Yıpranmış zamanlardan arta kalanım, sensiz geçen herşeyin adı.
Köhne kuyulardan gelen bir ses gibi kalbimin sahilinde, dilimdesin.
Yabancı bakışlardan kıskandığım, yaşama tutunduğum, kalbimin çırpıntısı,kıyamadığım,
kırılmasından korktuğum en narin…
Kimler yormuş seni, kimler aramış, kimler bulmuş seni?…
Seni görenlerin olduğunu duydum hemen yola koyuldum. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, üç ayla bir güz gittim. Yüce dağlar aştım, nice vadiler geçtim sonunda vardım. Seni gördüklerini söyleyenlerin perişan hallerini gördüm. Geldiğimi farketmediler ama selamımı aldılar. Hemen konuya girdim hele bir anlatın nasıldı ne zamandı dedim. Gözlerini ufuklara dikerek inceden bir of çekerek anlattı bir şeyler, bir başkası itiraz etti öyle değil diyerek. Her birinin farklı birşeyler anlatmasıyla karmakarışık duygular içerisine düştüm. Gerçekle masal arası belki efsane belki de uykuyla uyanıklık arası bir mesele.
Gördüklerimi duyduklarımı soranlara aynen anlattım. Dinleyenlerin kimisi dudak büküp kafa salladı çoğu da sessiz kaldı, içlerinden birisi “Sanrılarını gerçek zannedenlerin şizofren düşüncelerini somutlaştırma çabaları” dedi. Cevap vermek istedim ama kelimelerimi toparlayamadım. O arada birisi “madem şizofren tavırlar peki sen uyanma garantin olmadığı halde çalar saati kurup başucuna koymuyor musun” dedi. Sessizlik kapladı etrafımızı ben de uzaklaştım düşüncelerinden ve onlardan…
Hep türkün söylenmiş ama gören olmamış.
Kaf dağının arkasına kadim göçler misali, kaç yiğit, kaç fedai yollarına düşmüş.
Yoluna sunaklar yapılmış, uğruna kurbanlar…
Kutsal kitaplarda yazılan, azizlerin sözleriyle dokunan, ayinlerde dualarda okunan.
Kaç gece geçer yarına varmaya, anlamsızlıkdan sıyrılıp sırrına ermeye.
Beste beste çınlayan, her devrin inleyen nağmesi.
Hesapsız , apansız beklenen, kaç sarhoş gördüm seninle demlenen.
Beyhude zamanların bakiyesine meftun, hep az kaldı denilen efsun.
Mecnunların bulamadığı, varislerin bir türlü sahip olamadığı, hep geleceğin koynunda sakladığı…
Asırlarca hep sana dair sorulan “ne zaman?” diye beklenen, bu soruların cevabı bir türlü kendi zamanında bulunamayan hep ileride deyip günlere günleri eklenen.
En koyu karanlığın kuytusunda aranansın.
Belki de Mehlika Sultan’ın dehliz gözlerinde,
varlığını borçlu olduğu saçlarında taranansın.
Bilmem ki nerede, ne zaman, nasıl karşıma çıkarsın.
Geçip giden herşey sen gibi, sormaya cesaretim bilmem ki neden kırık.
Söyle nasıl tanırım seni.
Gözyaşlarının takip ettiği tebessümler de aradım seni, yüzlerde gökkuşağı oluşmasını bekledim ama bir türlü olmadı, bulamadım seni…
Bazen tencerede kaynayan taş’a, fakirin emeğine yoldaşa sordum seni.
Kimsesiz gariplerin şükrüne, çaresizlerin düşüne yordum seni.
Annelerini bekleyen yavru kuşlara, uzakları gözleyen, bir haber yok mu diyen yaşlı kullara sordum seni.
Mapushane damlarından bebek çığlıkları yükselirken gel, göğümün alacakaranlığında gün beklenirken gel, sessiz sessiz ahu efganlar hıçkırıklara karışıp dillenirken gel, gel ne olursun sana dair ne varsa herşeyden azar azar filizlenirken gel…
Yolcular sana doğru, yollar sensin, yolun sıcağında yüzümü yalayıp geçen meltemsin, yorgun düştüğümde sığındığım gecemsin. Her gün yeniden bir yolculuk ama her seferinde ulaşılamayan felsefemsin.
Beklentilerime deniz fenerim, ömrüme sabır taşı, onulmaz elemlere çaremsin.
Belki bir merhem, belki de simyacıların aradığı her şeyden bir dirhemsin.
Dillerden düşmeyenim.
Çağlara mal olmuş, lakin buldum denildiği anda kaybolmuş.
Uğrunda güller, laleler hatta canlar solmuş,
Sırra erenler bile hep seni sormuş,
Seni senden soruyorum, söyle;
nasıl, nerede, ne zaman bulurum seni?
Adem Yağmur
Tam anlamıyla harika bir yazıydı.👏👏👏
BeğenBeğen
Seni senden soruyorum, söyle;
nasıl, nerede, ne zaman bulurum seni?
BeğenBeğen