Cizlavet Kitap Kulübü 7. Kitabı Okumaya Başladı

Dünyanın farklı ülkelerinden bir araya gelen kitap kurtlarından oluşan Cizlavet Kitap Kulübü bu hafta 6. Kitap olarak Harper Lee’ye ait olan Bülbülü Öldürmek kitabını okudular. Ve 28 Şubat Pazar Zoom programında bir araya gelerek bu kitap hakkında yazdıkları analizleri okudular. Birbirinden farklı meslek ve yaş gruplarından oluşan kitap kulübü üyelerini en çok etkileyen karakter baba Av. Atticus Finch olmuş. Kimsenin savunmak istemediği bir zencinin avukatlığını yapmayı kabul eden bu karakterin özellikle çocuk yetiştirme yöntemi okuyucuları çok etkilemiş.

7. Kitap olarak da Şeker Portakalı isimli kitap haftanın kitabı olarak belirlendi ve mart ayının ilk pazarında değerlendirilecek. Sizlerin de değerlendirmelerinizi Editor@cizlavet.com adresimize bekleriz.

Cizlavet.com

Kohistan Farzımuhal

Adım Kohistan
Öksüz bir coğrafyanın mütevekkil bir ferdiyim ben
Sırtımda memleket kokulu mintan
Ellerim toprak
Ellerim kan
Dilimde ıslaklığı susturulmuş şarkıların
Tümcelerim haymatlos
Düşlerim vatan

Adım Kohistan
Sevdam Ağrı dağından yüksek
Ağıtsız tüm hayallerin kıymığı
Beynime saplanan
Günüm işaret dilinde vaha
Gecem ışığa meyelan

Adım Kohistan
Adı konmamış destan

Farzımuhal

Koh bazi dunya dillerinde dağ demek

Ay Işığının Altında/Nevâ Ilgar


Dört duvar arasında kaldım bir başıma
Ay ışığının altında seni düşlüyorum
Bir kumsal kıyısında gölgemi arkama alıp
Haykırmak istiyorum
“Neredesin, Ey Özgürlük”


Bir gece yarısı seni düşünüyorum
Uğruna ölen yüzlerce insanı
On dokuzunda hapis yatan abilerimi
Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusufları
Bu diyardan garip gidenleri
Ve bir gece yarısı seni özlüyorum
Meriç masumları sinesine sakladığında
İçtiğim çay, yediğim lokma boğazımda kaldığında
Annemin gözyaşlarında
Babamın sükûtunda
Yine seni düşünüyorum
Ay ışığının altında

İçinde / M.Remzi

Geldi geçti ömrüm benim saklı sır içinde

Sırrım benim şu sinemde yanan kor içinde

Kimse bilmeyecek o muhabbet nur içinde

Bir gülü sevmişiz ki gonca gül har içinde…


Muhabbet olmadan olur mu hiç kamil iman..

Sözlerimi sevgiyle harmanladım her zaman..

Nice gece uykusuz kaldım olmadım pişman..

Kârdayım ben öyle kâr ki kâr var kâr içinde..


Kârdayım amma etrafımı ateş çevirdi.

Öyle bir ateş ki 

İçimi yaktı kavurdu.

Güya yıkılmaz çınar idim beni devirdi..

Sırrında sırrı vardır bir sır ki sır içinde.


Bülbül olanlar ayrı yerde durur mu gülden

Yaprak nasıl ayrılır da yeşil olur daldan

Kim zarar görür birbirin seven iki kuldan

Su gibi akar bir kuş gibi uçar içimde..

M.Remzi

Nerelerde Arıyorsun/ Pelin Çetrefli

Kaybettim demişsin umudumu,özlüyorum diyormuşsun eski günleri,dalıp dalıp gidiyormuşsun çok uzaklara,yoruldum diyormuşsun,hiç neşem kalmadı diyormuşsun… Sahi sen nerelerde arıyorsun bunları bilindik bir yer olmasa gerek bilinse herkes keşfederdi evet evet tam olarak nerede neyi arıyorsun neyi bulduğunda memnun olacaksın seni neler memnun edecek bilmek isterim…
Kaybettiklerini kaybettiğin yerde bulursun sen bunları nerede kaybetmiştin hatırlıyor musun? Ne alaka deme lütfen kulak ver bana, senin olanlar senden uzakta değil seninle nerede mi?
Ah kalbim sorularla sana yol almak kıymetli,varlığın unutulmuş sen varsan hayat vardı sen varsan nefes almak kıymetliydi sen varsan umut vardı sen varsan kaybolmak yoktu…
Kalpler Allah’ın elindedir,benim kalbim Yaradanla buluşunca kaybolmak değil bulduklarım olmalı.Neler buldum neleri bulmak istedim neler verildi düşünüyorum da kaybolmak bulmakmış kaybolmadan bulunanın kıymeti olmuyormuş.
Allah’ım kayboluşlarım nefsimden buluştuklarım senin lütufların.Kalbimle buluşmama sebep olan yaşadığım deneyimlerim için teşekkür ederim.

PELİN ÇETREFLİ

Beni Yirmi Sekiz Şubatçılar Değil Sizler Öldürdünüz / E. Osman Uygur

Gardiyan nasıl iştir bu? Bir ipiniz yok muydu? Bir ip. Hani ağaçlara
asılan türden. Hani kalın ve sağlam. Bir de yağlanır ki sorun olmasın.
Sandalyede infaz da ne demek gardiyan? Hani imam nerde? Neden gelmedi
imam? Son anımda bir imam gelseydi. Bana bir şeyler derdi belki. Hani
sen haklısın hani sen suçsuzsun hani sen neden buradasın falan. Ben de
ona bir şeyler derdim gardiyan. Ben de ona bir şeyler derdim. Derdim
var benim gardiyan derdim var. Ben imanımdan dolayı, imana hizmetimden
dolayı buradayım derdim. Bak Kuranım da burada derdim. Sen yine de
görevini yap lakin asıl sen kendine dikkat et derdim. Neyse gardiyan.
Sen anlamazsın bu işlerden. Senin bildiğin bir kaç kelime ve bir kaç
iş. Sana da bir şey diyebilseydim gardiyan. Beni anlasaydın biraz.
Bana da bir insan diye baksaydın. Ama sen kimden emir aldıysan ne bana
ne arkadaşlarıma hiç iyi davranmadın. İçinden gelerek böyle
davrandıysan yazık sana da.

İp getirmedin gardiyan. Ben de sandalyede ölüyorum bak. Sana da dert
olur mu ki bu? Sandalyede infaz mı olur gardiyan? Sen de gelseydin ben
ölürken ne iyi olurdu. Ben en son Kuran okudum bu dünyada. Dünyaya
Kuran ile elveda ettim gardiyan. Kuranım bana şahit. Kuranım bana
yoldaş. Sana kim sahip çıkacak gardiyan. Gelseydin görürdün sen de
Kuranın şahitliğini. İmama gerek yoktu zaten. Kuran vardı ya. Kuran
diyorum gardiyan anlıyor musun? Hani suç delili olarak emniyette
sergilenen kitap. Hani okunmasın diye bazı koğuşlardan çıkarılan
kitap. O beni terk etmemişti. Allah bana onu yoldaş etmişti. Ben onu
seviyorum. O da beni sevmiş demek ki. Ne mutlu bana. Bir şey anladın
mı gardiyan? Bir şey anladın mı?

Odamda bir kaç peçete var. Bir masa bir de beyaz plastik sandalye.
Ayağımda naylon terlik. Hani abdest alması kolay oluyor onunla. Namazı
tek başıma kılmaya da alışamadım ya. Gerçi son günlerde hep oturarak
kıldım namazını gardiyan. Namaz dedim de kusura bakma. Sen bilirsin
diye düşündüm. Buraya gelirken cami var ya yol üstünde. Orada kılınan
şey işte. Her gün beş vakit ezan da okunur. Duyarsın belki. Neyse
kusura bakma. Sözü çok uzaktım. İşte böyle gardiyan. Beni bir
sandalyede infaz ettin ya. Anlamadım gitti. Neden diye soracaktım ama
gelmedin gardiyan. Gelmedin. İp yok muydu gerçekten. İsteseniz ben bir
yerlerden bulur buluştururdum. Madem infaz edeceksiniz her şey uygun
olaydı.

Gardiyan sana bir şey diyeyim son olarak. Beni eşimden çocuklarımdan
ayırdınız. Beni onlara onları bana hasret yaşattınız. Sadece sen değil
tabi. Istersen bu mektubumu onlara da ver. Müdüre, savcıya, valiye…
Onlar da okusun da utansınlar. Bir ip bulamamış mıyız desinler.
Mustafa’yı sandalyede mi infaz etmişiz desinler. Utanırlar mı ki
gardiyan?

Utanmazlarsa utanmasınlar. Ben onları da seni de bekliyor olacağım
gardiyan. Bekliyor olacağım.

Emin Osman Uygur

İyilik Kazanacak / Y. Tatlıseven

    Doktorumla randevum var. Metazoride olsa görüşmeye gidiyoruz. Onkoloğum kemoterapi almam gerektiğini söylüyor. Ne yapalım “Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir” demiş  Üstad. Tedavi sürecinin uzun soluklu olduğundan, bu zaman zarfı içinde  bağışıklık sistemimin zayıflayacağından  bahsediyor. Kendimi sosyal ortamlardan izole  etmeli, kalabalıklara  girmemeliymişim. Girersem de maske takmalıymışım. Benim gibi aktif bir insan için zor ama aklıma ilk evlatlarım  geliyor, “Çocuklarıma  sarılıp, öpebilecek miyim?” diye soruyorum. Neredeyse  iki  yıldır çocuklarımdan ayrıydım. Yanlarına geldikten on beş gün sonra  kanser teşhisi kondu, bir ay dolmadan da ameliyat masasındaydım. Doya doya sarılıp, sevemedim bile! Şimdi de bu  tedavi beni çocuklarımın uzağına mı atacak diye düşünürken, doktorum, “Hasta olmadıkları  sürece sarılabilirsin” diye müjdeyi veriyor. Bu kadar olumsuzluğun içinde, “Yaratılış ağacının  en mühim meyvesi şükürdür” düsturuyla, kendimi teselli edecek bir şey bulup, şükrediyorum.

            İlerleyen günlerde tedaviye başladık. Kemoterapiyi aldığım ilk günlerde çocuklarıma sarılmak şöyle dursun, gözüm onları görmedi bile! İlaçlar o kadar ağırdı ki bir hafta boyunca yeyip içemedim, ayağa kalkamadım. Kendime  geldiğim zamanlarda  gezip, dolaşmak istiyor,  bunları yapacak gücü kendimde bulamıyordum. Şu günlerde tüm dünyadaki insanların  covid-19  nedeniyle eve kapanıp yapamadıkları bir çok aktiviteyi,  maalesef  ben sağlığım  elvermediği için yapamıyordum. Yine de hastalığımı ilahi bir hediye  gibi  görüyor, “ Ermiş  ağacı  silkmekle  nasıl meyveleri düşerse, imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker” Hadis-i Şerif’ini düşünüp şikayet  etmiyordum. Arkadaşlarımdan  mecburen  uzak  kalmak  durumundaydım.  Ara sıra toplantılarına davet etseler de temastan kaçınıyor, belli bir mesafede kendime  dikkat ediyordum. Meğer bugünlerde sıkça kullanılan sosyal mesafe kavramını uyguluyormuşum.

            Bir yıl süren bu izolasyondan sonra tedavilerim nihayetlenirken, dünyanın başına da covid-19 adlı bir virüs musallat oluyordu. Oysa benim karantinam tam da bitmek üzereydi, ancak tüm dünya bir anda karantinaya girivermişti.  İnsanlar  virüsün bulaşma  olasılığına karşı sokaklarda maske ile dolaşıyordu. Bu durum bana kemoterapi sonrasında maske taktığım günleri hatırlattı. O zamanlar bir tek ben maske takıyordum. Meraklı bakışları mı anlatayım size, bir bakanın dönüp bir daha baktığını mı? Bazıları da sanki vebalıymışım gibi yanımdan uzaklaşıyordu. Korona virüsle birlikte maskenin normalleşmesi benim için şaşkınlık vericiydi.

            Çoğu insan karantinanın zorluklarından, eve tıkılıp kalmaktan şikayet ediyordu. Belki bir evim olmadan, üç yıl boyunca, sırt çantası omzumda oradan oraya yaşadığım için olabilir, evde olmak benim için zaten lükstü. O malum geceden sonra evimi, işimi, çocuklarımı, eşimi, vatanımı ve en sonunda da sağlığımı teker teker yitirmiştim. İnsanoğlu elindekilerinin kıymetini maalesef kaybettikten sonra daha iyi anlıyor. Yalnızken, ışığı yanan, içinden çocuk sesleri gelen evlere gıpta  ile bakardım. Akşam  karanlığında eve ekmek  yetiştiren  babaya,  ona kapıyı açan anneye, koşup  sarılan  çocuklara imrenirdim.  Anahtarıyla  kapısını açabildiğiniz bir evinizin olması, bir çatının altında, bir sofra başında toplanabilmek, bir demlik çayın  etrafında  saatlerce sohbet edebilmek, bence mahsur kalmak değil, hediyelerin en güzeliydi!

            Sokağa çıkma yasaklarıyla, en doğal hakkımız olan özgürlüğümüz kısıtlanmış oldu. Hastalığın bulaşma hızı düşünülerek, sevdiklerimize  sarılamaz olduk. Toplu ortamlara girmiyor, girsek de sosyal mesafeyi koruyorduk. Şehirden şehre geçmenin yasaklanması, uçuşların durdurulmasıyla, ohâl zamanındaki araçların durdurulduğu, kimlik kontrollerine takıldığım günleri, bir uçağa binmek  için  verdiğim mücadeleyi hatırladım. Sanki bugünlerin provasıymış! Alıştığı standartları değiştirmek her insan için zordur. Biz inandığımız doğrulardan vazgeçmediğimiz için özgürlüğümüzden, ailemizden, vatanımızdan olurken, tüm standartlarımız mecburen değişmişti.

Şimdi bütün dünyadaki insanlar  alternatif  yaşam projeleri geliştirmek zorundalar. Korona virüs kolay kolay bizi terk etmeyecek gibi duruyor, bence bu yeni bir milat olacak. Zaman koronadan önce ve sonra diye ikiye ayrılacak ve hiçbir şey alıştığımız gibi devam etmeyecek. Her-kes kendi payına düşeni yaşayacak, belki kendini tekrar eğitmesi, belki yeni bir gelecek kurması gerekecek. Bunlar size ütopya gibi gelmesin, nalbant, hallaç, demirci gibi bir çok meslek erbabını düşünün. Geçmişte çok iyi geçim kaynakları ve hatırı sayılı zanaatler olmasına rağmen bugün yok olup gittiler. Tarihte yaşandığı gibi şimdi de bazı meslekler ve iş sahaları önemini yitirecek. Sağlık  sektörüne olan ihtiyacı ve önemi  hepimiz  covid-19  ile yaşayarak öğrenmiş olduk. Önümüzdeki yıllarda  bu alana daha  fazla  yatırım yapılacağı çok bariz.  Ekonomi çevrelerinde  para transferi epeydir sanal bir eylem, zaten kimse paraya  dokunmuyor. İnternet bankacılığıyla  yapılan ödemeler, tahsilatlar, kredi kartlarıyla yapılan  alışverişler,  bir  iban hesabına yatırılan  maaşlar…Bunların hepsi elektronik  yaşamın alt yapısı olarak tasarlanmış ve  hayata geçirilmişti. Sıra insanoğlunun  sosyal  hayattan ve üretimden  çekilmesine gelmişti ki  bu virüs yeryüzüne  bomba gibi  düştü. Çin,  İtalya,  İspanya,  İngiltere  gibi gelişmiş  ülkelerdeki  ölüm sayıları tüm dünyayı korkutmaya yetti. Herkes büyük bir itaatle evlerine çekildi ve çoğu insan gereksiz ihtiyaçlarından sıyrılarak, rızk-ı  mecaziyi terkedip sadeleşmeye başladı. İnsanlık  hırsı ve  şükürsüzlüğü  yüzünden nimetlerden yoksun kalmanın acısını hissetti ve yavaş yavaş israfı  terk etmeye  başladı. Elindekilerle  yetinmeyi  ve kanaati tekrar hatırlayan her aile, kendi içinde  iktisat  yapmaya  başladı. Son yılların popüler kültürü olan riyadan uzaklaşılmaya, geçim  sıkıntısı çeken insanlar için em-pati yapılmaya başlandı. Tahmin ediyorum ki,  bundan sonra devlet  politikaları tarım ve hayvancılığı daha fazla önemseyecektir. Ancak genetiğiyle oynanmış tohumlar ve  kimyasallarla desteklenmiş yemlerden dolayı bu konuda çokta başarılı olacağımız söylenemez.  İnternet  dünyası ve online yaşam, yepyeni mesleklere kapılar açarken, dijital bir çağa paraşütsüz iniş yapacağız gibi görünüyor. Bu sırada var olan insanlık nüfusu, yeni dünyamıza fazla geleceğinden, koronavirüsle ilgili aşı ve ilacın bulunmasını henüz beklemeyin. Bir çoğuna göre zaten aşı bulundu, ancak dünya nüfusu, birileri tarafından planlanmış belli bir rakama indirilmeden piyasaya sürülmeyecek.

            Bunca şey olup biterken, bazı gönlü güzel insanlar da var ki ne karantina dinliyorlar, ne de salgın! Yardım etmeyi görev edinmişler, bu zor günlerde ihtiyacı olanları yalnız bırakmıyorlar. Onlar su kuyuları açmaya devam ediyor,  Ramazan ayında toplu  iftarlar veremeseler de yemeklerini kendi imkanlarıyla pişirip, kapı kapı dolaşıp ev ev dağıtıyorlar. Maddi durumu olmayan ailelere, erzak paketleri götürüp,  çocukları bayramlık  hediyelerle sevindiriyorlar.  Üstelik bunları bulundukları ülkelerin yerel yönetimlerinden izin alarak, güvenlik güçleri eşliğinde, hep birlikte  yapıyorlar.  Onlar hayırda yarışanlar!  Pandemiyi  engel olarak  görmüyorlar. Herkesin sokağa çıkmaya  korktuğu  bu günlerde yorulmadan koşturup duruyorlar. Tek amaçları var. Çaresiz bir insanın yüzünde,  mutlu  bir  gülümseme olabilmek!  Tüm  planlar, projeler, ideolojiler bir gün yeryüzünden silinip gidecek. İyiler her zaman kazanamasa da  o gün mutlaka iyilik kazanacak!..

Yasemin TATLISEVEN

Özlüyorum / Hamide Yaramış

Dalından koparılan gül misali:

Her gün,

Soluyorum!

Toprağımı özlüyorum.

Yanıyorum!

İçim sızım sızım sızlıyor,

Burnumun direği titriyor.

Güneş tepemde raks etsede,

Üşüyorum!

Esmeyen rüzgarlarla savruluyorum,

Kayboldum.

Dimağım tutsak,

Acılar acıtmıyor eskisi kadar.

Alışıyorum!

Her gün solmaya.

Bol suyun içinde, susuzluktan,

Ölmeye, her gün.

Ve bir ikindi vakti,

İstiyorum, hem de çok içten,

Toprağımı, taşımı, dalından koparıldığım ağacımı

Her bir yaprağım

Salınsın tüm istediklerime.

Oralardan yeniden doğacağım

Konar göçerler diyarından

Tükenmeyenler diyarına

Varacağım.

Belki sessiz çığlıklarımın semerisini

Öldükten sonra

Alacağım.

Hamide Yaramış

Asla Gözlerini Kaçırma / Gülçin Beyza Yalçın

Bomboş geçen, geçmek zorunda kalan günlerimi değerlendirmeye çalışıyorum. Zira kimimiz cezaevlerinde esirken, dışarda kalanlar da sosyal izolasyon ve Coronavirüs  sayesinde evlerinde esir. 

Bir film listesi yaptım. Vaktim olmadığı için izleyemediğim filmlerin listesi. Sinema tarihine geçmiş kült filmleri, yaşadığımız günlere dair ipuçları veren, anlamamı sağlayan filmleri izlemeye çalışıyorum.

“Asla Gözlerini Kaçırma” listedeki filmlerden biri. Çocukluğu Nazi döneminde,  Gençliği Demirperde gerisinde geçen,  sonra Batı Almanya’ya iltica eden ve kendine has üslubu ile meşhur olan bir ressamın hayatını anlatıyor.

Sevdiği kızın babası  Nazi döneminin önemli aktörlerinden. Meşhur bir tıp profesörü. Yahudi’lerden önce, Alman’lar arasındaki  ari ırka zarar verecek genleri taşıyanlar belirleniyor. Akıl hastaları,  bedensel engelliler,  genetik hastalık taşıyıcıları listeleniyor ve iki kategoriye ayrılıyorlar. İlk kategoridekiler kısırlaştırılıyor. İkinci kategoridekiler doğrudan imha ediliyor.

Çocuk yaştaki ressamın çok sevdiği teyzesine şizofren teşhisi konuluyor ve bu doktorun karşısına çıkartılıyor. Kısırlaştırılacaktır. Bunu anlayan kız yalvarıp doktorun ayaklarına kapanıyor. O zamana kadar aslında ilk listede olan genç kadın, sırf doktorun şahsi gıcıklığından dolayı, ölüm listesi olan ikinci listeye alınıyor.

Zorla dışarı çıkartılan kızın arkasından,  doktorun ayakkabılarına gelen gözyaşlarını mendili ile silip tiksinti ile çöpe bir atışı var ki anlatılmaz.

Ressam çok sevdiği teyzesinden bir daha haber alamıyor. Genç kadın ari ırka zarar verecek diğer insanlarla beraber gaz odasında imha(!)  ediliyor.

Zaman geçiyor ve bu doktorun kızı ile genç ressam, kim olduklarını ve geçmişlerindeki travmayı bilmeden birbirlerini sevip evleniyorlar. Kızını ressam gence uygun görmeyen doktor bu genlerin kendi soyuna karışmaması için kızını yalan söyleyerek kandırıp kendi elleri ile kürtaj yapıyor.

Bu operasyon sonrası tek evladı olan kızının bir daha çocuğunun olamayacağını öğreniyor doktor.

Yani aslında kürtaj yaparak hayatına son verdiği küçümsediği gencin evladı değil kendi geleceğiydi.

    ***

Benim bu filmi izlediğim günlerde ana muhalefet partisinin sözcüsü milletvekili beyefendinin açıklamaları da sosyal medyaya düştü.

Kendini ziyaret ederek, yaşanan mağduriyetleri dile getiren KHK’lılar Platformu’na, “örgüt üyesi(!)  kadınların  talimatla hamile kaldıklarını, aslında mağdur falan olmadıklarını” söylemiş, günümüzün Neonazisi  sıfatını  layıkıyla hak etmek için çabalayan  milletvekili beyefendi.

Bu şok edici açıklamalar unutulmaya yüz tutmuşken bu sefer, mağdur olmalara doymayan iktidar partisi gurup sözcüsü bir hanımefendinin bomba gibi açıklamaları kamuoyuna yansıdı.

Bu hanımefendi de havuz medyasının çirkef uslubunu kullanarak “iktidar eliyle mağdur edilen kimi Fifici kadınların, mağdur resmi vermek, hamile ve çocuklu kadınlar hapishaneye atılıyor dedirtmek  için talimatla hamile kaldığını” söylüyordu.

Bu söylemleri çok tepki alınca da mağdurlar tarafından mağdur edildiğini söyleyerek linçe uğradığından dert yandı her dönemin mağduru hanımefendi.

Allah aşkına zaten insanları hapislere doldurdunuz, her anlamda, en verimli çağlarında. İnsanları bir gaz odalarında yakmadığınız, bir de meydanlarda asmadığınız kaldı. Ülke geneli ile KHK’lıların doğum ortalamalarını bir karşılaştırın bakalım  ne çıkacak? O kadar insan elinizde rehin. Nasıl olsa bir madalyonun iki yüzü gibi yeşil ve lacivert faşistler her konuda koltuk  değneği oluyorsunuz birbirinize.  Bu konuda da bir teklif veriverin meclise. Rehin aldığınız insanları kısırlaştırın, küpe takılan sokak hayvanları gibi. Zaten onları insandan saymıyorsunuz.  Eminim, muhalefetin her  önergesine  ret oyu  veren  iktidar, bu konuda sizleri kırmaz.

Ölmeden önce yapılacaklar listesi yapar gibi yaptığınız, soykırım listesinin maddelerinden  bir tanesinin yanına daha tik atın.

Soykırım listesindeki  maddelerinden biri bile eksik kalmasın.

***

Filmin bir yerinde şöyle bir  sahne vardı.

Ressamın babası öğretmen. Uzun süre Nazi partisine üye olmamak için direniyor. En sonunda karısının ısrarı ile çocuklarının geleceği için(!)  partiye üye oluyor. Hitler dönemi sonrası öğretmenlik başvurusunda, bu üyeliği  sebebi ile her başvurusu geri çevriliyor.

En son iş görüşmesi yaptığı yerde “Ama bu partiye üye olmayan çok az öğretmen bulursunuz.“ deyince, başvuruları değerlendiren yetkili  “Biz çocuklarımızın, o çok az sayıdaki  öğretmenler tarafından yetiştirilmesini istiyoruz.” diyordu.

Evet, sayın milletvekili  beyefendi ve sayın milletvekili hanımefendi;  biz zamanı gelip bu akıl tutulması yaşanan günler geçince , Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi Sezgin Tanrıkulu gibi  Hüda Kaya gibi mazluma kimlik sormayan vekiller tarafından temsil edilmeyi isteyeceğiz.

Tarihin çöplüğünde yer almanızı dört gözle bekliyoruz mağdurlar olarak.

Virgül Olmuşum / Gökhan Bozkuş

ben…
öyle bir zaman içinde
öyle bir tarifin meçhulu
öyle bir sesle beraber
ne yana uçacağını bilmeyen
kanatları mumdan bir kuş olmuşum
ben…
hani şimdi, gözlere küsmüş deli
guguk kuşu ve kengel misali
çağların mengenesinde bir ah
öyle bezgin bir masal bulmuşum
ben…
elimde bir tüy var kuşunu arayan
ve bir sabır ağuları saran
ve bir

hilmi yavuz dolan
“ey sen, yalnızlığın ortakçı kulu
bozlak gizemlere bal ören abdal
bir yanına çifte gurbet sokulu
ağaçlarda dal sürüyor feodal”


hani şimdi virgül olmuşum
büyük harfle başlayan kelimeye
hani noktadan uzak durmuşum
ben…
balı özleyen abdalı sormuşum

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑