Gölkamp/Emin O. Uygur

Bir Kamp Günlüğü

İlginç ve ürkütücü bir yerdi. Üç saat sürmüştü yolculuk. Otobüs boş sayılırdı. Koltuklara geçirilen siyah büyük poşetler çok itici idi. Canım çok sıkılmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Asyl idi adımız. Girişte arama yaptılar. Vakit ikindi. Etrafa baktım. Askeri bir kamp görünüyordu az ilerde. Eşim ve oğlum da şaşkın. Neden buraya geldik? Çantalar arandı. Küçük meyve bıçağımızı aldılar. Termosu da aldılar. Bekledik. Anlamsız. Boşluk var kocaman. İtici anlar. Namaz kılmalıyız. Yanımızda bir aile daha var. Bir köşeye seccade serip tek tek kıldık namazımızı. Bir kaç dubleks vardı. Bizi de birine götürdüler. Dört odada dört farklı coğrafya. Biz de bir odadayız. Yalnızlık. Sessizlik. Kavurucu bir soğuk. Dil yok. İnternet çekmiyor.

gölkampta akşam

Sabah olunca ekmek peynir kahvaltı yaptık. Çay yok. Termos gerek. Yemekhane olan yer ilginç. Uzun tahta sıralar ve oturaklar. Soğuk. Sıcak su kazanı varmış. Sonradan fark ettik. Köyün marketinden sallama çaylardan aldık. En azından çay gibi içebilecek bir şeyler vardı. Sonra çay da bulduk. Kahvaltıdan sonra etrafı bir görelim dedik. Yürüdük. Alt tarafta küçük bir göl vardı. Elli metre kadar yürünüyordu kıyısında. Ama tel vardı göl ile aramızda. Güvenlik. Askeri bölge. İlginç. Ne yaparsın. Yaşamak her şeye rağmen. Gölde kuğular vardı. Beyaz kuğular. Ekmek atmak yasak. Onlar hallerinden memnunlar. Biz o kadar değiliz.

gölkapmta sabah

Göle alıştık. Her gün ikindi sonrası göl arkadaşlığı. Ama hava soğuk. Dışarda çok durulmuyor. Göl biliyor bizi. Bu yüzden yüzünde tebessümler oluyor ara ara. Gözleri parlıyor zaman zaman. Anlıyoruz bunu. Karşılık verip el sallıyoruz. Sabahları konuşmuyor göl. Başka bir işi var gibi. Derin nefesler alıyor. Dalgaları daha seyrek. Fotoğraf çekmemizden memnun oluyor. Rengini değiştiriyor bazen. Saçına başına şekiller veriyor. Ayrılıyoruz bir süre sonra. Seviniyoruz. Gölün misafirleri eksik olmuyor. Son bir el sallıyoruz göle. İnce bir ses; güle güle, güle güle…

eminosmanuygur

Bahar-ı Ekber / Fadi Kılıçzade

Bir yerlere bahar geliyor,
Kimsenin bilmediği, görmediği
Müstakbel sahiplerine hazırlanıyor çiçekler
Kutlu bir arz-ı endam neşvesiyle.
Gökkuşağının siliniyor tozları,
Mavisi daha mavi
Yeşili daha canlı
Yağmurda yıkanan ruhlarda bahar temizliği
Çocuk masumiyetini kazanıyor duygular.
Yad ediliyor mazinin hatıraları,
Çıkıyor artık sandıklardan bir bir
Ulu değerler inşasına ramak kala,
Son gölgelemeler yapılıyor
Daha belirgin olsun diye huzurun resmi
Zemherinin nefesine maruz kalıp,
Fark etmese de ye’sin ayazında uyuşanla
Gözlerden uzakta bir yerlere bahar geliyor,
Ruhu okşayan o temiz havasıyla…

Fadi Kılıçzade

Suskun Adamın Hikayesi / Derya Hekim

Bilinen ama bilinmekten uzak bir zaman diliminin renkleri soğurduğu yerde büyük bir sessizlik var. Pek derin ve manalı bir suskunluk yatıyor orada. Durgunluk; her fıtrata, hayattan edindiği tecrübeler neticesinde yerleşiyor. Fakat suskunluk bazılarının var oluşlarını temsil ediyor. O kadar derin susuyorlar ki sessizlik ile mana buluyorlar neredeyse. Bu hali ile bazen çıldırtıcı oluyor karşısındaki adam için. “Bir şey söyle!” diye haykırmak, suskunlukla bütünleşmiş insanların karşısında nafile bir çabadır. Onlar konuşulanı duyarlar belki fakat bu onlar için yüksek ses, anlamsız gürültü gibidir. Susarak konuşurlar, susanı dinlerler, suskunluğu anlarlar.

      Suskun adamın hikâyesi de böyle başlıyor. Susarak kendi rengini doğuruyordu. Kendi rengi ile yeni bir anlam kazanıyordu. Konuşup bir şeyler anlatma çabası yoktu. Bu, onu sıradan biri yapmıştı. Bulunduğu yerde o kadar uzun kalınca sıradanlığı merak uyandırmaya başladı. Bu merakın dahi farkında olmadan sessiz yaşamına devam ediyordu. Susuyordu çünkü anlaşılmak için kelimelere ihtiyacı yoktu. Kaldığı yer ona pek yabancı gelmemişti.  Etrafı ormanlık yeşilliklerle dolu iki katlı bir binada kalıyordu. Binanın etrafı kendisi gibi sessiz ve sakindi. Tam olarak kendisiyle bütünleşecek bir yerdi. Altı ay kaldığı kalabalık ve yorucu bir yerden gelmişti buraya. Yeni bir yerde yeni bir yaşamın penceresini aralarken sessizce izliyor, suskunluğu ile selamlıyordu. Doğa da aynı şekilde selamlıyordu suskun adamı. Bu topraklar ana diline yabancı iken gönül diline pek aşinaydı. Dağı taşı ile anlaşmaya gönül dili yetiyordu.  İnsanlarla anlaşmak için ise bu coğrafyanın dili lazımdı. Fakat o kadar suskundu ki ezelden beri anlaşmak için birkaç kelime işini görmeye yeterdi. Zaten itiraz edecek ya da bir konu hakkında uzun uzun fikirlerini anlatacak biri de değildi. Yeniden insanları ve onların kültürünü tanıyordu. Bir zaman dilimini birlikte geçirmek zorundaydılar. Kendisi gibi onları da burada tutan mecburiyetler vardı. Uzun süre sessiz geçti günleri. Burada herkes birbirine yabancı, doğa ile tanışıktı.  Baharın sıcak meltemleriyle etrafı keşfetmek her gelen için ilk önceleri rahatlatıcı bir melodi gibi oluyordu. Zamanla bu küçük kasabanın her yerini öğrenmek bu melodiyi tatsızlaştırıyordu. O zaman aynı binayı hatta aynı odayı paylaştığı insana dikkat kesiliyordu. Suskun adam da diğerleri gibi doğayı keşfetti. Hayaller kurdu. Oğlunun koşup oynayacağı yerleri belirledi kafasında. Sincap görünce bunun oğlunu nasıl heyecanlandıracağını düşündü. Gülümsedi kendi kendine. Uzun uzun yürüdü orman yolunda. Suskun adam sürekli yeni keşifler yapıyordu sanki. Diğerlerinin birkaç ayda doyduğu melodiye yenilerini ekliyordu. Doğayı her adımında yeni bir hisle bütünleştiriyordu. Bir türlü tamamlanamayan bir beste yazıyor gibiydi. O tüm bunları yaparken diğerleri de suskun adamı izledi. Tamamlanamayan bestesini merak ettiler. Onun gibi dinlemek istediler. Her biri kendi terazisinde ölçtü biçti. Suskun adamı kendilerince anlamlandırdılar. Zaman sonra güvenilir olduğu kanısına vardılar. Sonra fark ettiler ki dalgındı suskun adam. Özlüyordu bir şeyleri. Eksikliğini hissettiği büyük bir kaybı vardı.  Tabiatla dertleşiyor belki de diye düşündüler. Sormak istediler: “Özleminden mi suskunluğun, derdinden mi?” diye. Suskun adamın mütebessim çehresi vardı.  Bu hali ile huzur veriyordu. Dili, dini, kültürleri ortak olmasa da hal dilini anlamak kimse için zor olmuyordu.  Kaç milletten insanın kader ortaklığı yaptığı yerde bu coğrafyanın dili ortak paylaşımları olmuştu.  Suskun adamda kendini ifade edecek kadarını kullanmaya başlamıştı. Sorumluluklarından kaçınmıyordu. Sorun olan bir durumda çözüm üretmek öteden beri yer etmiş alışkanlığıydı. Soruna sebep olana dönüp bir şey demiyordu gücenmesinden endişe ederek. Yaşadığı her olay karşısında suskunluğu büyüyordu. Zamanını anlamlı kılmak için değerlendirmek istiyordu. Beklediği, özlediği şeyler aklına düştükçe elindeki her şey acılaşıyordu. Zaman kıskacında dönüp durmak yormuştu. Dalgınlığı suskunluğu ile denkleşmişti son zamanlarda.

      Bir gün sordu yanında bulunanlardan biri: “Neden gülümsemiyorsun?” Şaşırdı, bana mıydı? Bu soru acaba diye düşündü. Tekrar konuştu yanındaki adam: “Gülümse, hayat yaşamak için pek güzel.” Soruyla muhatap olması gerektiğini biliyordu artık. Tane tane dökülüverdi cümleler ağzından: “Neden güleyim ki? Benim yüzümü güldürecek neyim varsa bana uzakta.” Cevabına kendi de şaşırdı. Kurduğu cümlelerden sonra alacağı cevabı merak ediyordu. Derin bir iç çekti yanındaki “Özlemek çok zor. Baş edemiyor çoğu zaman insan. Benim de tam yedi sene oldu.” Sesi titredi. Derin bir nefes aldı. Yutkundu, gülen çehresini soldurmadan devam etti. “Biliyorum kimsesizlikten doğan yalnızlığı. Yine de sen gülümse. Güzel şeyler güzelliklerin yansıyacağı yere doğru yönelirler. Gülümse ki çabuk bulsun güzel olan şeyler seni” Öteki adam da katıldı konuşmaya. Suskun adamın sesini duymuşlardı artık daha da konuşması için o da kendinden söz etti: “Ben de beş yıldır buradayım. Gitmek istesem de buradayım. Özgür ama mahkumum.” Suskun adam şaşırdı. Özgür ama mahkum olmak mı? diye düşündü bir an. Öteki adamın konuşmaya başlaması ile düşüncesi dağıldı: “Yine de gülümsemek lazım…”Suskun adam kendine baktı, gülümsemek için kendi derdinin derinliğinden uzaklaşmak mı lazım? diye sordu içinden. Bu konuşma onda yeni düşünce kapılarını açacaktı belli ki. “Susma, anlat bir şeyler” diyen hanımı geldi aklına. Ben konuşmayı beceremiyorum ki ne anlatayım dedi kendi kendine. Onun için her mevzu ve her olay olduğu kadardı. Duygularını, fikirlerini katmazdı. Duru hali ile anlatır ve susardı.  İnsanlarla olan konuşma şekli buydu. Oysa  tabiat ile söylediği melodisine her fırsatta yeni bir mısra ekliyordu. Sevdiceği onu “Güneşim” diye severdi. Suskunluğu güneş misaliydi. Güneş de adım adım, sessizce doğup aynı sessizlikle batıyordu. Her sabah dünyaya saçtığı huzmesini gün biterken toplayıp kayboluyordu. Kalbe ilmek ilmek işlemesi suskunluğundan doğan melodinin sihrindendi.

Derya Hekim

Karakalem Çalışması/Emin O. Uygur

Karakalem Çalışması

Ah

Kocaman siyah

Adımlar bencilce

Bakışlar sip-silah

Ezhan enelerde

Fikirler simsiyah

Ah

Vuruldu iyilik

Düştü adalet

Kalmadı dirlik

Dağıldı birlik

Her yanda eyvah

Ah

Bu da mı olacak

Daha da beter

Şer kabul olur

Hayırlar yasak

Çakal caka satar

Aslanlar tutsak

Fesubhanallah

Bak

Her yerde zombiler

Kurt adam ve geceler

Trollerde bayram var

Sakın değme birine

El iyazu billah

Şimdi

Ateşsiz yananlar

Eriten hicranlar

Soğukta yananlar

Sıcakta donanlar

Oldu olmadık peydah

Nasıl oluruz iflah

Veyl

Kuru gürültü siyaset

Yalan zirvede kamet

Lanet üstüne lanet

Manşet üstüne manşet

Karabüyü simsiyah

Kapkara kara iştah

Ümit

Güneş doğuyorsa var

Hem de güneşler kadar

İşte senin farkın bu

Ey ebedler yolcusu

Kemikler için kavga

Sen yoksun ya orada

De elhamdülillah

27.03.2021


Kalk Ey Düğümünden Gözyaşları Damlayan / Gökhan Bozkuş

Kalk Ey Düğümünden Gözyaşları Damlayan

   Bu yazdıklarımı bir mektup gibi mi okursun, bir dostun hasbihali gibi mi ya da ne yazdığını bilmeyen bir zavallının hezeyanları mı bilemeyeceğim. Ama ne olur azizim başlarken yorulma ve bitir diyeceklerimi.

Belim acıyordu geçen gün. Yürüyemiyordum. Sırtımın orta yerinde bir düğüm vardı da kalkma diyordu sanki. Eğilmek sorun, kalkmak sorun. Ve geçti bir hafta sonra.

Bu hal yeni imgelerle tanıştırdı beni. Bu hal ile bazı türkülerin,  bazı mısraların perdesi aralandı zihnimde. Siyah beyaz bazı tablolara renk geldi, diyebilirim.

Kopuşlarımız geldi gözlerimin önüne. Daha doğrusu koparılışlarımız azizim. Ve her kopuşta yeniden yeniden attığımız düğümler geldi gözlerimin önüne. Umutla  sabırla attığımız düğümler. Hisle,  hevesle attığımız düğümler. Sonra bir Çin atasözü geldi misafir oldu zihnime. ” Kopan bir ipe sımsıkı bir düğüm atarsanız, ipin en sağlam yeri artık bu düğümdür. Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.”
Koptukça düğümler atıyor ve yürüyoruz ya hani. İşte belimdeki o düğümle yürümeye çalışırken odanın ortasında Sabahattin Ali’yi düşündüm bir an. Bilgisayarda bir türkü sesi geliyordu ve söyleyen de Zülfü Livaneli idi.  Sabahattin Ali’den ‘Leylim Ley’ okuyordu. İstersen sen de bu yazdıklarımı o türkü eşliğinde okuyabilirsin şimdi. Sabahattin Ali’yi düşündüm ve
‘Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni’

   Mısralarını okudum. Ve daldan kopan kuru yapraklardan ziyade geçen yıl bahçede açan çiçeklerin kuruyan yerlerinden toprağa saçılan tohumların şimdi bambaşka yerlerde çiçekler açacağını düşündüm.

Bahar geliyordu çünkü. Biz koptuk belki azizim. Acıdır kopuşlar ama kuru yaprak olmayacağız,diyordu iç sesim. Tohum olacağız, tohum olmalıyım diyordu. Belimdeki düğüm ise bir çiftçinin beline sardığı buğdaylar neden olmasın. Hani bir dansçı edasıyla avucundan tarlaya savrulan buğdaylar…

Kalk ey koptuğu yerlerinden düğümler olan
Kalk ey o düğümleri ile yer yer iki büklüm olan.

Bahar bizi bekliyor.

Ve çocuklar
Ve bugünün çeşmesine dudak dayayan yarınlar.

Kalk ey düğümlerine bakıp ağlayan
Kalk ve Niyazi Mısrî’ye kulak ver

Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana
Dost göründü çun ayan kalmadı bir şey nihan
Tufan olursa cihan bir katre tufan bana
Surette ne’m var benim sirettedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana
Kaf-ı dil ankasıyım sırrın aşinasıyım
Endişelen hasıyım ad oldu insan bana
Niyazi’nin dilinden Yunus’durur söyleyen
Herkese çun can gerek Yunus durur can bana

Dökülünce Gece/ Asuman Nur

Rüzgarın uğultusunda geldi karanlık
Kokusu ta öteden birkaç çiçek elimde
Kitap sayfalarında göze çarpan ayrılık
Fırtınaya hazırlanıyor gibisin

Sular çekileli oldu bir zaman
Güller eskittim şiirler içinde
Buğday başaklarına yükledim sözlerimi
Sessizlik sardı evimi, bilmez gibisin

Yürüseydik köprüden bir kere
Kulağımızda moğollar-yolum seninle
Lineer çizgiler gökyüzü hesapları
Arasında batıp gitti cincy akşamları

Çekilirse sular gibi sesin de
Şiirler, tebessüm bir de silüeti uçakların
Kalırsa tek senden geceye,
Yaşamak nasıl olur bilmez gibiyim…

Asuman Nur

Masum / Sümeyye Gül Arı

Gözleri buğuluydu küçüğün
Omuzlarında ağır ürkeklik
Kumral saçları dökülmüş alnın
Dudaklarında o sıcak,
Kendinden emin bir gülümsemeyle
Bir melodi endamında
Kalbini yakalıyor ışıltısı ile
Keman sesi gelir gibi uzaklardan
Başaklar dans eder rüzgârı ile
Kulağa çalınan bu beste
Bir düğüm gibi iner gönüle
Yaralıdır yeniden…
İşte buydu küçük kız
Olağanüstülüğü; muazzam efsunu idi
Bir bakışı ile yarılan kalp
Bir gülümseme ile kapanıverirdi.

Sümeyye Gül Arı

Bahar / Ahmet Terzioğlu


Bitti uzun geceler,
Mevsim bahara erdi.
Bir bir düştü cemreler,
Mevsim bahara erdi.

Her kışın sonu varmış,
Ay geceden doğarmış.
Dalları çiçek sarmış,
Mevsim bahara erdi.

Toprağın duâsıdır,
Diriliş edâsıdır.
Yûsuf’un rüyâsıdır,
Mevsim bahara erdi.

Bir telâş var toprakta,
Cümle âlem merakta.
Tohumlar çatlamakta,
Mevsim bahara erdi.

Acep kimdi yârımız,
Bilen bildi sırrımız,
Meyve verdi sabrımız.
Mevsim bahara erdi.

Hâzânda hüzünlendik,
Kış oldu kefenlendik.
Dertler ile demlendik,
Mevsim bahara erdi.

Hiç yılmadık cefâdan,
Güller ektik vefâdan.
Rahmet indi semâdan,
Mevsim bahara erdi.

Kim zamanın sâhibi,
Zaman kimin nâibi.
O’dur hükmün gâlibi,
Mevsim bahara erdi.

Gurbet elde minber var,
Minberden bir haber var.
Hoşbû misk-ü amber var.
Mevsim bahara erdi.

Üveykler kanatlansın,
Küheylanlar şahlansın.
Ümidimiz katlansın,
Mevsim bahara erdi.


~a terzioğlu~

Aşkın Gözlerine Bak/Emin O. Uygur

Aşkın Gözlerine Bak

işte bu kapı

açılır maviliklere

bir harfin izinden

geceler gizli gizli

geçti gitti niceler

suskunluk vadisinden

fecrin renklerinden

pastel bir kalemle

çizdim

dünyayı yeniden

he’nin gözünden sular akar

dolar vadilere

kayalardan aşarak

yarınlar nasıl da parlak

çiçeklerin yüzüne bak

elif geldi pür heyecan

sanki inmiş semadan

ruhuma neler fısıldadı

ta maveralardan

lam göz kırptı bir yıldız

gökyüzünde parladı

mim yağdı damla damla

şebnemler ışıldadı

he’nin sinesinde

ümit açar yapraklar

gece nasıl yıldızdı

şimdi biri akacak

aşkın gözlerine bak

hangi vadiden gelir

yarınların şarkısı

sabah yakın diyen ses

işte gün ağartısı

kanat çırptı işte

ümit iklimine

beyaz bembeyaz

bir Akdeniz martısı

ve ilk yağmur damlası

nasıl mis kokar toprak

aşkla gülümse hayata

yarın güneş doğacak

aşkın gözlerine bak

eminosmanuygur

25.03.2021

Mühür / Hüzün Çiçeği

Son sözü mühürledim ve bıraktım kalbine
Doludizgin kısraklar akıp geçti yanımdan
Say ki o nehirde hiç yüzmedik seninle
Seninle kadim sözler peşine hiç düşmedik
En velud sözcüklerim kangren sözlüklerde
Say ki hiç yağmadı bizi ıslatan yağmur
Son sözü mühürledim ve bıraktım öylece

Göklerden düşen harfler anıta dönüşürdü
Eylül’ü bölüşürdü doludizgin kısraklar
Eteğimde ateşler, etimi bölüşürdü
Lethe Irmağında unutulsun, o ağulu firaklar
Belki de yaşamadık; bir Vahid şiiriydi
Ne kaldı şimdi söyle bahardan yağmuruma
Ne kaldı saçağımdaki Ebabillerden bana

Hangi hırkayı giysem ısıtmıyor ruhumu
Cesur sandığın sesim terli ve tedirgindi
Taşa çevirdi aşkı Niobe ıstırabı
O kayayı kanatan, sakladığın resmindi
Doludizgin kısraklar Eylül’e kaçarlardı
Belki de yaşanılan, bir Vahid şiiriydi
Son sözü mühürledim, sana verdim kilidi..

Hüzün Çiçeği

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑