İnce Hesap Kayseri / Emin O. Uygur

İnce Hesap Kayseri

Mustafa ve Büşra çiftinin bebekleri dünyaya gelince evin havası da değişti bir anda. Önce bebeğin gün boyu evi çınlatan ağlamaları. Sonra ağlayan bebeği susturma gayreti içinde sürekli bir şeyler söyleyen babannenin sevimli, şefkatli kelimeleri. Mustafa’nın babalık heyecanına katılan hiç bilmediği işleri yapmaya çalışma gayretleri de ayrı bir renk katıyordu evdeki aksiyon dolu saatlere. Bebeğin uyuyamayıp nefesi kesilinceye kadar ağlaması, ebe hanımın korkulacak bir şey olmadığını söylemesine rağmen evde korku dolu anların yaşanmasına sebep oluyordu. Bu sıralarda Mustafa daha bir panik oluyor, bebeği kucağında sakinleştirmeye çalışan annesinin etrafında dönüp duruyordu.

Doğumdan bir iki hafta önceydi. Mustafa internet satış sitelerinin birinde oyuncak satan bir bayana rastladı. Görüntüsü çok güzel olan oyuncaklar ilk üç yaşa ait idi. Mustafa Büşra’ya da gösterdi oyuncakları. Yeni çift çok heyecanlı idi. Henüz doğmamış bebeğin oyuncaklarla oynamasına en az on ay vardı ama ikisi de içlerindeki sevgi ve şefkat çağlayanına karşı koyacak durumda değillerdi. Mustafa oyuncak satıcısı bayanla gün ve saat üzerinde anlaştı.

Ülkesini terk etmek zorunda kalan hukuk mezunu Mustafa yeni ülkesinde dil öğrenmiş ve iş bulmuş sayılı gençlerden biri idi. Eşi Büşra’nin ailesi yıllar önce gelmişti Almanya’ya. Büşra da Almanya’da okumuş, iş hayatına atılmıştı.

Büşra zile dokundu. Ellili yaşlarda bir bayan açtı kapıyı. Kısa selamlaşmadan sonra bayan evin girişindeki kiler gibi bir odaya aldı müşterilerini. Bayan satmak istediği oyuncakları bir masaya koymuştu. Bayan hem oyuncaklar hakkında bilgi veriyor hem de fiyatlarını söylüyordu.

-Bu ahşap oyuncağı yirmi beş yıl önce iki euroya almıştım. Size beş euroya veririm. Bu el yapma arabayı yine yirmi beş yıl önce ikinci el pazarından elli cent’e almıştım. Yetmiş cent’e veririm. Bunu da yine ikinci elden beş cent’e almıştım. Bunu da yirmi cent’e alabilirsiniz.

Mustafa böyle bir satış olayına ilk defa şahit oluyordu. Oyuncaklar eski ama çok temiz ve sağlamdı. Bayan biraz daha samimi bir ses tonu ile anlatmaya devam etti.

-Bu oyuncakları oğlum Aleksander için almıştım. Ondan sonra hatıra olarak sakladım. Ara sıra kutusundan çıkarıp temizledim. Ama artık bir başka çocuk Aleksander gibi oynasın istedim bu oyuncaklarla.

Mustafa yol boyunca şaşkınlığını dile getirmekten kendini alamadı.

-Ya nasıl olur böyle bir şey? Yirmi beş yıl nasıl sakladın bu oyuncakları? Hadi onu geçtim, bir de aldığı fiyatları da tek tek söylelip komik de olsa her oyuncağa bir fiyat biçmesi… Bizde olsa çoktan yok olup gitmişlerdi veya birilerine verip geçmiştik.

Büşra gülerek noktayı koydu Mustafa’nın hayret dolu haline:

-Geçenlerde bir arkadaşım demişti, bu bölge biraz Kayseri’dir diye.

eminosmanuygur

Desinler / Ziya Paşa Akyürek

I

içimde ölürse o kadim güzel
sevdamın adına ağıt desinler
ruhumu göklere gömsün de bir el
bulut bulut gönle dağıt desinler

çöllerde gamzesiz kalan ceylana
yar için tebessüm eyle desinler
zalim dilden kurşun değse de cana
avcıya türkünü söyle desinler

II

tek leyla derdinde değildir mecnun
garip hallerine vurgun desinler
sırları düşerse dilinden kulun
kumlara karışıp bulun desinler

kırk yıllık misafir olsa da duman
çıkıp yücelere gezin desinler
aşkın çöllerine varıp sormadan
bir yarin gözünden süzün desinler

rüzgarın yağmura değdiği yerde
kadim bulut gibi durun desinler
tek damla himmet yoksa da derde
isyanı hikmete verin desinler

bir elife sığar sevdanın tümü
kadim gecelere sorun desinler
hükümsüz kalmasın sevda mahkumu
hasret kalemini kırın desinler

Ziya Paşa Akyürek

Kim Olduğuna Dair / Farzımuhal

Yarınım bugünüm dünüm düğünüm
Siretim suretim aynam gibisin
Niçinim nedenim sorgum sürgünüm
Yüz yılıma değen bayram gibisin

Kır çiçeğim, gülüm, lalem papatyam
Begonvil derdiğim bahçem gibisin
Sokağım,mahallem,hanemde ziyam
Güneşim yıldızım lambam gibisin

Eylemim,direncim, kavgam gibisin

Farzımuhal

Cizlavet Sanatçılarından Farklı Eserler

Hikayeleri, şiirleri, denemeleri ile okuyucunun karşısına çıkan cizlavet sanatçılarından Mehmet Karadayı, Gökhan Bozkuş ve Emin Osman Uygur yeni eserlerini paylaştılar.

İlk eser…

Yemek yapmayı da ikram etmeyi de yemeyi de seven Mehmet Karadayı’dan…

İkinci eser Gökhan Bozkuş’tan ev yapımı künefe

Ve üçüncü eser de her zaman yeri ve zamanı en önde olan vazgeçilmez… Yani çay…

Emin Osman Uygur’dan…

Yaşadığınız ülkelerden fotoğraf ve anılarınızı Editor@cizlavet.com a göndererek bu güzide eserlere katkıda bulunabilirsiniz.

A4 Kanadı / Derya Hekim (Bölüm 2)

Bir gün son oldu her şeyimiz. Analarımız… Ah analarımız! Son kez yaptığı açmaları kırdıkları bir poşet fındıkla azık ettiler. Bizden geriye minyatür bir ev kaldı. Hayalimizdi bir gün küçük ama mutlulukla ışıldayan yuvamızın olması. Emanet edindiler o garibim evi. Bir avuntu onlara da bize de. Onları  canlı kanlı dünya gözüyle belki de son kez görüp kokularını çektik içimize. Tekrarının ne zaman olacağını bilmediğimizden sakladık göğsümüze. Birde gardaşlar var tabii. Haberleri olmadan içimizden sessiz vedalaştık. Arkalarından gözlermizle koşup sarıldık, ağlaştık. O gün en cesuru 3.5 yaşındaki oğlumdu. O doya doya ağladı. Avutmaya çalıştık da inanmamıştı.  Uzak diyarların türküsü çok olur. Her an çok kıymetli olur. Her anı  mutlulukla birlikte ince bir sızı olur. Yaşayan da bilir, okuyan da bilir, duyanda bilir. Bilirler çünkü ayrılık, gurbet adıyla bile sızı olur.  

Karanlığa mahkum bir veda ile sınırları geçerken 3.5 yaşında idi oğlum. Ona hiçbir şey anlatmadığımız halde her şeyi anlamıştı sanki. Karanlıkta apar topar arabadan savrulurken hiç sesini çıkarmadı. Bot diye süs havuzu yatağına otururken korkusu yoktu. Küçücük başını bacaklarının arasına alıp sessizce nehirde süzülen botun bir köşesine çakılı kalmıştı sanki. Babası bot gitsin, arkamızdan gelen tufandan daha hızlı kaçalım diye gecenin serin sularına atladı. Sonu görünmeyen tünelde gittiğimizi bilmeden. Allah’ım,  ne düşünüp ne yapmalıyım diyemeden evladım sordu: “Geldik mi anne?”.  Kurşun yağıyor o gece karanlık yerine. O kadar ağır, o kadar hüzünlü. Gökyüzünde dolunay var. Hani bir söz var ya yetim hırsızlığa çıksa ay akşamdan doğar diye. Bizimki de o misal. Tertemiz bir gökyüzü var. Aşıklara, sevda yeminleri ettirecek bir dolunay.  Hemen altında biz. Ve geriye dönüp bakınca sadece  karanlık bir veda. 

Karşı  kıyıya varınca bir anlık sevinç…

          -Bitti işte.

          -Tufan orada kaldı.

          -Tünelden çıktık.

Ama yanıldık. Ve yanıldığımızı anlamak sadece birkaç dakika sürdü. Bir tufandan kaçarken ötekine tutulmuştuk. Korku dolu gece yeni başlarken küçücük bedenler acıktı. Susadı Meriç’i geçerken. O kadar aksiyon başka nasıl etkisini gösterecekti ki. Eyvah!  Erzak çantamız karşı kıyıda kalmıştı. Yolumuzun zorluğu ilk açlık imtihanı ile başladı. Dik  durmak için kendimize telkinler veriyorduk. Yok yok bu daha iyi. Bununla başa çıkabiliriz. Yaparız canım. Diğerlerinde neler neler görmüştük bu kolay. Adını da koyduk bu tufanın: Hicret. Sangılarımız bu tufanın bizden neler alacağını görene kadardı. Dokuz saat karanlık dikenli yollarında yürüten tufan, hayatımızın en büyük yükünü de koydu omuzumuza. Saatlerce yürümek takatimizi kesti. Yarı yolda dinlenmek için durduk. 11 yaşında gencimiz yorgunluktan attı kendini toprak üzerine. 5 yaşındaki yavrucak abisini takip etti. İki anne, iki küçük yavru. Beş aylık bebek, 3.5 yaşında çocuk. Kucağımızda uyuyup kaldık yarım saat kadar. Sonra anne bir tilki tehdit saydı bizi. Gidin yuvamın önünden dedi lisanı hal ile. Onun kadar çok korktuk biz de. Yola ram olduk yeniden. Kimbilir kudret eliyle bizi nasıl bir şeyden korumuştu. O soğuk gecede tatlı tatlı uyku sarmışken sonsuz uykudan mı uyandırmıştı koruyan gizli el? Uzun yürüyüşümüz  bir okulun kantininde son buldu. Sandelye üzerinde uyumanın bu kadar rahat olabileceğini nereden bilebilirdim. Sabah bir çok insanın garip bakışları altında kalmıştık. Polisler gelmiş davet ediyorlar. Davete icabet ettik. Halimiz pek perişan olmalı ki acıyan bakışları vardı. Çocuklarımıza bakarlarken gözlerinin nemini alan vardı. Hey gidi dünya ne hallerin var görmeden nereden bilebilirdim ki. 9 saat gibi 9 gün kaldık misafir ettikleri nezarethanede. İlk gün çaya gelmiş gibi karşıladı arkadaşlar. Evvelinde tanımam gördüğüm insanı. Lakin aynı dertle dertlenmiştik, bu yeterdi candan olmaya. Ertesi gün onları yolcu etmek de bize düştü, arkasından gelenleri karşılamak da. Sağolsunlar sıcak su veriyorlardı. 1.5 litrelik pet şişelere sallama çay ile çay yapıyor, battaniyeye sarıyorduk dem alsın diye. Şakirt çaysız yapamaz, birde Kuransız. Tek tük de  olsa hatim dağıtıp sırayla okuduk. Beylere ranza tepesinde, hanımlara ranza arasında çay sofrası kurduk. Muhhabebtimiz aynı fakat ümitsizlik yok. Olan oldu, önümüze bakmaya pek kararlıyız. Pek alıştık  kurmuş olduğumuz bu ortama.  Buradan çıkınca ne yapacağımızı bilememiştik. Bir otobüs ile Selanik’te soluklandık. Yolculuğumuz yeni başlayacakmış haberimiz yok. Biz Selanik son durak sanıyorken, bir öğrendik ki asıl gidiş için başlangıçmış. Yol yordam sorduk. Ah Meriç! Senin kadar zormuş ya. Sende geçerken perişanlık akıyordu halimizden. Selanik senden geçerken halimiz neyi anlatacaktı peki. Bot en ilkel araçtı. Şimdi en modern araca binebilmek için bir sürü polisin arasından geçeceğiz öyle mi? Hem de ne kılıklarda! Ne yaman çelişki ya Rab! Bunu kabul edip yola çıkmak zor denilenlerin ilkiydi.  Sonra uçak kapısına varmak ve geri dönmek… Her tekrar bir yıkım. Yıkımlar ard arda enkazlar doğurdu. Bu enkazdan çıkmak lazımdı. Her şeyi göze almak şarttı bu tufanda. 8 kez uçak kapısından dönerken  dokuzuncuda üçte bir gol atmak istedik bu tufana. Ve  kafesten el salladık, ayrılıktan  nefret eden Güneşimize. Evladımı babasız, babasını evlatsız bıraktırdı bu tufan bana.  Kalsak birlikte yanacaktık o muhakkak. Ayrılınca ayrı mı yandık sanki. Yok daha beteri şimdi 6 yaşına varmış yavrumda yandı. Herkes nasibi kadar yandı,yanıyor ve yanacak.

Koca diyar Selanik. Hicret diye isim verdiğimiz, yabancı diyarın bir türlü yolu olmayan memleket. Bakınca gezmeye, eğlenmeye ve dinlenmeye pek müsait. Bir de sancıyla beklemeye, acıyı ve acı çekeni saklamaya pek bir müsait.  Kader kime ne biçtiyse onu giyer. Az bol, az dar ya da tam oluyor biçtiği kaftan. Bize burda biçtiği kaftan bilmem ki dar mıdır bol mudur?  Bilmem çünkü bazen boğulacak gibi oluyorum evladımın baba iniltileri arasındayken ve pek dar geliyor kaftanım. Bir ferahlık diye diye geceleri gündüz ediyorum. Bazen de pek bir bol oluyor. Başka bir sineyi de alıveriyorum içine. Az alışıp dinlenince dualar ile  kınasını yapıyorum. Kına dediysem lafta değil ha! Tufandan kaçarken sınırları aşıp gelince hicret diye niyet ettik ya. Adı da oldu hicret kınası. Bir baba ocağından, ana kucağından ayrılırken yakardık ya elimize; ha işte o kına, şimdi hicret kınası oldu.  Kına mendilini işliyorum ellerimle. Kınasını hazırlıyorum hicret yolcusunun. Ellerine kınasını yakarken elim titriyor heyecandan. Bir hicret gelini daha yolcu ediyorum en nihayetinde. Bu bana büyük mutluluk.

İşte bir kınalı gelin daha yolcu ettik. Onların mutluluğunu biliyorum. Buruklar, tam mutlu olamıyorlar; geride kalan bizler yüzünden. Ama ben gidenlerin yerine tam mutluyum. Sevinçten onların yerine hayaller kurma hadsizliğini bile yapıyorum. Ama yokluklarını kabul edince ve geride kaldığımızı anlayınca; avaz avaz ne olur kuş olup uçalım yavrumla, kaldır önümüzdeki engelleri iniltisi sarıyor her yanı. Beklediğimiz mühürlü bir A4 kağıdı. Yavrumun babasına kavuşma müjdesi olan A4 kağıdı. Bilemezdim bu kadar kıymetli olacak bu kağıt. Bize kanat olup kurumuş daldan baharlara ulaştıracak araç  olacağını.  Bir dua olsun bize, tutunduğumuz kurumuş dalımız kırılmadan kanat olsun bu A4’ler. Bir gün, o gün uzak olmadan gelsin kanadımız. Uçalım bizde uzak diyarlarda bekleyenimize. Ah A4 ne kadar nazlısın. Sen bize gelene kadar nice gelinler yolcu ettim kocalarına. Sen gelene dek oğlum kaç evladı babasına uğurladı. Bir bilsen seni beklerken sabrettiğimiz kadar ilham olma gayretimizi. Ne olur gel gayri bizi tüketmesin kamçısıyla terbiye eden şu ayrılık.

Derya Hekim

Hoşgeldin Bebek / Martı

( 1. Bölüm ) Daha Karnındayken, Annemle

Bir seher vakti gelmişti, görev emri,
Demek, dokuz ay dolmuştu. Hatta, on gün de geçeli.
İçim içime sığmıyordu. Kıracaktım artık zincirlerimi,
Ve, nihayet başlıyordu benim için, bu Dünya Serüveni.

Aslında, bir gariplik vardı bu işte. Daha doğmadan da belliydi.
Gaybubette geçti ilk aylarım. Hep saklı, gizliydi.
Sonra bir gece vakti. Kırdı kapıyı, Koç Başıyla ve … Daldı, Özel Harekat içeri.
İşte duyduğum ilk sesler. O bağrış, çağrışlar ve polis sirenleri.

Sonra. Nezarette kaldık bir süre,
On gün gibi. Ama, sanki sürdü, bin sene.
Hatırlıyorum. Anneciğim en çok orada zorlanmıştı. O, daracık Kafeste.
Anlayacağınız, sağlam atılıyordu temelim. Harcım karılıyordu beton ve demirIe.

Sonra. Az bir Günışığı hatırlıyorum. O da, sadece, götürürlerken Mahkemeye.
Çok sürmedi zaten Duruşma. Önceden belliymiş karar. Emir böyle !
Ben de Üyeymişim meğer, Silahlı Terör Örgütü’ne,
Hem de, Daha Karnındayken, Annemle birlikte.
“Azılı Teröristsin” dedi, Hakim. “Merhamet yok Size.
Biliyoruz. Organize bu işler. Yutturamazsın bize. Olsan bile Hamile.”

Yoksa. Gerçekten, bir planın parçası mıydım Ben? Dedikleri gibi, hem de Organize.
Hatırlıyorum. Böyle söylemişti. Ben daha doğmadan önce, bir Örtülü Teyze.
Yalan söylemiş olamaz ki. Kendisi, hem Hukukçu, hem de Anne.
Ne de olsa, Doğum insanın elinde (!) Tabi ki de, inanmıyorsan Kader’e.

Neyse. Sonra bindirdiler bizi, Kafesli bir araca. Annem, elinde Ters Kelepçe,
Aç – susuz, akşama zor ulaştık, Yeni Yuvamıza. F Tipi Cezaevine.
Ve. Aylar sonra ilk defa yüzü güldü Annemin. Koğuşta, Teyzeleri görünce.
Aah, ne güzel İnsanlardı Onlar. Herbiri benziyordu, adeta birer Meleğe.

Zamanla, kulaklarım alışmaya başladı, Demir Kapı ve Kilit seslerine.
Artık gün sayıyordum. Günışığına çıkacağım, Ana Karnından diye.
Çok geçmeden, yine geldi Kafesli. Ama, bu defa yolculuk Hastaneye,
İçim kıpır kıpır. Ama, nedense, Annemde var, garip bir endişe…

Martı

Son Niyâzım /Mehmet Ulaş

Vakit dokundu bugün hüznümün bam teline;
Saldı gönlümü derdin çığına, gam seline.
Bir kuytuda derdimi döktüm akşam yeline:
 Matem dolu geceme nehar Sensin Efendim,
  Güze bulanan vakte bahar Sensin Efendim.

Bülbülün olup sürdüm sarp dağlarda izini;
Aştım kızgın sahranın tepesini, düzünü.
Seraplara sarıldım görmek için yüzünü,
Güzellik semâsının burcu Sensin Efendim,
Kâinat sarayının harcı Sensin Efendim.

Süründüm toprağını misk-i amber diyerek,
Sapladım hasretini kalbe hançer diyerek.
Kovma n’olur kapından, bu kul kemter, diyerek!
  Merhamet ülkesinin şâhı Sensin Efendim,
  Aşıklarının her dâim âhı Sensin Efendim.

Göreyim cemâlini perde kalksın aradan,
İpekten nârin sesin koşup gelsin Hira’dan.
Gönlüme başkasını yâr etmesin Yaradan.
  Aşk bahçemde nadîde çiçek Sensin Efendim,
  Rahmet balı süzülen petek Sensin Efendim.

Kurşunî gecelerde hicrânımla baş başa
Dertleşirken boyandı dil yâdına, göz yaşa.
Can veririm bir kere dokunduğun bir taşa.
  Mecnûnlara hakiki Leylâ Sensin Efendim,
  Cihan yurdunda sultan hâlâ Sensin Efendim.

Akşamları süsleyen mehtap cemâlin midir;
Gökte parlayan aslın mıdır, hayâlin midir;
Minarelerden taşan nidâ Bilâl’in midir?
  Kâinat mescidinde imam Sensin Efendim;
  Tende canım, ışığım, ziyam Sensin Efendim.

Tenhasında gizlice ağlarken bir ıssızın,
Perişan yüreğimi sardıkça sarar sızın.
Nuruna perde geren, en âlâsı hırsızın.
  Dâmeni leke tutmaz güneş Sensin Efendim,
  Zulmün putunu yakan ateş Sensin Efendim.

Vuslat için yalvarıp durdum seccadelerde;
Kaldırıp nikâbını Canân, müsâde ver de
Deva olsun gül yüzün, şu iflâh olmaz derde.
  Yürekte sızım, dilde duam Sensin Efendim;
  İçimden tüten buram buram Sensin Efendim.

Günaha bata çıka geldi geçiyor ömrüm,
Tövbe şarabını bin kere içiyor ömrüm,
Ravza’nda can vermeyi aşkla seçiyor ömrüm.
  Günahkârı pak eden deryâ Sensin Efendim,
  Son niyâzım ya kabir veya Sensin Efendim.

Mehmet Ulaş

Anadolu Kent Şiirleri 2 / Servet Erdil

Bilirim!
Athens’in Selaniko’nun  kız kardeşi Symirna’yı
Antik kentlerin başkenti,
Efes’ten esen nefesleri.

Azize Meryem’in kutsal ruhunun mistik tecellisinin Hoca Anne’de tezahürünü.
En romantik şarkıların İzmir’de dile geldiğini
Egenin incisi aşkın birincisi şehri.

Bilirim!
Sezen’den seni:
Hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar davetkar çalamaz deyişini!
Günaha açılan kapı hiçbir yerde bu kadar hızlı açılamaz!
Bir göz vuruşuyla, bir daneyle, bir öpmeyle,
yerle yeksan eder; böyle bir şey olamaz.

Ve

Bilirim!
Gevrekçisini, çiğdemcisini, gazozcusunu.
Arsızını, yamanlarını, gönül hırsızını.
Yokuşlarının susuzluğunu.

Bilirim!
Hisardan yükselen feryad-ı figanı.
Eşrefpaşalıların paşalıktan vazgeçişini.
Kadife Kale’de kadife seslilerin roman havasını.
Derin pişmanlıkların;
Pirşualarını,rehnumalarını.

Bilirim!
Karnındaki açlığın ağır boşluğuyla bir lokmaya bin takla atan güvercinlerini.
Konakta, Sultan Abdülhamit yadigarı
Kuleden zamanın haberini aldığımızı.
Cumhuriyet meydanında
Hürriyetin müdafaası,
Mustafa Kemal Paşa’nın hatırasını.
Kızlar Ağası Hanında kokusuyla bizi muhabbete davet eden kahvesini.

Bilirim!
Dile düşen nağmelerini:
İzmir’in kavakları dökülür yaprakları.
Bize de İzmirli derler,
Yaşarız ilk ve son aşkları.
İzmir’e bir şair ilham olmuş adı:

Atilla İlhan olmuş.

Bilirim!
Hey gidi günler deyip dalıp dalıp  gittiğimizi.
Cihanlara sığmazları tahta kulübelerde ağırlayan şehri.

Sevgi yollarında sevgi duvarını aştığımızı.
Sen bir suydun sen bir ilaçtın derken aklımızda kalan türkü sözlerini.

Çizilmedik kestanesi kalmayan
kestane pazarı sakinlerini.
Kemeraltındaki Bekmezcisini
Kordon boyunda kordunu kopanları.
Faytonların püskülündeki mavi boncuk gözleri

Bilirim.
Mübadele denilen kara talihini.
Etten kemiği ayırır gibi ayrılan insanlarını.
Sürgünün şahidi konaklarını.
Prangalı hatıraları.
Hüzünle karılan harcını.
Sen de huzur soluklayan bilcümle insanları.
Küllerinden doğan dirilişin müjdecisi nesillerini.

Bilirim!
Karşıyaka’da, Alsancak’ta, Güzelyalı’da
Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizin denizden çekildiğini.

Ve

Bornova’dan sinemize huzur salan nefesleri.
Küçük parkta yudumladığımız çayları.
Boyozunun bir lokmasıyla bin hatırasını.

Öğrenci mekanı, devrim kokan kafeleri.
Sanat sevicileri.

Gençliğin, ılık bir Ege havasının dalgasında
Asayişi uçan eteklere emanet ettiğini.
Mabetlerin  boynunun büküklüğünü.
Safların  süklüm püklümlüğünü.

Bilirim!
Körfez kokulu sokaklarına,
yosun tortusu  çökmüş yamaçlarına Asansörden selâm çaktığım İzmir’i
Teleferikten gözlerimizle körfezi,
bir yudum da içtiğimizi.

Bilirim!
Moreno’nun vasiyeti dizelerini:

“İzmir, benim güzel ve sevgili şehrim,
Eğer bir gün senden uzakta ölürsem,
Beni buraya getirmelerine izin ver
Ama beni mezarıma doğru taşırlarken,
Onların ÖLDÜ demelerine izin verme.
Sadece kucağında UYUDUĞUMU söyle
Sevgilim.” Deyişini..

Servet Erdil

Hicret ve Çile / Cihangir Asyalı

Bu rüzgâr nerden gelir nere gider bu kalbim
Bu yankıyan yollar nerde biter
Her gurbette bir tutam sıla tüter
Her sılada bir yâr her sılada bir anne kalbim
Ağlar…

Bir düğüm müjde büyür kalplerde kalbim
‘Elde hüzün’ dillerde duâlar
Her yanda rengârenk ziyâlar
Gurbette çocuklar gurbette babalar kalbim
Ağlar…

Bu son ağıt bu son sızı bu son bahar kalbim
Gördün neler doğdu gün de doğar
Güz yağdı kış yağdı gül de yağar
Kıtalarla semalar kat kat duâlar kalbim
Ağlar…

Mazlumun iklimi her daim âh kalbim
Âh sabra su.. sadra şifa.. rûha felâh..
Yola düşenlere yârdir Allah
Dünya çile dünya kor dünya günah kalbim
Ağlar…

Bu rüzgâr nerden gelir nere gider bu kalbim
Bu yankıyan yollar nerde biter
Her gurbette bir tutam vuslat tüter
Her sılada bir yâr…
Anneler babalar çocuklar kalbim
Güler…

Cihangir Asyalı

Lügatsız Yazılar / Fadi Kılıçzade

Kitaplarla arası iyi biri olarak sözlük ve lügat okumaktan ayrı bir keyif aldığımı söylemeliyim. Bunu söylediğimde bazılarının yüzünde garip bir şaşkınlık ifadesi oluşuyor. Anlıyorum ki, benin zihnimde yer eden lügat kavramı ile söylediğime şaşıran insanların lügat algısı çok farklı. Yoksa böyle normal ve yararlı bir şeye neden şaşırsınlar ki?

Bizden önceki yeryüzü mirasçılarının söylemiş oldukları “Kamus, namustur!” sözü, bir milletin olmazsa olmazı ve varlık sebebi olan dili korumaya verilmesi gereken önemi vurguluyor. Duygu ve düşüncelerin ifade edildiği cümlelerin sıhhati için kelimelerin muhafazası gerekmektedir. Lügatlar da, cümlelerin yapı taşları diyebileceğimiz kelimelerin korunması ve muhafaza edilmesindeki en büyük
faktördür.

Çoğu bilgin dilin canlılığına atıfta bulunarak onun kullanıldıkça geliştiğini ifade etmişlerdir. Kelime zenginliği bir bakıma beyan gücünü arttırmakta ve o dilin tesir sahasını genişletmektedirler. Geçmiş medeniyetlere bakıldığında yerleşik yapıya sahip olanlar, dil konusunda da bir adım önde bulunmaktadırlar. Arap edebiyatı, Fars edebiyatı gibi asırlarca aynı coğrafyada kalmış milletler yazılı eser verme bakımından başı çekmektedirler. Buna bağlı olarak da dillerinin kuvveti tartışılmaz
seviyededir. Onlar, yazarak ve lügatlar kaleme alarak hem kelimelerini muhafaza etmişler hem de sonraki nesillerin de o kelimelerden istifadesini sağlayarak dillerini geliştirmişlerdir.

Türkçeyle alakalı ise 11. asırda Kaşgarlı Mahmut tarafından kaleme alınan Divan-ı Lügat-ı Türk eseri, Türkçe’nin güzelliklerini ve diğer diller karşısındaki değerini ifade açısından hayati bir eserdir. Bu eser ışığında devam eden gelişmelerle Türkçe daha da gelişmeye başlamış ve nihayet Osmanlı Devleti zamanında zirve bir konuma yükselmiştir. Tabi bunda Kaşgarlı Mahmut’tan dört asır sonra kaleme aldığı Muhakemetü’l- Lügateyn eseriyle Ali ŞirNevai’nin de payı büyüktür. O, Türkçe’nin de Arapça ve Farsça kadar şiire yatkın oluşuna dikkat çekerek, Türkçe kullanımını şairlere teşvik etmiştir.

Günümüze gelindiğinde ise o eski parlak tablodan izler bulabilmek çok mümkün değildir. Değerlerdeki yozlaşmadan dil de payına düşeni almış olarak gittikçe sığlaşan, basitleşen ve hatta absürtleşen bir yapıya bürünmüştür. Konuşmadaki kelime kısırlığı, yazma diline de yansımış olduğundan çoğu yazı ve kitap maalesef yavan ve tatsız bir halde. Ve lügatlara başvurmak akıllara gelmediği sürece durum daha da kötüye gidecek gibi.

Şahsen sözlük veya lügata başvurulmadan kaleme alınan yazılara, kitaplara hep bir mesafeli duruş sergilemişimdir. Duygu ve düşüncelerin çoğu zaman aynı olduğu yazılarda farkı meydana getirecek olan şey kelime zenginliği ve üslup çeşitliliği iken, kısır bir kelime dağarcığıyla o da başarılamadığında okuduğum şeylerin birbirinin benzeri olduğunu düşünmekten kendimi alamam. Diğer bir şey şudur ki,
sözlük veya lügata başvurulmadan yazılan yazılar için yeterli beyin sancısının ve gayretin ortaya konmadığını düşünürüm. Hasılı, lügatsız ve sözlüksüz okuyabildiğim yazıların bana herhangi bir şey kazandırmadığını düşündüğümden, onlara karşı mesafeli bir duruş sergilemekten vazgeçeceğimi düşünmüyorum.

Fadi Kılıçzade

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑