı şimdi daha parlak görüyorum.” diyor.

İçe yapılan yolculukla dışarıyı keşfetmek bu. İç yolculuğumuzda sadece güzellikleri görmeyiz. İnsana ait ne varsa onu buluruz orada. Sevginin yanında nefreti, övünmenin yanında kıskançlığı, sadakatin yanında ihaneti, nezaketin yanında kabalığı görmek şaşırtmamalı. Önemli olan bunlara sahip olmak değil hangisini ne kadar beslediğimiz. Hayattaki seçimlerimizde hangi hisse ne kadar pay verdiğimiz. Sevginin veya nefretin hayatımızdaki yerini bilmeyen birisi bir aşk hikayesi yazamaz. Şehre gelen misafiri tanıyamaz. Çünkü onda gelenin taşıdığı sevginin bir karşılığı yoktur. Bir eşkiyadaki tahribe sebebiyet veren kini bilmeyen şakiliği anlatamaz. İhanetin ne menem bir arıza olduğunu bilmeyen yolda bırakılmışların hissiyatını dile getiremez. Ya ihaneti içinde büyütüp hem kendi hayatını hem de başkalarınınkini mahveden kişinin ızdırabı? Bilmediği şey yok hükmündedir. Nasıl hikaye çıksın ki bir yokluktan? O yüzden hikaye yazmaya başlayacak kişinin ilk yolculuğu içine olmalı. İnsanın içine dönmesi, kendini tanımaya çalışması  muhteşem hikayelerin keşfine medar olur. Yazmak bir yolculuktur dolayısıyla. Yazarın kapısı açık azığı hazır olsun. Bu yolculuğun ne zaman başlayacağı belli olmaz.

Sokak Çocuğu / Süleyman Halidoğlu

Bir öğüdü unutunca masada
Yanlışlı noksanlar sokak çocuğu
Seksenlerin bahtı gri olsa da
Yetmişler, doksanlar sokak çocuğu

***
Sürü parsa kaptırırken budunu
Saksağanlar boğmuş telsiz udunu
Bir milletin yaralı umudunu
Mayısta asanlar sokak çocuğu
***
Aralıkta kalır namlı bir kervan
Binbir itinayla soyulur devran
Çok soğuk mart, şubat, temmuz, haziran
Eylüller, nisanlar sokak çocuğu
***
Kimliği aleme olsa da müphem
Bozuk nesebinden yoktur bir şüphem
Mat çerçevesinden çağlardı bohem
Soysuzluk kusanlar sokak çocuğu
***
Sen tuzlu sudaki kokmuş buzulsun
Neyin sağlamdı ki şimdi bozulsun
O katı burudet yansın, toz olsun
Ahlâksız isyanlar sokak çocuğu
***
Dost kılıcı nedir düşman kınında
Tek zerre haysiyet yokmuş kanında
İhlaslı bir tebessümün yanında
O süslü lisanlar sokak çocuğu
***

Suikast ediyor hakkın örfüne
Hele bak şu aklın batıl sörfüne
Füzeler sıkmalı her bir harfine
Cerbeze beyanlar sokak çocuğu

***
Arzı delip geçen hasetler, kinler
Yardıma çağrılmışperiler, cinler
Yakarken semayı ah u eninler
Şeytanca susanlar sokak çocuğu
***
Sokak kanununa bin nefrin olsun
Kuralsız kendi öz kanından bulsun
Hayırsız çeneler, ne olur susun
Boş boğaz insanlar sokak çocuğu
***

Elin oğlu dönmesin de densize
Bağrım açık kimsesize, evsize
Kan bulayıp insanca sevgimize
Mührünü basanlar sokak çocuğu
Süleyman Halidoğlu

Bir Kayık / Gölgesiz Sözler

Bir denizde yol alıyordu bir kayık. 

İçinde birkaç insan, bir de şair bir adam. 

Susmuşlardı nice zaman. 

Sonra sessizlik bozuldu, 

Bir şeylerdi konuşulan..

Bu kayık da boş dedi biri, 

Duymadı şair. 

Bu deniz de loş dedi biri, 

Duymadı şair. 

Burada balık sarhoş dedi biri, 

Duymadı şair. 

Ağzını açtı öbürü ki,

Sus dedi şair, sus.

Dinle ve onlara bak, 

Bak ne diyorlar dedi.

Kayık: Üzerimde onlarca aşığın el izi.

Deniz: Suyumda onlarca aşığın teri.

Balık: Gözümde onlarca aşığın hayali,

dedi..

Konuştu şair:

Göz, kalbin penceresinden bakmazsa, 

İnsan kalbine aşkı koymazsan, 

Aşkı insan, kavuşmak sanmazsa, 

Kayık boş, deniz loş, balık sarhoş gelir insana. 

Her şeyin bir sesi, bir hikayesi, 

Bir bilmecesi var. 

Çözebilene konuşur,

Çözemeyene her şey yük olur.

                           Gölgesiz Sözler 

Aslım / Ahmet Terzioğlu

Bir hal oldu bana Aslım’ı gördüm,

Bir şey diyemedim halden utandım.

Bilmem hasta mıydı yaslı mı gördüm,

Renkten renge girdim aldan utandım.

***
Uzaktan seyrettim yaklaşamadım,

Derdimi bir türlü paylaşamadım.

Yanına varıp da söyleşemedim,

Kurudu damağım dilden utandım.

***
O geldiği zaman bahar gelirdi,

Dilinde nağmeler coşar gelirdi,

Yüzü gonca gonca açar gelirdi,

Dikene takıldım gülden utandım.

***
Dağlarda yollarda kırda arardım,

Her gece hayalde düşte görürdüm.

Gel dese düşünmez anda varırdım,

Kalkıp gidemedim yoldan utandım.

***
Ahmed’im bir dilek dileyim dedim,

Aslı’mı defterden sileyim dedim,

Canıma kıyıp da öleyim dedim

Mevla’dan utandım, kuldan utandım.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑