Süresiz Eylem-4 / Farzımuhal

Söğüt yahut dip dalga-

Kimler için çalıyor etrafta boğuk siren
Terk etsin karanfiller samit kasabaları
Hiç umrumda değilsin somurtsun masum çehren
Sırtında kambur gibi taşı akbabaları
Kaybolsan tüm tarihin nehrinde usul usul
Sen ki artık bir yoksun ister sus ister kasıl

Avaneler semtinde evlerin tabanı zift
Haset rujlu dudaklar ,yalanla kıpırdıyor
Heybelere saklanan yılanın sureti çift
Isırdığı güllerin dikeni çatırdıyor
Bahçeleri harap et yak yık tüm etrafını
Bil ki Yusuf soylular belirledi safını

Zevk et dakikaları, bitmeye yaklaşmakta
Rehin verdiğin vaktin kadransız saatlere
Meçhul izbelerinde akrepler bekleşmekte
Sürmek için zehrini,toz pembe vaatlere
Duyuyor musun peki ağır ağır ve tik tak
Vakit gelince artık yapamazsın bir atak

Ne sirenin korkusu,ne yalan hikayeler
Ne yılan zehirleri ,ne akrep tereddütü
Değil mi ki vuslata kilitlenmiş gayeler
Üveykler kucaklasın şanlı salkım söğütü
Sana bırakmak olmaz bu şanlı efsaneyi
Zaten ışık korkutmaz adanmış pervaneyi

Maziden hatıradır , işarettir atiye
Mükedder martıların iddiasız sığınağı
Zerresinde mündemiç kuvve-i imbatiye
Gölgesinde yanmalı ahir vaktin çerağı
Çağ açıp çağ kapayan nesile emanet söğüt
Benimkisi laf değil tek anlayana öğüt

Farzımuhal

Bir Şiir Yazsam/Emin O. Uygur

bir şiir yazsam çileli günler defterine

gözlerin fark eder mi soğuk kelimeleri

bir annem geçse mısranın en sonunda

bir de kuzum dökülse aşkın nameleri

bir şiir yazsam

bulsam en güzel kelimeleri

resmetsem çığlık çığlık egenin sularını

duymayan kulakları çizsem kırık dökük

savursam göklere meriç dualarını

kalmasa bir çocuk geride boynu bükük

resmetsem

çocukları büyük büyük

değişse zamanın bütün kıvrımları

bin bir gece masallarında olduğu gibi

sönse şeytanın bütün kıvılcımları

hani bir asrın adı saadet olduğu gibi

değişse

dünyanın iklimleri

bir gün baksam heyecanla yollara

buzdan kalpler kırık dökük her yerde

asılsa barış sevgi yapraklara dallara

nefretle aramızda kaf dağından bir perde

baksam

sevgiler en güzel yerde

bir şiir yazsam çekilmiş çileler adına

baksam anneler çocuklar hep el ele

varsa güzel günler ol cennetin tadına

hayat açılmasa dokunmadan bir güle

bir şiir yazsam

hicran düşmese bülbüle

eminou

Nerede Kaldı O İftarlar / Gülçin Beyza Yalçın

Bir Ramazan akşamı en yoğun saatler. Anneler sofraya son dokunuşlar için mutfakla yemek masası arasında mekik dokurken çocuklar sıcak pide kuyruğunda bekliyor, babalar ise yoğun trafiği aşarak iftara yetişme telaşında.

İftara misafir bekleyen evlerde telaş çok daha yoğun. Misafirler ellerinde tatlıları ya da çiçekleri ile birer ikişer konuk olacakları evlerin ziline dokunmaya başlamışlar bile. İftar saatine çok az kaldı.

***

-Aa kızlar hoş geldiniz! Ne iyi yaptınız, buyurun, buyurun.

Beş kişilik öğrenci gurubu daha önce de sık sık geldikleri Hatice ablanın zilini çalarken bu şaşkın ifadeyi beklemiyorlardı doğrusu. İçeri girdiklerinde şaşırma sırası onlardaydı. Her zaman sofraları donatan Hatice ablanın sofrası oldukça mütevazı idi bu sefer. Evin iki kızı ortaokula giden Aysel ve lise öğrencisi Leyla’nın sofrayı kurmak için girdikleri mutfaktan çıkarken yüzlerindeki şaşkın ifade annelerinden geri değildi.

Hatice abla öğrenci kızları içer alıp kapıyı kapattıktan sonra Aysel ile Leyla’ya seslendi.

-Hadi kızım salondaki masayı açın. Yemek servislerine beş tabak daha ilave edin.

Durumdaki garipliği çözmeye çalışan kızlar Hatice ablaya bakarken Halise dayanamayıp sordu.

-Hayırdır Hatice abla bir sorun mu var? Geleceğimizden haberiniz vardı değil mi?

-Şey aslında, Şeyma abla “Beş öğrenci arkadaşımız gelecek” demişti. Biz de hazırlık yaptık. Sofrayı kurmak için hazırlanırken iki arkadaşınız geldi “Abla yemekleri almaya geldik.” dediler. Ben de olan yemeklerin bize kadarını ayırıp geri kalan hepsini servis kaplarına doldurup verdim.

-Aa! Abla gerçekten mii?

-Amaan kızlar merak etmeyin siz, olan yemekler hepimize yeter. Yanına da hemen bir şeyler ilave ederim. Yabancı değilsiniz ya.

Evet, yabancı değillerdi. Hepsi ülkenin farklı yerlerinden gelen bu kızlar için gurbet eldeki ablaları hatta zaman zaman anneleriydi Hatice abla. Sık sık yemeğe davet eder, kızların hepsinin neyi sevdiğini bilir, lezzetli yemeklerinden daha çok güler yüzüyle kızları karşılardı. Kızları Leyla ile Aysel sık sık onlara ders çalışmaya gelir, gelirken de yine Hatice ablanın yaptığı poğaçaları börekleri tatlıları getirirlerdi.

Halise durumdaki garipliği çözmek için telefona sarılıp hemen Şeyma’yı aradı.

-Abla bir karışıklık var galiba. Hatice ablaya geldik ama başka kızlar gelip yemekleri almışlar.

-Ne? Hay Allah! Kim gelmiş?

-Merve bir arkadaşı ile gelmiş, yemekleri almışlar abla.

-Tüh ya. Yanlış gelmişler. Onlar sınav haftası diye evden çıkmak istemediler. Ben de Şerife teyzeden rica etmiştim “Yemek yapar mısınız, kızlar gelip alacaklar.” diye. Yanlış yere gitmişler. Dur ben bir Şerife teyzeyi arayayım.

Telefonu açan Şeyma’yı Şerife teyzenin sitemli sesi karşıladı.

-Kızım sizin kızlar hala gelmedi yemekleri almaya. Bak ben de iftara davetliyim. Hemen gelmezseniz geç kalacağım.

-Tamam, Şerife teyze hemen arıyorum kızları, dedi Şeyma. Şimdi Şerife teyzeye “Yok kızlar gelemeyecek.” dese onun çok kızacağını biliyor. Muhakkak yemekleri almaları lazım. Bu sefer yeniden Merve’yi arıyor.

-Kuzucuğum ben size yemekler Şerife abladan alınacak demiştim, siz gitmişsiniz Hatice abladan almışsınız. Haliseler gideceklerdi oraya.

-Ay ablacığım bana Süheyla öyle dedi. Biz de gittik aldık Hatice abladan.

-Aman kuzum nolur gidin hemen Şerife abladaki yemekleri de alın, onları da yarın iftarda yersiniz. Kadın o kadar hazırlık yapmış. Çok ayıp olacak.

-Aa ama abla sınavım var gitmesem olmaz mı?

-Nolur kuzum bak sen git, sana söz Ramazan’dan sonra sana kahve ısmarlayacağım.

-İyi tamam bakalım Bu sözünü unutma ama.

Şeyma tam bir oh çekecekken yeniden çalan zil sesi ile irkildi. Telefonda sitemli bir ses. Habibe ablanın sesi.

-Şeyma sizin kızlar hala gitmemiş iftara. Bak arkadaşıma çok rica ederek iftar ayarladım. Kadıncağız bir sürü hazırlık yapmış gelen giden yok.

-Tamam, abla hemen arıyorum.

Habibe abla Hatice abla gibi kalender değildir, titizdir biraz sağ olsun. Her şeyin tam zamanında yapılmasını ister. Kızları o da çok sever ama böyle aksaklıklara dayanamaz.

-Şule kuzum neredesiniz varmadınız mı daha? Habibe ablanın arkadaşı sizi bekliyor.

-Abla evi arıyoruz. Birlik Apartmanın’a gittik. Ama başka bir Birlik Apartmanı daha varmış. Bulamadık onu. Adresi tarif eder misin bir daha?

-Hangi sokaktasınız siz?

-Menekşe Sokak abla.

-Yok, o sokağa değil ablacığım sokağın sonundan dönün ilk sağdaki sokak. Nolur kuzum çabuk olun.

-Tamam, tamam abla hemen koşuyoruz.

Şeyma, bir yandan yanındaki iki arkadaşı ile bir başka iftara yetişmeye çalışırken hiç durmadan gelen telefonlar arasında mekik dokuyarak, herkesin gideceği adresleri ayarlamaya çalışıyor.

Şükür sonunda Tuba ablaya zamanında yetiştiler. İçeri giren Şeyma’yı bir şok daha bekliyor. İçerisi ana baba günü gibi. Altı arkadaş geleceğiz dediği Tuba ablanın evinde altı kız öğrenci vardı zaten de asıl sorun, Şeyma ile beraber gelen Saliha ve Nazlı ile beraber dokuz kişi olmalarıydı. Kızlar sınıf arkadaşlarını da davet etmişler. Tuba abla ve kızı bir de oğlu ile toplam on iki kişi oluyorlar.

Şeyma’nın mahcup olduğunu gören Tuba abla hemen sarıldı Şeyma’ya;

-Hadi kızım, evlerimiz değil gönüllerimiz geniş olsun. Ne var, sığarız hepimiz de. Siz bize emanetsiniz. Önce Rabbimin sonra anne babanızın. Onlar burada ablalar var diye gönderdiler sizi bize.

Tuba ablanın sıcacık gülümsemesi ve sözleri ile rahatladı Şeyma. Hemen balkondan tabureler, çocukların odasından çalışma sandalyeleri taşındı odaya. Yeni servisler açıldı. Kâselerdeki çorbaların dumanı tüterken börek tepsileri geldi. Salata kâsesi kızlar arasında gezdirilip servis yapılırken Tuba abla kızların çok sevdiği içli köfte dolu kocaman tencere ile içeri geldi. Köfteler kızların tezahüratları eşliğinde tabaklara paylaştırıldı. Birbirine takılan kızların neşeli sesleri arasında iftarlar açıldı.

-Hadi Şeyma daha iftarını açmadın.

-Tamam, ablacığım açarım ben, siz başlayın.

Tabi Şeyma’nın iftarı açabilmesi için bütün evlerin iftar yerlerine gitmesi lazım. Tüm kontrolleri yapıp herkesin planlan yere ulaştığını öğrenen Şeyma derin bir nefes alarak hurmasını ağzına götürdü.

Şükür Şerife abladan yemekler alındı. Evin adresini bulan Şule’ler sağ salim Habibe ablanın arkadaşına yetişti. Hatice ablada kızlar, şıp-şak yapılan ilave yemeklerle iftarlarını açtı. Tuba ablada tüm kızlara sandalyeler tabureler bulundu. Tabakları farklı farklı olsa da herkese servis açıldı. Şimdi kızlar cıvıl cıvıl yeni gelen arkadaşlar ile tanışıyorlar. Yüzler gülüyor. Tuba ablanın sevgisi gurbet eldeki öğrenci kızları sımsıcak sarıyor.

-Haydi bakalım kızlar biriniz yemek duasını yapsın.

-Ey bizi nimetleri ile perverde eden ulu Sultanımız…

Yemek duasından sonra kızlar namaz için hazırlanacaklar. Ev sahibinin hazırladığı etekler baş örtüleri elden ele gezerken seccadeler serilecek. Nurlu bu ay gencecik nefeslerin ibadetleri ile donanacak.

***

Uzun zamandır bu neşeli iftar sofraları yok artık yurdumda. Sokaklarda telaşla iftara yetişmeye çalışan öğrenciler, onlara evlerini açan, annelik babalık yapan abiler ablalar yok. Bir samyeli kavurdu geçti ülkeyi. Şimdi Tuba ablalar, Şerife ablalar, Habibe ablalar Merve’lerle, Şeymalar’la, Salihalar Nazlılar’la beraber cezaevlerinde açıyorlar iftarlarını. Zalim muktedirler goygoycusu iktidar ile birlikte el ele, çoluk çocukları ile beraber kadınları doldurdular zindanlara. Öğretmen, hemşire, avukat, mühendis, doktor kadınları . Bir zamanlar öğrencilikleri esnasında gurbet elde onlara annelik yapan, sofralarını açan ablalar, teyzeler ile beraber. Hem de “Ablalık yapmak” gibi yepyeni(!) bir terör tanımı ile. Dünyada görülmemiş bir şekilde, geleneksel bir yemek olan maklube bile terör unsuru, o yemeği yemek için bir araya gelmek ise terör faaliyeti sayıldı. Sofralar öksüz kaldı, öğrenci evleri yetim. Bu ifritlerden kaçabilenler, sığındıkları ülkelerde yeni sofralar kurmaya çabalıyor yeniden.

Kim bilir belki de Rabbim, başka ülkelerde de bu sımsıcak sofralarını kurabilsinler diye tohumlar gibi dağıttı dünyanın dört bir tarafına, bu gönlü ve sofrası geniş civanmert insanları.

Anlarsın Bazen / Gökhan Bozkuş

Anlarsın bazen…

    Esrarı çözülür girift bilmecelerin. Gri bulutlara renk gelir de aralanır perdeler. Sevinirsin bir çocuk gibi ama başka türlü bir sevinç olur bu;  paranteze alır, saklarsın.

İnsancıklar romanından Dostoyevski ses olur içindeki sese:
  “Ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlere battım, sıkıştım kaldım.”

Bir mengenenin demirleri arasında çiçeği bahar kokan bir çilek olursun. Yaklaşmadan demirler daha, sıkışırsın. Bir bataklığa bırakılan şakayık olursun o an. Anlamak; çeker içine renklerini, tutar bırakmaz seni. Ellerin saçlarına doğru gider ve  şair Necip Fazıl eğilir kulağına:

“Anlamak yok çocuğum , anlar gibi olmak var ;
Akıl için son tavır , saçlarını yolmak var”

Anlarsın bazen…

Takvim yapraklarının sadece kağıt demek olmadığını ve bir gözün altındaki çizgilerde hangi notaların saklandığını… Harfler, heceler karışır da ayakları birbirine dolanır kelimeler ve rotasını kaybetmiş bir geminin dalgalar arasında sallanışı gibi başını döndürür de cümleler; eğilmiş bir baş ve göğe doğru uzanmış bir çift elin yanında asırlardan taşan manaları yudumlar ve  kitapların sadece kağıt demek olmadığını anlarsın.

Anlarsın bazen…

Dilina aşina olamadığın yabancı bir ülkede ya da dılına  (gönlüne) bigane kalanların olduğu öz yurdunda lugatlerin taş duvarlı zindanlara dönüştüğü bir hengamede radyodan bir şarkı yetişir imdadına. Seyid Nesimi’den eller,kollar, diller ulaştırırlar sana ve anlarsın…

Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabiyi, Farisiyi bilmem, dile minnet eylemem
Sırati müzre müstakim gözetirim rahimi
Zalimin talim ettiği yola minnet eylemem
Zalimin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hüdadır kula minnet eylemem
Rızkımı veren Hüdadır kula minnet eylemem

Ey Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım Ahmedi Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani serdar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Süresiz Eylem-3/Farzımuhal

Anne yahut koğuşa ağıt-

İçindeki buhranı bilemez karanfiller
Nergislerin sevdası geçmez dil çarşısında
Pusu kurmuş bağrına yolsuz kalmış sefiller
Diz çökmeni isterler nadanın karşısında
Sanma kurnaz tilkiler yoldaş olurlar sana
Sanma  beyaz katarlar koğuşta süveydana

Sıkıldın biliyorum karanlık dekorlardan
Ağladıkça can parçan ,ciğerin olur pare
Bir fısıltı yayılır nemli koridorlardan
“Bu çıldırtan halete figan yegane çare”
Sanma ahraz ozanlar türkü yakar sevdana
Sanma poyraz dokunur sine-i rüveydana

Kırlangıç ürpertisi ruhunda devşirdiğin
Karanlık yolculuklar göç hikayene tema
Bir avuntu çorbası döşünde pişirdiğin
Yıldızlardan firari yollara düşmüş lem’a
Sanma burulur dilin yare şiir yazarken
Sanma sorulur halin perperişan gezerken

Ümit asil bir gömlek,kutlu bir elbisedir
Bilerek giymelisin ,ondan bu haykırmalar..
Yanağına yakışan ıslak kızıl busedir
Ayağının altına sergi olsun sırmalar
Sanma durulur deniz ,henüz vakit çok erken
Sanma kavrulur tenin ,fırtınalar koparken

farzımuhal

Sarı Boncuğun Gurbeti / Gökhan Bozkuş

Soğuk bir kış günüydü. Henüz kararmamıştı hava. Ninemin elinde teşi, yün eğiriyor. Annem, ablamın önlüğünü dikiyor ; babam ise elinde kehribar tespih , dışarıda yağan karı izliyordu. Biz ise sobanın etrafında daire çizmişcesine kızarmaya başlayan dilim patatesleri izliyorduk. Hepimiz heyecanlı , hepimiz beklenti içinde ilk kızaran patatese uzanmayı bekliyorduk ama büyük ablam bir zabıta misali elinde süpürge , ayakta bekliyordu. Tabağa koyacak ve eşit paylaşacaktı. Cips nedir bilmezdik . O patatesin kokusu ve tadı bambaşka olurdu o zamanlar.
Çok farklı bir musiki hakimdi odaya. Makina sesi yok, sadece biz. Ninemin dizinde dönen teşi, babamın elindeki tespih ve sobanın üzerindeki güğümden kaynamaya başlayan su , kızaran patatesler ve dışarıda hafif bir rüzgâr uğultusu… Bir an bozuldu insicam. Dağıldı o seslerin büyüsü. Cam kenarında divanda oturan babam, dizleri üzerine doğruldu ve dağılan tespihin taneleri , kafesten gökyüzüne kanatlanan kuşlar misali yayıldılar odaya. Her birimizde ayrı telaş , ayrı bir heyecan. Babam öfkeli ve gergin, biz sevinç içinde ve coşkulu… En fazla ben toplayacağım telaşı. O zamanlar büyüklerimizin cebinde mutlaka bezden bir mendil olurdu. Çok amaçlı bir mendil. Sobanın borusunde ütülenen ve sonra minderin üzerinde katlanarak yeleğin sağ cebine konan o mendil şimdi bir sergiye dönmüştü. Topladığımız güneş renkli turuncu kehribar tespih tanelerini oraya koyuyorduk. Babam ise ablamın getirdiği yeni ipe diziyordu onları. Bir anlık firkatı tadan tespih taneleri şimdi yine anaç görevi gören imamenin eteklerine bağdaş kurmuş ve omuz omuza dizilmişlerdi. Zannedersiniz ki imame halay başı, onlar ise heyecanlı birer düğün ahalisi. Çocukça bir muhayyileye düşen metaforlar işte. Biz babama bütün tespih tanelerini getirdiğimizi zannediyorduk ama öyle değilmiş. Bir tane eksik, dedi babam. O gün tüm odayı alt üst ettik ama yine de bulamadık o kopan taneyi. Kaz kanadından yapılmış minik bir fırçamız vardı. Annem onunla yokladı sobanın kenarlarını. Ama yoktu. Ninem teşinin sivri ucuyla yokladı divanın köşelerini. Ama yoktu. Eksik kalmamalıydı o tespih. Ninem içinde boncuklar olan kapaklı bir kutu getirdi ve döktü divanın üstüne. Hiçbiri benzemiyordu babamın tespihine. Ama tespih eksik de olamazdı. Mecburen limon sarısı bir boncuk ile tamamladı babam tespihini ve son düğüm atıldı. Aradan birkaç saat geçmişti. Hava kararmış yemekler yenmişti. Aynı kare yine yine tekrar etmişti. Babamın bir elinde sigara diğer elinde tespih cam kenarında oturuyordu. Tespihin her dönüşünde artık çıkan sesler değil de o limon sarısı boncuk dikkatimi çekiyordu. Gözlerim onu izliyordu. Gözlerim onda kayboluyordu. Evinde değildi o boncuk. Yerinde değildi. Yuvasında değildi. Evet kapalı bir kutuda olmaktan iyiydi belki de ama yine de gurbetti onun adı. Yine garipti onun adı. Kimbilir bir zamanlar onun da aynı rengi taşıyan kardeşleri vardı ve onları kucaklayan imame. Ninem uyurken bizlere hikayeler anlatırdı. Hangi hikayeyi anlatayım diye sordu bir gece. Sarı boncuğu anlat nine dedim. Onu babama vermiştin ya. O boncuğun kardeşleri de olmalıydı. Onun hikayesini anlattı bize. O gece bize anlattığı hikayeden midir bilmiyorum suyun üzerinde yüzen sarı boncuklar o günden sonra çokça girdi düşüme. Yıllar sonra öğrenmiştim ninemin sarı boncuk remiziyle suda boğulan küçük oğlunu. Babamın küçük kardeşi selin ardından aynı o tespih tanesi gibi karışmış suya. Ve bir daha bulamamışlar. Ninem günlerce ağlamış. Kimbilir o sarı boncuk hikayesi ile onu hatırladı, kimbilir…
Aradan bir yıl geçti . Kaderime yazılan göç hikayemin ilk adımı olan köyden Ankara’ya taşınacağımız gündü. Evin önünde bekleyen Kırmızı kamyona eşyalarımızı taşıyacak ve hatıraları ve yaşanmışlıkları geride bırakarak ayrılacaktık. Sekiz yaşındaydım henüz. Ben bile üzülürken genç bir kız olarak o eve gelen ninem; eşini ve küçük oğlunu o evde yitiren ninem kimbilir neler neler hissediyordu. Gözlerinde bulgur bulgur yaşlar. Mavi masmavi gözlerinde derin mi derin bakışlar. Elleriyle yokluyordu bomboş kalan oturma odamızda ve bir an tabandaki çatlağı farketti ve kaldırdı tahtalardan birini. Köşede turuncu kehribar boncuk. Hani o gün arayıp da bulamadığımız turuncu boncuk. Toz içinde olan o boncuğu ninem adeta evladına sarılır gibi aldı avucuna ve mendiliyle siliverdi. Masmavi gözlerindeki yaşlar daha da artmaya başlayan ninem kimbilir o yapayalnız kalmış boncukta ne hikayeler ne dehlizler gördü. Kelimeler hiçbir zamam sözlükteki gibi değildir yaşadıkça anlıyorum. Her nesneye yüklenen anlam o kişinin kalp aynasında o nesnenin taşıdığı silüet ile doğru orantılıdır. Ayrılığı , hicranı, yerinden yurdundan olmayı, yapayalnız bir kenarda kalmayı bilenler anlayacaktır ninemin boncuklarda okuduğu hikayeyi. Ve aradan geçen onca zaman ve yaşanmışlıklar ardından şimdi ben … Şimdi ben otursaydım ninemin dizlerine. Neler neler anlatırdım sarı boncuk ve turuncu boncuk üzerine…


Gökhan Bozkuş

Süresiz Eylem 2/Farzımuhal

Mahpus yahut şairin gözyaşları-

İsimsiz coğrafyada direnişim metafor
Saklı bahçelerinde kentin hayaller kuruyorum
Göğsümde genişliyor bilinmez bir anafor
Uçan her kırlangıçtan haberler soruyorum
“Var mı ki rodinadan ferahfeza havadis?
Yoksa her köşesinde hala güller mi hapis”

Çalakalem sitemler mitralyöz kurşunları
Bir bebeğin diliyle ediyorum kargıçlar
Yusuf mekteplerine tıkarken dilhunları
Savcılara dönüşmüş hor bakışlı yargıçlar
“Bugünler geçer elbet,oyalanın bir süre
Haset gardiyanları gülümseyin (!) mahşere”

Sus diyor makul yanım ,susmalı kararınca
Diğer yanım alazlı,yazsan diyor habire
Zalimi tuz buz eder bazen siyah karınca
Bazı tesellileri gerek yok hiç tabire
“Biz ki herşeye rağmen umutluyuz azizim
Biz ki herşeye rağmen çok mutluyuz azizim”

farzımuhal

Bir Ay Yüzlünün Hatıralarından Selanik / Derya Hekim

Selanik (Thessaloniki), göçmen kuşlara bağrını açmış güzel diyar. Gelen konar, konan göçer diyar. Nasiplisinin tanıdığı güzel belde. Sakin, huzurlu, kendi halinde gösterişten uzak bir şehir Selanik. İnsanlarıyla daha bir sıcak, daha bir içten, bizden hissedilen şehir. Bazen öyle bizdendir ki şaşkınlığını saklayamaz insan. Merak uyandırır sakinliği. Nesi var nesi yok bilme öğrenme isteği doğurur içine. Önce internetten kısa bir araştırma yapmakla başlarsın. Tanımak istersin istemsizce. Sonra akışına bırakıp zaman çok der, keyfini çıkara çıkara dolaşırsın ucunu bucağını. Büyükler pek derin düşüncelerde olduğundan onlar bedenleriyle deniz kıyısında, bakışlarıyla ufuklarda gezinirler. Uzun uzun denizle gökyüzünün birleştiği ufuk çizgisinde hülyalı dolaşırlar. Ne zaman buhranlarıyla baş edemez olsalar soluğu deniz kıyısında alırlar. Konuşmadan dertleşirler denizle. Koca umman anlar da dalga dalga akışını büyüterek cevap verir sanki. Dertli biri uğramadığı vakitlerde çarşafımsı görüntüsü ile hayranlık uyandırır. Bir de çocukları var bu beldenin. Bilinmez bir mevsim göçüp gelmiş koca yürekli minik bedenler. Onlar için bu güzide belde ne anlama geliyor diye düşünecek olsak, hatıralarında edindiği yer kadar değeri var demek yanlış olmaz herhalde.

Koca yürekli, aydınlık çehreli güzeller güzelimiz hatıralarını çizmiş defterine. Anlatmış buradan geçişini. Hatıralarını resimle canlandırmış. Kalıcı kılmış sonsuzluğa. Bir zamanlar yaşanmış tatlı anılar olarak iliştirmiş sayfalarına. Buralarda tadına doyum olmaz Kavala Kurabiyesini resmetmiş ay yüzlümüz. Kavala kurabiyesi de pek güzel, pek kıymetli; bize hiç yabancı değil üstelik. Çünkü 1387’den 1912’ye kadar bir Osmanlı toprağı olan Kavala şehrinden geliyor adı. Bir zamanlar ecdadımızın geçtiği yer imiş bu şehir. Hazır yemek üzerine iken konumuz, burada bulduğumuz diğer lezzetlerimizden de söz etmeden olmaz. Lezzetine doyum
olmayan pidemiz ve lahmacunumuz da olunca insan iyice buranın yerlisi gibi hissediyor kendini. Merak insana çok şey öğretiyor. Yeniliklere hazırlıyor adeta. Yabancısı olduğumuz kruvasanla bu merak sayesinde tanıştık. Hilal şeklinde olup çikolata dolgulu ay çöreğini de tadınca iyice alışıyorsun bu güzel beldeye. Yaz sıcağında bu kadar yemekle haşır neşir olmak pek yandırır içini insanın. Sahile atıverir bedenini. Yürümek hem bedenini hem ruhunu dinlendirir. Sahile varırken
yaz sıcağına karşı bir içimlik serinlik niyetine soğuk kahve yudumlarken pek rahatlar bedenler.Uzun uzun yürümek yormaz artık. Sahil kalabalık olsa da kimsecikler olmasa da bir şekilde hep yeter insana. Bağrını açıp gel der gibidir. Denize karşı oturunca dünyanın akışı bir süreliğine durur gibi olur. Uzaktan izlemesi ile bu kadar güzelken denize dokunmak ayrı bir güzel oluyor. Yeni ve unutulmaz anılar doğuruyor. Bu anılar midyenin incisi gibi çok kıymetli ve paha biçilemez. Denize karşı heybetli duran bir kalesi var. Vakti ile beyaza boyanmış. Bundandır ki adı Beyaz Kule’dir. Zaman daha baskın çıkıp taştan boyasını söküp almış. Boyanmadan önceki görüntüsünü kazanmış olsa da hala beyaz gelinlikli bir gelin gibi duruyor deniz kıyısında. Sahiline o kadar bağlandık ki ayrılıp başka mekanlara gitmek zaman sonra aklımıza geliyor. Nurbanu’muzun defterine şöyle bir göz gezdirince suyun bol olduğu sular şehri (Edessa) ilişti gözüme. Edessa, Ohrid’e (Makedonya) doğru giderken sağda kalan küçük bir şehir. Şelale ve şelalenin etrafında kurulu doğa güzelliğiyle tefekküre yöneltiyor beşeri. Yeryüzü pek geniş ve her şeyiyle esas yaratını hatırlatıyor. Nereye gidersek gidelim bu güzelliklerin benzerlerini görüp büyüleniyoruz. Ne kadar da az şükrediyorsunuz ihtarı geliyor hatırıma. Esas varlık sahibini hakkıyla bilememenin hicabını yaşıyorum içimde. Ezel ve ebed sahibinin merhametine sığınmanın verdiği ferahlık ile huzur yayılıyor dört bir yanımıza.

Selanik (Thessaloniki) yaralı kuşlara açtı bağrını. Bağrında sakladı bir miktar. Yarası iyileşeni uçurdu başka diyarlara. Ne vefalı bir şehir oldu bize. Buraya yolu düşenin, azıcık tanımış olanın bir daha gelmek isteyeceği güzel belde. Bizler razı olduk misafirperverliğinden. Bize karşı pek cömert ve pek naziktin. Unutulmaz hatıralar ile yolculuyorsun bizleri. Ay yüzlü bir güzel nakşetmiş defterine senden ona kalanları. Şimdi koca yürekli güzelimizin sayesinde yeni bir hatıra ile zihnimize yer ettin vefalı, güzel belde .

Derya Hekim

Aşk / Ramazan Gelez

Seni düşünüp uyansam her taraf yemyeşil
Gözlerim başka renk bakmıyor
Camdan kalan yağmur tanelerini sil
İçime senden başka akmıyor

Şimşekler dursun gamzen varken
Her gülüşün kalbimde kriz çakıyor
Bülbül-i şeyda susmalı sen varken
Sözlerin geceme yıldız katıyor

Olsaydı Ferhat’ta bu aşkın damlası
Dağı bırakır çölde Mecnun olurdu
Tanısaydı Nuşirevan atardı tası
Sakinin kaderiyle duman olurdu

Serab da olsan gerçekten güzelsin
Ateş denizine atlar geçerim
Cümle alem bunu böyle bilsin
Bu aşkın alevini ölsem içerim

Ramazan Gelez

İyileş / Ayşegül Demir

Ayrılık, gitmeden de olur.

Vefa, görüşmeden de.

Yangın ateş yakmadan da çıkar.

İçin kar yağmadan da üşür.

Bazen gecen gündüzünden  daha aydınlıktır.

Gündüzün geceden daha karanlık.

Bazı yollardan giderken,

Bazı yollardan da gelinir.

Bazen kitabı sen okursun.

Bazen kitap sen olur, okunursun.

Hayatını halı gibi ilmek ilmek dokur,

Bazen de sen ilmek ilmek dokunursun

Dost elinde gönlün sefa sürse de.

Dost, gönlünü sen de seyran ederken görürsün.

Ümit, her an içinde yemişler verirken.

Bazen sen ümit olur, meyveye durursun.

Sonbaharda kuruyup, yaprak yaprak düşerken toprağa.

İlkbaharda çiğdem çiğdem dirilirsin.

Kışa çalarken dertlerin içinde.

İçindeki cevherin miyara vurur bilirsin.

Aşina oldukların gurbete dönüşmüşse.

Yurduna yuvana baykuşlar tünemişse.

İyileş gurbetinle, baykuşunla iyileş,

Sevda tohumu atılmış içine.

Yeşert tüm mevsimlerde, diri tut, meyve verdir.

Yokluk ve yoksunluk tecrübedir, terbiyedir.

İnsanın insanı anlamasında merdivendir.

Yara almamış bir talih, hiç tarih olur mu?

Dayanmayı, savunmayı, korunmayı bilir mi?

Ruhun yaraları, yön olur insana.

Bazen pusula, bazen kutup yıldızı.

Ruhunun derinliğine göredir pusulan.

Suskunluğumuzun eseridir belki çektiklerimiz.

Gönül suskunluğu, gönül yorgunluğuna sığınmamızdır.

Ey insan, korkma insana karışmaktan!

Sar yara gördün mü, sil akan gözyaşını.

Gözlerin göze değsin, yüreğin boy yüreğe değsin.

Kardelen ol, Hızır ol, huzur ol

.Anne sütü gibi ılık,onun gibi sarıp sarmalayan ol.

Doyur sana gelenleri, güvenli bir kucak ol.

İyilikle döner dünya, kötülük içimizde uykuda.

Besleme uyanmasın,

Kâbil’in mirasını kabullenme üstüne.

Celâl’in ve Cemal’in ışığı vururken yüzüne.

İnsan ol, diğerkâm ol,

Geleni misafir bil, gülümse yüzüne.

Ayşegül Demir

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑