A4 Kanadı / Derya Hekim (Bölüm 1)

Pıssssssssssssssssss diye hava kaçıran vakum poşetinin sesi miydi yoksa benim hüzün, sevinç karışımı yaşadığım duyguların dışa vurma şekli miydi? Bilemiyorum. Bir sevinç yaşıyorum ön planda. Yıllardır bitsin bu ayrılık diye edilen duaların karşılık bulduğu demlerdeyiz sanki.  Şahit olmak için olabileceğimiz en yakın yerde, aynı dalın hüzünle çiçek açtığı yerdeyiz. Ve şimdi ise aynı ağacın çiçek açmış dallarına uzanan bir yolculuk var yakın zamanda. Kolay değil öyle çiçeksiz daldan çiçekli dallara geçiş. Bir vasıta, bir sebep gerek. Bizlerin en iyi bildiği ve bir gün binebilmeyi  hayal ettiği vasıta: Uçak.

Burası hikayenin sonu aslında, başından başlamak gerek anlayabilmek için.

Bir gün bir tufan koptu. Savurdu binlerce, yüzbinlerce belki de milyonlarca canı, cananı. Daha fazlasını diyemiyorum çünkü bu tufan çok ilginçti. Sadece bazılarını almştı içine. Bundan ötürü  ancak yüz bin diyebildim. Bu tufanı tarif edeyim içinde bir sağa bir sola savrulurken. Gördüğüm kadarıyla anlatsam eksik kalır. Hatta derinlerine sakladıklarını bilmemek hiç anlatmamak bile sayılır.  

Bir gece ansızın başladı. Yer yerinden oynuyor sandık. Deprem mi oluyordu? Yok yok sel baskınıydı herhalde. Her şeyi önüne katmış götürüyor olmalı. Sesler, bağırış, çağırış… Ama yağmur yok, etrafta tek bir damla ıslaklık yok. O zaman nedendi bu tufan? Hiçbir belirtisi yokken neden savruluyorum. Ve neden sadece ben,oğlum ve kocam. Neden ailemiz bize bakıyor acıyan gözlerle. Anlam veremiyorum. Yaz sıcağında daha yeni düğün telaşını atmışken ne oluyordu?

Adını bilmediğimiz ve neden hortladığını asla bilemeyeceğimiz bir tufana tutulmuştuk bir kere. Tutulduk tutulmasına da çıkmak gibi bir gayemiz de yok. Sevdiklerimizi uzak tutmuştuk ya o bize yeterdi.  Bir oraya bir buraya savurulurken artık adı yavaş yavaş rüzgar oldu. O rüzgarda sanki kendimiz tutunmayı öğrenmiş gibi, daha sert savrulanların elinden tutup bak bu dal sağlam; sana da yer var dedik. Allah’ım hiç birimizde akıl kalmadı. Az nefes alıp soluklanan bir başkasına bakıp yerini veriyor, kendini o tufana teslim ediyordu.  Dışarıdan bakanların hayretlerinden gözleri yuvalarından taşıyordu. Çıkacak diye korktuklarından elleriyle gözlerini kapatıyorlardı. Tek bir çığlık, tek bir inleme olmadığından ürkütücü gelmiyordu bu manzara. Bir şey diyorlar ama!  İşte hepsi bu kadar, tufana uzaktan şahit olanların gösterdiği ilgi.

Biz tufana daha yolun ilk merhalesinde kapılmıştık.  Azerbaycan’da yakalanmıştık.  Ya da yakalanmak için önden gidip teslim olmuştuk. Aslında bizi alö gerisine karışma! Bizimle yetin demek istedik. Nöbet teslimini yeni almıştık. Bu yerler size dar dedi: Bu tufan. Terk et bu diyarı! Yakacağım soğuk ateşimde, dedi. Bu,  yerimizi terk etmeye yetecek miydi? Yetmedi,  yetmeyecekti de asla. Kovuluncaya dek sadece direnmek nasip oldu. Kaçmadık ya, kovulmak da  bir şan oldu. Korkak değildik ya sonunda. Kınalı ellerimizle gidip kanlı ellerle geri dönmek, verdiğimiz sözü tutmak için gayretimizin şahidi idi. Bir gün çağırdı Eğitim Nazirliği. Dedi: Ne yaptıysak gitmediniz. Okulunuza kilit vurduk, olmadı. Dağ başına öğretmen diye verdik, pes etmediniz. Yarı maaş ancak dedik, vazgeçmediniz. Okul yok size evinizde pişirin, satın dedik.Pazar yeri sizi görünce bayram etti. Dedik, yok böyle olmaz! Evinizde oturacaksınız, sokağa çıkmayın dedik. Kimse demedi niye diye. Kimse öfkelenmedi. Kural olmayanı kural diye koyduk önünüze, olur dediniz. Nedir derdiniz sizin kardeşim dedik. Talebe kelimesinden  gayrisi çıkmadı ağzınızdan. Öyle sıkıştırdık ki talebenin yüzüne baksanız gözünüzün önünde harcadık. Bakamaz oldunuz sokakta yürürken gördüğünüz ciğerparelerinize. Fakat olmadı ağalar. Varlığınız tehdit ülkeme. Siz burada nefes aldıkça bizim nefeslerimizi kesiyorlar. Sanıyorlar ki size hiç eziyet edilmiyor. Zevki sefa içinde yaşıyorsunuz da ondan gitmiyorsunuz. Oysa bir görseler şu zulümleri belki onlar da insafa gelirdi.  Ülkemin kaybettiği en büyük değer sizlersiniz. Artık ne eziyet edecek gücüm kaldı ne de size daha zarar vermelerini izleyecek sabrım. Nasıl ki hiçbir şey istemeden geldiniz, sahip çıktınız. Şimdi de öyle bu vatan evladına sahip çıkmak için gidin. On gün süreniz var. Bu topraklara vedanızı yapın. Bu sizin hakkınız…

On gün! On koca gün ve gece mi? Yoksa on küçük tünel girişi mi? O on gün bizi başka buhranlara götürmek için hazırlamıştı sanki. Boynu bükük ayrılma gününe kavuştuk. Sabahın ilk ışıkları ile yola çıkacaktık kaldığımız apartmandaki minik yüreklere yakalanmayalım diye. Yakalandık.  Biri beş yaşında, diğeri iki buçuk yaşında küçük komşularımıza yakalanmıştık. Hiç istememişlerdi gitmemizi.  Biz de hiç istemiyoruz kuzum. İçimdeki ses böyle inlese ne çare. O gün ilk ışıklarla şehre veda ede ede yol aldık. Gümrüğe geldik. Yüreğim sıkışıyor, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor. Böyle mi olacaktı? Oldu işte kabul et. Ne acınası teselli şekli değil mi? Gümrükte valizlerimizi görevliler geçiriyor. Ama ağlaya ağlaya. Oğlum çok severdi diyor eşime. Eşim yüreği kabarmış, hüzünlü görevli ağlamaklı. Ahhhh diyorum derinlerden ahhhhh…. Ne gelir elden. Biz kalmak için çok direndik, gitmesek size zarar verecekler. Ahhhhh derinden yine ahhhhhh….  Uğurladılar gözü yaşlı halde gümrük görevlileri.  Daha acısını da göreceğimiz günler için tünel girişi oldu o son on gün sahiden. Azerbaycan gümrüğü bitti. Arkamıza baka baka bitirdik. Türkiye gümrüğüne geldik. Gelişimizden haberleri varmış gibi olmayacak sorunlar çıkardılar. İki farklı ülke, iki farklı gümrük ama aynı insan. Orada da insan vardı burada da insan vardı. Ya da birileri sahiden insan diğerleri insanlık kisvesini giymişti.  Ne acı!

Ana, baba, gardaş uzak; nerden bilsinler, yaban elde ne olur ne biter. Ne bilsinler deli inadımızı, delice sevdamızı. Kovulduk demeden geldik oturduk usulca. Daha yeni gitmiş taze gelinsin. Elinde valiz, karnında bebe ile geldin vatan bildiğin toprağa. Öyle ana baba yanı deyip memleket memleket dolaşmak yakışmaz deliye. Bir diyar bulmalı, bir yurt edinmeliydik. Talip olduğun aynı olduktan sonra vatan da, memleket de değişmiş ne fark ederdi ki. Adına şiirlerin yazıldığı, şarkıların mısralarına özlemle inci inci işlendiği İstabul yeni diyarımız oldu.  Ey istanbul! “Seni yeneceğiz” demedik. Bizim zaten hiçbir zaman gayemiz yenmek değildi ki. Dünyaya huzurla selam vermekti gayeyi hayalimiz. Fakat şimdi arkamızdan gelen tufandan saklanmak tek derdimiz.  Oysa çıkışı olmayan tünele girmiştik bile. Taşı toprağı altındır deyip zenginlik aramadık. Sadece koca bir yangından korunmak istedik.  Biz korunmayı istedik de taş toprak ne kadar saklayacak ki, tarihi bile  sınırlar ötesinde mesken tutmuş bir yıkılışı anlatırken. Bize  kaçacak kadar yol gösterdi. 

Devam edecek…

Derya Hekim

Hüsûf / Esra Aydan

Sesin çağrı güneşlere
Gel! Sular üşümeden
uyandır beni
Teninde hercai menekşe kokusu
Göl başlarında zılgıt çalan kadınlar
ölmeye hevesli olduğumuz günlerden gel!
Bağ bozumlarında üzüm gözlerini kuşan
Akika şekerleri yiyip,gül şerbeti içtiğimiz
bayram sabahları var gülüşünde
Develerin tellal olmadığı
Evvel zaman içinden gel

Gözlerinden yıldızlar öpsün Uyan!
Sen gülünce güneş girer pencereden
Çift başlı yılanlar ısınır
Yedi uyuyanlar uyanır mağarasından

Ressam olsam
önce seni çizerdim
Halka halka güneşler dizerdim boynuna
Gözlerine kuzey ışıklarından sürme çekerdim

Uyan Ey!
Uykusu kaçmış güzel
Yokluğunda buz dağları emzirdim
Yalazlı alevlerle dövüştüm sen yokken
Kurak çeşmelerde yundum fasılasız
Zifiri, utanmaz bir çağın ortasındayım
Kaldır başını ve dimdik bak gözlerine karanlığın
Sen ki Belkıs tahtında
galip Süleyman
Hüdhüd sana aşık

Göç yollarında yorgunum
Aksin düşer gülüşüme
Huriler uzaktan göz kırpar
Çiy düşmüş diken uçlarımda
Yediveren uğultular
Çakal sofralarındaki körpe kuzulara
Ağıt yakan çobanlar
Ruhumu uzatmışlar boylu boyunca
Selviler uzar saçlarımdan
Baş ucumda Fatihalar

Ey düşlerimin gül perisi
Dokumacı kuşlar örsün saçlarını gel!
Çingene kızlar oynaşır güpegündüz
Ve güpegündüz Annem öper gözlerimden
Gecelerinde çapkın yıldızlara aldandığımız
sabahlar hatrına
Hasat mevsiminde boyun büken
başaklar gibi bırakma beni

Bak! Taç yapraklarını ovuşturup
uyanır seherde bir yaban gülü
Kurumuş pınarlardan su içer karaca
Sarhoş olur şarap üzümünü tadan karga
Haydi gül!
İçimdeki kelebekler dağılır yeryüzüne
sen gülünce
Üveyklerin vedası var güz tepelerine…

Esra Aydan

Gurbetlik/Bahar Gökçe

Önce bir kuş süzüldü, sonsuzluğa uzanan gökyüzünden
Aslında bilmezdim anlamazdım..
Bu kuşlar neden süzülür tepelerden
Onlarda mı garipti,bizim gibi dertlerden
Onlar da mı sayılırdı hicret edenlerden
Sonra nahif bir ses gelirdi derinlerden
Yüreği gurbetliklere yanık anaların yüreğinden
Kuşların da yüreği buruk,bu sessliğin iniltilerinden
O yüzden süzülür,sizin gibi analarının kınalı ellerinden
Kuşların da haberi var,gözü yaşlı bekleyen hasretliklerinden
Onlar da anlar sevdalıların sessizliğinden
Ondandır,kuş misali dedikleri şu gurbetlik
Onarmaktır,kanayan yaraları, adını koyduğumuz şu beklentisizlik
Karşılığı olmadan yapılan güzellerin içinden bir iyilik
Şimdi bana dönüp sorsan anacağım,nedir o iyilik?
Kendini başka yüreklere adamış bir yiğitlik

Der’diyâr / Farzımuhal

~derdiyâr

Dedim cana merhem der’diyâr olur
Dedi yâr dertlisi bikarar olur
Dedim çakıl ne ki yollar dikenli
Dedi yürüyene çemenzâr olur

Dedim gaflet beni koymuyor yola
Dedi fark edene ilan ar olur
Dedim hem nasihat hem balyoz sözün
Dedi anladığın sana kâr olur

~bumerang

Dedim geda olmak güzel ve asil
Dedi asaletin derttir kimyası
Dedim gözündeki ıslaklığı sil
Dedi başka nedir dindiren yası

Dedim yükün ağır belli derdin çok
Dedi bu bir sırdır fa’ş etme sakın
Dedim şifa için yarana gül dök
Dedi kanadıkça nekahet yakın

~nevruz

Dedim sözün ağır yükün nicedir
Dedi cemre gibi ağırdır yüküm
Dedim nevruz geldi cemre peçedir
Dedi bahar gibi berraktır ülküm

Farzımuhal

Bana Memleketimi Geri Verin/Yaşar Beçene

Bana memleketimi geri verin

Yeniden ümit çiçekleri

Menekşe, gül, lale

Cıvıl cıvıl kuşlar

Eksik olmasın ruhumdan

Rengârenk dört mevsim

Bana memleketimi geri verin

Mavisiz kalan yaşamlar üstüne

İçimde büyüyen acılar üstüne

Okunsun yeniden şarkılar, türküler

Beklesin gözler pencerelerde

Bana memleketimi geri verin

Neler kayboldu şehirlerinde

Devrildi ne varsa iyiden yana
Eksildi gönüllerde bildiğin vefa

Yitik bir sevda oldu serviliklerde

Bana memleketimi geri verin

Ay bakışlar, sıcak kalpler yok artık

Damla damla baldırandır biriken

Şefkatten, merhametten habersiz

Çoğaldı öfkeler

Sonrası hep acı, hep hüzün, hep keder

Bana memleketimi geri verin

Hasret çeke çeke güçlenmeliyim

Bir çay gibi yudumlarken acıyı

Birikmeliyim içimde her gün yeniden

El olsa da sevdiklerim

İçimde kırık dökük

Beni yenmeliyim

Bir gün, bir sabah

Bana memleketimi geri verin

Gecenin siyah zülüflerinde

Varsın biraz daha koyulaşsın acı

Biraz daha demlensin

Gökler ötesinde müjde

Tıpkı bir dantela gibi sabır

Sökün edecek şafaklar için

Düşmüşüz yollara

Yansa da yüreğim

Pes etmek yok öyle

Yaşar Beçene

Onlar Gibisin / Ayşegül Demir

Sebeplerin sukut ettiği anda
Balığın karnında, denizin boğmadığı Yunus(as)gibisin.
Ümidin damlasına hasret kalınca
Hacer’in toprağa vurunca çıkan zemzemisin.
Yakılınca dünyana binlerce ateş
İşte o ateşin yakmadığı İbrahim (as)sin
Bilenmiş bıçağın kesemediği
Uğruna koçlar inen İsmail (as) gibisin.
Tüm varlığı bir bir onu terk ederken
Vücudunu kurtlar yiyip bitirirken
Şifasını Hak’tan arayan Eyyub (as)gibisin.
Zalim zulmüyle öldürürken sabileri
Saraylarda baktırılan Musa (as)gibisin.
Dipsiz kuyulardan çıkamam derken
Mısıra sultan olan Yusuf (as)gibisin.
Sen kah kış mevsiminde açan Kardelen
Kah her müşküle ansızın yetişen Hızır gibisin.
Sen tufandan tufana savrulurken
Gemisinde felaha çıkaran Nuh(as)gibisin.
Dillerin kemiğini artık kaybettiği çağda
Sesiyle sözüyle gönüllere giren Davud(as)gibisin.
Sen çiğnenirken yeşeren toprak gibisin.
Teslim olduysa dertlerin ,sahibine
Celâlinde Cemalini görürsün
Kahrında lütfunu,
Gönderdiği musibette hikmetini,şefkatini bulursun.
Uçuruma giden koyununa çobanın attığı taş misali
Taş geldi diye hayıflanma.
Koruyup kollandığın uçurumlardır, düşün.
Sen O(cc)Kudretine dayadığında acziyetini
Sana açılacak kapıları düşün.
Teslim ol İbrahim gibi,Yunus gibi
Kuyudaki Yusuf gibi
Sende “Bu dert bana dokundu “de
Ama bunu Eyyub gibi de.
Görelim o zaman Mevlam neyler?
Gerçi O neylerse güzel eyler.

Ayşegül Demir

Kimliksiz Mahzen / Süreyya Betül Uzun

Rüzgar diniyor demek gelecekler
Kapılardan geçip mahzenlere inecekler
Başlarını eğecekler dağılırken Neva’nın esrarı
Hayallerin üstüne toprak atacaklar

Ejderhalar ölmeyecek masallarda
Alacakaranlıkta dört put kol kola gezecek
Seyirci olmaya kimsenin gönlü olmayacak
Pusulası bir topaç, iradesi bir makas

Ta ki bir yargıç adını koyacak heyulaların
Alışkanlık korkuyu bastıracak düşlerde
Yanılgı en değerli konukları olacak
Ölecek her insanın akıl atı

Süreyya Betül Uzun

Hicret ve Dua / Cihangir Asyalı

Kopup giderse gün
Durup kalırsa can
Çıkar
Uçup giderse kuş
Konup kalırsa söz
Susar

Hüzün yıllarıdır
Üst üste kapkara akşamlar

Güz müdür
Kalbim sızlayan yara
Şüphe yok
Kapanmaz açılıp durdukça
Dua
Bir el
Dua
Bir daha
Kar isen eri
Yağmursan ağla
“Bu da geçer…”
Yemin olsun Allah’a

Bayram Düşünceleri / Dr. Murad Karasoy

Zamanın anlamını yitirdiği günlerdeyiz. Saat dilimleri, akrep-yelkovan bizi kuşatamıyor artık. Enlemlerin ve boylamların birbirine rüçhaniyetinin kaybolduğu, her şeyin ve herkesin varlık ve insanlık çizgisinde bir kez daha eşitlendiği günleri yaşıyoruz.

Kâh Sidney’in yüzümüzü okşayan şefkâtli meltemi, kâh Kaliforniya’nın dudaklarımızı geriye doğru geren gün batımı… Doğu’dan yükselen ses ve ışık Batı’dan yansıyor artık.

Kendine özgü yeni tınısıyla çınlıyor kulaklarımızda kâh Pasifikte kâh İskandinav yamaçlarında. Doğu’nun estetik ve zerâfeti; Batı’nın akıl ve tabiatıyla buluştu artık. Binlerce yıl önce Akdeniz’de yaşanan ilk buluşma gibi âdeta.

Demir suyunu çekti, atlılar menzile vardı. Şimdilerde hem öğreniyor, hem de varlığa yeniden anlam veriyorlar. Bu bir tür inatlaşma değil. Bu kendileştirme, içselleştirme, güzelin peşinde süren bir serüvenin adıdır.

Niçin gocunacakmışız ki? Tüm güzellikler O’ndan değil mi zaten? Eleştiriyi kırgınlıklara, saygıyı kör bir itaate, kardeşliği adâletsizliğe dönüştürmeyeceğiz. Evet öğreniyoruz, çünkü hayat öğretmeye devam ediyor. Evet toparlanıyoruz, çünkü kanayan yaralarımız, acıyan yanlarımız var. Evet bayramlaşıyoruz, çünkü;

Yapıp ettiğin zulüm cefâ

Vermez sana sonsuz sefâ

Anla artık! Anlasana

Hayat uzun, ömür kısa.

Derdini Kedilere Anlat / Emin O. Uygur

Derdini Kedilere Anlat

Derdin varsa git kedilere anlat. Bulutlara anlat. Pencere kenarındaki çiçeklere anlat. Hiç insanlara dert anlatılır mı? (@ the best)

Bir salı günü rastladım bu cümlelere twitterde. Ne yalan söyleyeyim bir anda daldım gittim ben de düşüncelere. Kime dert yandım da ne çözüm buldum diye düşündüm bir süre. Unuttuğum çok şey vardır hayatımda ama dert yanmak değil de başım sıkıştığında yanımda olan bir iki dostumu hiç unutmuyorum. Sonra o güzel insanlarla devam etti ve ediyor yolculuğum. Bende derin izler bıraktı bu olaylar ve ben de çok dikkat ettim ve ediyorum dara düşen, düşme ihtimali olan dostların yanında olmaya.

Dedi ki bir can bir gün bana:

Yahu seninle konuşurken rahatlıyorum. Sen beni sabırla dinliyorsun ve güzel cevaplar veriyorsun. Herkesle konuşamadığım duygularımı, kimseye açmadığım sır kapılarımı sana rahatlıkla açabiliyorum. Ne zaman telefon etsem cevap veriyorsun. Öyle zamanlar oluyor ki telefonun ucundan ses gelmezse mahvoluyorsun.

Ancak öyle kıvrımlar vardır ki insanın içinde kimseye anlatmak mümkün değildir onları. Bazen çaresiz kalıp bir iki kelime edecek olursun da senin de çok iyi bildiğin ama yapamadığın bir kaç söz geliverir karşıdan. Sonra daha da derinden çekilirsin hüzün köşene. Ve dersin ki:

Derdini kedilere anlat. O an ne varsa yanında, sağında solunda insan dışında onlara anlat. Dışarı çık, içeri gir, markete git, parka git anlat. Anlat işte ha bire anlat o zaman durma; yola anlat, taşa anlat, yaprağa anlat. Göyüzüne, akan suya, güneşe, maviye, yeşile anlat. Hiç insana dert anlatılır mı? Kaleme anlat, kağıda anlat, boşluğa anlat ama insana anlatma. Hiç insana dert anlatılır mı?

Derdin ucuza gitmesin aman.  

Kuran-ı Kerim bize ne güzel hitaptır. O ne güzel rehberdir. O ne hoş bir hidayet kaynağıdır. Allahım diyordu Yakup aleyhisselam, hüznümü ve kederimi ancak sana şekva ediyorum. Sonra Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de Taif dönüşü aynı duayı yapıyor ve Allah’a yöneliyordu. İnsanlara değil Allah’a teveccüh ediyorlardı tüm nebiler, kutlu elçiler. Önce gelenler ve sonra gelenler. Meymenet ehli ve cennet yüzlüler. Defterleri sağdan verilenler ve cennet yamaçlarına yürüyenler. Kevser havzını özleyenler ve ebediyet nefesliler.

Yakup aleyhisselam öz oğullarından çevirmişti yüzünü. Onlar hem yalan söylemişler hem de bir cana kast etmişlerdi. Buna rağmen babalarının sevgilerini umuyorlardı. Ama bu olacak iş değildi. Taif dönüşü Addas da olmasa nasıl nefes alırdı Allah Resulü. Ellerini açtı acılar içinde. Ama kimseyi şekva etmedi. İnsanlar bilmiyorlar dedi. Hüznüne, derdine devayı, çareyi Allah’tan istedi ve;

Derdimi ucuza satmam dedi.

Ondan asırlar sonra gelen dertli şair de şöyle inledi:

Âşığım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme
Âh edip âhından ağyarı âgâh eyleme
Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme
Âh edip dertsizleri derdinden âgâh eyleme (fuzuli)

Derdini kedilere anlatmanın elbette vardır bir değeri. En azından bir karşılık beklemez insan. Ancak derdini ucuza satmamak de en güzeli. Her derdin devası O’ndan değil mi?

eminosmanuygur

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑