

Cizlavet Kültür ve Sanat Platformu
"Yaz Dostum"
Bir parça uzaklaşmak istedim insanlardan
Kendimle başbaşa kalmak
Kur’an’ımla
Eski günlerdeki gibi
Rabbimle hasbihal etmek
Aldım elime kalemi
Harf harf kelime kelime
Meal çalışıyorum
O’nu tanımaya, bilmeye çalışıyorum
O’nun bana anlattıklarından yola çıkarak
O’nu anlamaya çalışıyorum
Kamer Suresi çıktı karşıma
Kıyametin dehşetini anlatıyor
“Gözleri düşkün düşkün kabirlerinden çıkarılacaklar” diyor
Ayetler kısa kısa
Kelimeler çok vurucu
Bir çoğu Türkçe’mize de girmiş kelimeler
Dehşeti ile ters orantılı
Anlaması çok kolay
“Ne kadar kolay anlaşılıyor” diye düşünüyorum
“Ne kadar tenezzül etmiş
Ne kadar anlaşılır ve kolay ifadeler” diyorum
Sonra Nuh’un kavmine geçiyor
Kavminin O’na neler çektirdiğinden bahsediyor
Ve Nuh Tufanı’nı anlatıyor
İster istemez
“Konudan konuya atlamıyor mu?”
diye düşünüyorum
Birden o da ne?
Yeni bir ayet
‘Kur’an’ı çok kolaylaştırdık bir öğüt olarak
Fakat ibret alan mı var’
Bu benim
“Ne kadar kolay” diyen benim
“Sonra daldan dala atlamıyor mu?” diyen
Daldan dala atlamasaydı
Benim kafamdaki bu soruya da
Olumlayarak cevap vermiş olmazdı ki
İrkildim
Etrafıma bakındım
Suçlu suçlu
Ne düşündüğümü
Nerden bilmişti ki?
Güldüm sonra
Aptallığıma
O, Allah’tı
Elbette her seyi bilirdi, duyardı
Gizlediğimizi, açıkladığımızı
İçimden geçirdiklerime de hakim olmalıyım diye düşündüm
Utandım
Çok utandım
Yine O’nun ayetleri ile yalvardım O’na
“Rabbenâ lâ tuâhiznâ innesîna ev ahta’nâ”
“Rabbimiz bizi açıkladıklarımızdan ya da içimizden geçirdiklerimizden dolayı sorumlu tutma”
Değmişti
İnsanlardan azıcık uzaklaştığıma
Yine O’nun kapısını çaldığıma
Hiç mahcub etmedi beni
Hiç yüzüme vurmadı
Ayrı kaldığımız günleri
Sarıp sarmalayıverdi hemen
Rabbimm!
İyi ki varsın…
Ne verebildim insanlığa? Kin ve nefretten başka ne ekebildim gönül tarlama? Ölene kadar nadasa bıraktım sinemi. Dikenli otlardan başka ne yetişti insanları sevmek için uzanan ellerimde? Ne bir ceylanın ürkek bakışlarını yakalayabildim hayatımda, ne de uzak şehir ışıklarının fersiz, korkak tayflarını. Ne bir hikayem oldu kendisine öyküneceğim ne de sağlıklı bir münasebet, övüneceğim. Üç Aynalı Kırk Oda’da buldum sonra kendimi. Yalnızca yüzümdeki soğukluğu fark edebildim: Varlığa, kendime ve sevgiye olan soğukluğumu. Ve ben darağacındaki ilmiğe konan beyaz güvercin gibi kollarındaydım sokakların, panayırların. Adımlarımda gelecek korkusu, mazi tecrübesi yoktu. Ecelim beni bekliyordu her köşe başında, ama ben onu hiç beklemiyordum bu genç yaşımda. Denizler nefret kustu sahillere, gemiler yosun tuttu… Ne anlayanı vardı denizin halinden ne de gemiyle ummanlara açılan yolcusu vardı çorak sahilinden.Yıllarımın debisi bir yükseldi, bir azaldı hayat ırmağımda. Ama içimde hep bir savaş vardı. Geçmek bilmiyordu zaman. Korkuyordum herşeyden: Bulutlar hışımla yürüyordu insanların üstüne. Nefretle boşaltıyordu içini başlarına. Bütün bunların üstüne ben, insan olmanın şuurunu, tarihin hangi karanlık izbesinde yitirdiğimizi soramadım sokaklara, metropollere. Sinemi açamadım tüm güzelliklere. Sevmeyi öğrenemedim: Kin, boy attı, horon tepti gayzla damarlarımda. Oysa ben isterdim ki kalemim yazsın tüm insanlığı. Beyaz sayfalarımda şekillensin her fert tatlı bir heyula gibi. Hayaller, gök renkli denizlerde bir sandal olsun altımda, götürsün beni bir çocuk gibi kucağına alarak, Afrika ormanlarındaki sıcak cehennemden, buzullardaki soğuk cehenneme. Dehşeti, damarlarımda hissedeyim bir ceylan kalbiyle. Ürperti kovalasın beni. Ben içimdeki ürpertiyle koşayım ılık okyanus sahillerine, munis Istırancalar’a. İsterdim ki bir balkon rahatlığında uzatayım başımı caddeye. Gururum, kör bir araba tekerinin altında kalsın körpe bir çocuk yerine. Bir çıkabilsem caddeye… İnsanlara hiç duymadıkları şeyleri söyleyebilsem diyorum. Sevginin yüceliğini anlatabilsem bodur kin ağaçlarına, deve dikenlerine… Haykırabilsem bir sevgi fedaisi gibi tüm insanlığa, önlerindeki menfa cehennemini.Ve ben bu günaşırı duygularla volta atarken hayal koridorlarında, güneşsiz mahpushane çocuklarının, metruk sevgili eşlerinin acı feryatları örümcek bağlıyordu sıcak yuvamın kolonlarında.
Hava nasıl da soğuk. Adeta yapıştığım elektrikli sobanın kızgın rezistansı yüzümü kızıla boyarken sırtım soğuktan ürperiyor. Bu sefer sırtımı dönüyorum sobaya, biraz sonra da üşüyen ellerimi hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Sıcak hava daha yere inemeden aşağıdaki boş dükkânın ayazı karşılayıp geri püskürtüyor.
Son seviyede yanan elektrikli soba epey sonra odanın soğuğunu biraz olsun kırıyor. Dışarıdan gelen neşeli seslere daha fazla kayıtsız kalamıyor ve üstüme kalın hırkamı geçirdiğim gibi pencereye koşuyorum. Daha pencereyi açmadan döne döne inen kar taneleri gözüme çarpıyor.
Sokak her yaştan çocuk ve insan dolu. Çocukların sevinç çığlıklarına büyüklerin neşeli kahkahaları eşlik ediyor.
Uzun zamandır beklenen kar nihayet yağdı. Sokaklarda elleri havaya açılmış düşen karları yakalamaya çalışan çocuklar, daha yere düşmeden topluyor onları. Arabaların üzerinde birikmeye başlayan karlar, kartopuna dönüşüp komşu teyzelerin sırtında parçalanarak dağılıyor. Bu saatlerde her zaman ıssız olan sokak neşeli insanlarla dolu.
Bu hızla yağmaya devam ederse yerler de bir süre sonra kar tutar.
Neşeli insanların neşesi bana da sirayet ediyor kısa zamanda. Seyrederken eşlik edecek bir dost lazım. Mutfağa koşup kaynamakta olan zencefilli yeşil çaydan kocaman bir fincana doldurup içine bir dilim de limon atıyorum.
Pencereye yeniden döndüğüm zaman sırtımdaki yün hırkam sırtımı, iki avucumun arasına aldığım limonlu yeşil çayım ellerimi ısıtıyor.
Ah nasıl da mutlu oldum çocukların koşuşmalarını seyredip çığlıklarını dinlerken. Aşağı inip aralarına katılmamak için kendimle mücadele halindeyim.
İçimdeki çocuğu tutamadım. Kaçtı…
Aşağıya değil ama taa seneler öncesine…
***
Bir sömestir tatilinde köydeyiz. Babaannemin yokuşun başındaki evin etrafı insan dolu. Hummalı bir hazırlık var. Biraz sonra komşulardan biri tahta merdivenle koşup geliyor. Yokuşun başında yere bırakıyor. Heyecanla bekleyen kalabalık koşuşarak merdivenin basamaklarında yer kapıyor. Ben annemle halamın arasında bir yere oturuyorum. En önde her zaman ciddi görmeye alıştığımız Sabiha öğretmen ve oğlu Murat bile var. Daha kimler yok ki upuzun merdivenin üzerinde. Küçük amcamın, kısa boyundan dolayı “gıbıdık bacaklı Arife” diye kızdırdığı komşu teyze. “Pates kızı” dedikleri Fatma teyze. İki ev ötedeki uzaktan akrabamız Gülizar Hala, Aniş Teyze, Hanife Yenge…
Mahallenin tüm genç kadınları ve kızları, arada da şehirden geldiğimiz için imtiyazlı olan ben ve Sabiha ile Kazım öğretmenin oğlu Murat. Başka çocuklar binemiyor şimdilik bu geleneksel kızağa.
Arkadan birinin hızla ittiği kızağımız aşağı doğru çığlıklar eşliğinde kaymaya başlıyor. Üzeri salkım saçak insanlarla dolan tahta merdivenden oluşan kızağımız, bir tren vagonu gibi harekete geçiyor. Hızlanıyor hızlanıyor… Midemde uçuşan kelebeklerle beraber ta okul bahçesinin duvarına kadar hızla kayıp, duvarın önüne midemdeki kelebeklerle konuyoruz.
Şimdi sıra diğer bekleyenlerde. Bir sefer daha biniyorum kızağa. Bu sefer çocuklarla beraber.
Mahallenin kadınları Sabiha öğretmenin evine doğru yol alırken biz çocuklar kızaran burunlarımız, buz gibi ellerimizle oynamaya devam ediyoruz. İki amcam karları küreyerek bahçenin yolunu temizliyorlar. Yolun bir tarafında bizim boyumuzu aşan bir kar tepeciği yükseliyor kısa sürede. Öğretmenin oğlu Murat’la karlara yatarak izimizi çıkarıyor, ellerimizi ayaklarımızı yelpaze gibi aşağı yukarı sallayarak kelebek yapmaya çalışıyoruz.
Küçük amcam gülerek geliyor. Daha derin iz çıkarmak ister misiniz?
Sevinçle zıplayan beni, büyük amcamla beraber iki omuzumdan tuttukları gibi kara gömüyorlar. Boğazıma kadar gömüldüğüm karların içinde ağzıma gözüme dolan karlardan fırsat bulabildiğim kadarıyla sesimin son gücüyle bağırmaya başlıyorum.
Amcalarımın kahkahalarına benim çığlıklarım karışırken büyük ebem dışarı fırlıyor. Beni tuttuğu gibi gömülü olduğum karlardan çıkarırken, amcamları azarlayarak kovalıyor.
Kucağında içimi çekerken beraberce içeri giriyoruz. Sobanın üzerinde kaynayan nane çayından koca göbekli, kulplu, alüminyum bir tasa doldurup uzatıyor. Dokunduğum bardak elimi yakınca geri çekip ağlamaya devam ediyorum. Ağlamaktan ve soğuktan akan burnumu siliyor büyük ebem. Sonra ellerimi iki avucu arasına alarak hohlamaya başlıyor. Onun sıcacık ellerinin arasında ki ellerimin sızısı diniyor. Gözyaşlarım kuruyor.
Büyük ebem yani dedemin annesi Fadime babaannem gülen gözlerini çevreleyen buruşuk yanakları, mavi boncuk oyalı beyaz yemenisi ile çevrili başını iyice yaklaştırıyor yüzüme. Islak bir öpücük konduruyor soğuktan sızlayan yanaklarıma. Yüzümü buruşturarak kolumun yeni ile yanaklarımı silmeme kahkaha ile cevap veriyor, sonra biraz soğumuş olan nane çayını ellerime tutuşturuyor yeniden.
***
Elimdeki fincandan ebemin nane çayının kokusu geliyor burnuma.
Bir el hırkamın eteğini çekiştiriyor sanki. Avuçlarımda fincanım, yüzümü aşağı çevirip bakıyorum. Bu mahzunca çatılmış kaşların altındaki masum yüz, çok tanıdık ama çıkaramıyorum bir anda.
Kim ki bu?
Bu… Bu… Ekrem bebek bu.
Daha önceki gün annesini, adliye koridorunda dört yaşındaki ablası Zülal’e yaslanarak bekleyen bir buçuk yaşındaki Ekrem bebek. Annesi İlayda öğretmen ile beraber tutuklanıp karantina hücresine kapatılan Ekrem bebek.
Daha onların acısına yanarken hemen ertesi gün, dokuz aylık Saime bebek, annesi Yasemin hemşire ile tutuklanıp karantina hücresine kapatıldı.
Ekrem bebeğin babası zaten uzun süredir cezaevindeydi. Saime bebeğin babası ise annesi ile beraber tutuklandı.
Evet ya bebekler anneleri ile beraber tutuklanıyor artık memleketimde. Onlara da mahkum karnesi düzenleniyor.
Gül yüzlü çocuklar kar ve tatil anıları değil, adliye, karakol, nezarethane, hapishane anıları biriktiriyor artık.
***
Dışarıdaki neşeli sesleri duymamak için penceremi kapatıyorum. Elektrik sobasının fişini çekip elimden tutan Ekrem bebek ile beraber karantina hücresine giriyorum. Anne İlayda Zülal’i kucağına almış, eğdiği başından gözleri görünmüyor ama damlalar iniyor Zülalin saçlarının arasına.
Ah kardeşim İlayda’m! Sarılabilsem sana, silsem gözyaşlarını. Ekrem bebeğini kucağımda uyutsam, Zülalin eline kakaolu bir fincan süt tutuştursam. Günlerdir yorgunluktan, acıdan biten bedenini dinlendirmen için bir yatak sersem. Bu paçavraya dönüşmüş kirli battaniyeyi atıp hanımeli kokulu nevresimler sersem. Uyanınca mis kokulu bir bardak çayla karşılasam. Ellerinden tutup Ekrem bebek ve Zülalin oturduğu kahvaltı sofrasına götürsem.
Sonra çıksak en yakın parka. Kardan adam yaparken kartopu atsak etrafta koşuşan çocuklara. Üşüyen ellerinizi ellerimin arasına alsam hohlayarak ısıtsam büyük ebem gibi. Eve dönüp aynı o mis kokulu nane çayından yapıp içine bir dilim limon bıraksam.
Evinize gitsek beraber…
Ah!… Eviniz kaldı mı ki? Baban nicedir tutsak zaten annen işsiz. Nasıl dönecek o ev? Ananede mi kalıyordunuz yoksa babaannende mi?
***
Ah Saime bebek sizin kaldı mı bir eviniz yuvanız? Zira zalim muktedirlerin yıkıp viran ettiği evler o kadar çok ki.
Nereye koyacak anneciğin o başındaki kocaman kurdeleli tacını? Ya da kucağındaki minik mandolinini?
Baban nasıl öpecek o minik göz kapaklarını?
O sağı beton, solu beton, altı beton, üstü beton mezara benzeyen karantina hücresinde nasıl ısıtabilecek anneciğin seni? Battaniye verecekler mi?
Akşam yemeğinde ne yiyeceksin? Mercimek mi yoksa yağları donmuş patates yemeği mi?
Meyve püresini nasıl yapacak anneciğin?
Ah!… Saime bebek yaktın yüreğimi…
Ah!… Ekrem bebek dağladın ciğerimi…
Ah kuzum! Zülal’im nasıl kurtarsam seni?
Ülkemde bebekler beton mezarlara canlı canlı gömülüyor.
Solduruluyor gül yüzleri… Susturuluyor şarkıları… Ağızlarına tıkanıyor şen kahkaları…
Elinden tuttuğu annesiyle beraber, jandarmalara, polislere hüzün ve korkuyla bakıyor bebecikler.
Savcılar, hakimler memleketimde çocukları tutukluyor ey insanlar!
***
Ey kudretli Savcı Bey! Ey azametli Hakim Bey! Biricik kızının yanaklarından öptükten sonra battaniyesini sıkı sıkı yanlarından bastır. Soğuk değmesin o minik bedenine.
Derin uykuda rüya görürken, kelebek kanadı gibi titreşen gözkapaklarına, bir yana doğru hafifçe çekilip gülümseyen gül goncası dudaklarına iyi bak.
İyi seyret o gül yüzlü meleğini, zira gün gelecek o yavrun senden utanacak.
Babasının bir bebeği tutukladığını öğrenen evladın, arkadaşlarının yüzüne bakamayacak.
Hemen değil ama bir gün, o minik yavrun da büyüyecek ve anne olacak. İşte o zaman kendi evladını uykuda seyrederken sen aklına gelince, o beton mezarlara gömdüğün bebekleri hatırlayıp senden nefret edecek.
Kendi evladına bari yapma bunu…
Başkasının evladına acımazsan, bari kendi evladına acı…
Dinlediği masala* giren kaç çocuk
Var mıdır dünyada söyle tosunum
Altın kanadın mirasına
Konan var mı söyle tosunum
Sen ellerin ,sen ellerin , ellerin çiçek
Ben masal yazmıştım , ellerin gerçek
Var mıydı dünyadan kuş gibi uçmak
Bir ömür kalsaydın keşke tosunum
Yazarken henüz ,doğmamıştın sen
Tosun dede sade ,bir hayal idi
Gökten gelen o yeşil küre
Ve altın kanat , bir dal idi
Sen ellerin ,sen ellerin ,ellerin çiçek
Ben masal yazmıştım , ellerin gerçek
Var mıydı dünyadan kuş gibi uçmak
Bir ömür kalsaydın keşke tosunum
Gökhan Bozkuş
*Ahmet Burhan Ataç’a okuduğum Tosun Dede masallarına o cennet kuşu olup gittikten sonra kendisi de giriverdi. Şimdi o masallarda Selmanlar , Furkanlar Tosun Dedeleri ile beraber yardıma muhtaç insanlara koşuyorlar hep beraber.
————————
Geceyi dönerken saat sen yoksun.
Gündüze karlı dağın eteğinde seninle uyanmak vardı,
Ben odun atarken sobaya sen hazırlardın kahvaltıyı,
Beraber yerdik, yazdan hazır olan balı, reçeli, peyniri…
Belki sonra kardan adam yapardık beraber
Burnuna havuç,gözüne zeytin koyardık.
Hep seninle olmak mutluluk verirdi bana
Şimdi yüzüm tavana bakıyor etrafta ne ses nede soba…
Bir ses var oda ranzanın gıcırtısı…
Dört duvarın içli sesi…. Üşüyorum her yer soğuk,
Ama ölmüyorum sen gittin gideli hep bu anı yaşıyorum. Neyse kalsın karlı dağın eteğindeki kar
Şimdi etraf karanlık ve soğuk Belki gün bugündür göçerim buralardan
O zaman konuşuruz karşılıklı uzun uzun….
Dışarıdan sızan ışığın aydınlattığı koca bir koğuş, hatta yan yana dört koğuş. Evet nasıl anlamlandırmak istersen bu karanlığı öyle bir yer işte. İlk karşısında durduğumda usulca eşime yaklaşıp kimler var içeride? Bizi de oraya mı koyacaklar? Parmaklıklara yığılan bu insanlar neden orada? Gibi sorular sormuş ve “Sanırım şimdi korkuyorum” demiştim. Eşim gayet sakin haliyle rutin işlemler için bekleme salonu dedi. Rutin işlemler için bekleme salonu mu? Nasıl bir salondu burası yahu diyecektim ki “Kontrol bitti ilerleyin” dendi.
Allah’ım neresi burası diye diye içeri adımımızı attık. İçerisi göründüğünden çok daha geniş ve çok daha kalabalıktı. Hayretim bir kat daha büyümüştü. Etrafa bakınmaya başladık. Her yer doluydu. Tüm ranzalar altlı üstlü doluydu. Kadınlara karşı ayrı bir özen vardı. Kadınlar için bulundukları ranzaların etrafına örtüler çekilmişti. Hayretim bir adım daha büyüdü bu manzara karşısında. Bu bekleme salonu pek bir nazik kimseciklerle doluydu anlaşılan. Şaşkınlığım geçmeden sizi şöyle alalım daveti geldi. Allah Allah davetin kibarlığı mekanın kasvetini dağıtmıştı bir anda. Arka taraflarda bir ranzanın alt katı ayrılmıştı bizim için. Üç kişilik yatak yapılmıştı o salonun kendine has eşyalarıyla. Normal vakitte olsa kirli diye yanına yaklaşmazdım belki de. Ah! çok utandım bu düşüncemden. İrkildim birden. Heyhat, sen dün gece dokuz saat yol yürüdün. Sırtına kâh çanta aldın kâh uyuklayan yavrunu bağladın. Sabaha karşı bir okulun sandalyesinde uyukladın. İnsanlar senden pek ürkmüşlerdi. Garip gelmiştin onlara. İşte onlar da sana sabah öyle bakmışlardı ya. Sen kimsin be hey zavallı… Şimdi seni süzgeçten geçirenin bekleme salonuna laf ediyorsun. Bu utanç, etrafımda olanları unutturdu bana. Eşimin ve oğlumun etrafıyla kaynaşıp sohbet eder halleri iyice bekleme salonunda olduğumuza ikna etmişti beni. Bu salon çok ilginç bir yerdi. Kimi birkaç saat bekliyor, kimi gün sayıyor, kimi de aylara talim ediyordu. Bir çok özelliği vardı. Bu özelliklerinden biri de; yeni gelen, salonun şartlarına uygun en ala haliyle karşılanıyordu. Diğer özelliği ise gidecek kişinin talim terbiyesini bir önceki almış oluyordu. Yanlış anlaşılmasın ders olarak verilmiyordu bu haller. Aksine sadece gönülden akıp geliyor, diğerinin gönlünde makes buluyordu. Bu salonun bir özelliği de her türlü meslekten insanları barındırmasıydı. Belki en ilginç özelliğidir bu. Doktor desen var, hakim desen var, öğretmen deme hiç, ne yana dönsen var. Her meslek sahibinin yanına bir öğretmen verilmiş gibi adeta. Ne kadar ilginç bir salon değil mi? Eğitimli bu kadar insan korku saçan bir salonda bekliyor. Korkutması içine girene kadar aslında. İçeri girince rahmet esintisi sarıyor her yanı. Ama bunu anlamak için soluklanmak lazım önce. Bu canım salon bir gecede bize yolunu yordamını öğretti o koca kalabalıkla. Ve sabahın ilk ışıkları ile koca koğuş boşaldı. Sanki bizi karşılamak için ordaymışlar gibiydi. Bir biz kaldık bir de bizimle yola revan olan yol arkadaşlarımız. İki aile kalakaldık. Dün öğrenmiştik madem buranın usulünü, o zaman bugün sahibi idik. Başladık temizlik yapmaya. Gidenlerden kalan battaniyeleri katladık. Her ranzayı yeni gelecekler için hazır ettik. İçerisi düzenli ve temizdi şimdi. Kapı açıldı, bir görevli girdi içeri. Etrafa bakındı. Şaşırdı, bir süre sonra ‘’KALİMERA’’ dedi. Şaşkınlık sırası bizdeydi. Ne dedi? Ne demek istedi? Biz bu yere pek yabancıyız. Dillerini bilmiyoruz daha.Yanlış mı duyduk diye birbirmize bakarken “Good morning” dedi. Anladık artık yok olmaya yüz tutmuş ingilizcemiz ile. Sonrası artık vücut diliyle anlaşma yoluydu. Yan koğuşa geçeceğimizi söyledi. Gördük ki anlaşmak için dil gerekmiyordu. Hal dili daha anlaşılır daha kucaklayıcıydı. Geçtik yandaki bekleme salonuna. Edep erkan yine aynı düstur üzerineydi. Hoş karşılanıp hoş ağırlandık. Dün geceden sonra pek kolay alıştık. Küçük oğlumuz oyun parkına gelmiş gibiydi. Yaşıtları ve biraz daha büyük on iki çocukla üst ranzayı seyir tepesi yaptılar. Hayret edilecek kadar kısa sürede oldu bu. Karşıda dilini bilmedikleri çizgi filmlerin yer aldığı televizyonu izlemek nasıl keyif veriyordu masumlarımıza. Bekleme salonunda bulunan herkes bir şekilde nasibini tatlı tatlı alıyordu. Buranın en güzel ikramı pet şişelerden yapılan çaydanlıklarımızdan içtiğimiz çayımızdı. Alışkanlık işte, çaysız yapamıyoruz. Dört tane pet şişemiz vardı. Bir arkadaşımızda da sallama çay. Sıcak suyu da bu salonun bekçilerinden istedik. O kadar masum varken su pek lazım oluyordu. Kalan suyu pet şişelere doldurup ikisine çay atıyorduk. Ve bunları ninesinin torunu için dokuduğu battaniyede pişiriyorduk. Evet pişiriyorduk. Çünkü tam olarak masumun battaniyesi ocağımız olmuştu. Yeniden sıcak su gelene kadar dem alıyordu çaylarımız. Böylece çay tiryakisi olduğumuzu bir kere daha ispatlamıştık. Çay sohbetlerimiz de, sofralarımız da pek meşhurdur bizlerin. Otomattan alınan malzemeler ile hazırdı işte. Şimdi beyler için ranzanın üst makamı çay meclisi olabilirdi. Hanımlar için biraz daha özenli olan bir mekan hazırladık. Ee kadın bu, her yerde keyfine pek düşkün. Çay saati herkes için derlenme toparlanma saati oluyordu sanki. Herkese birer bardak düşüyordu belki ama o bir bardak pek bereketli ve çok lezzetliydi. Çocukların akşam karanlığına rağmen koridordan sızan ışıkla yetinmesi bile pek şaşılacak işti. Buna rağmen çay meclisi kuran divanelerdik işte. Aslında bizler pek karanlık görmüyorduk orayı. Biz gece de olsa gündüz de olsa hep yemyeşil bir bahçede hissettik kendimizi. Zeytinyağlı yemeklerimizden bahsettik. Bahçe işlerimizden sözler ettik. Ve sohbetlerimiz çıkış için yapılan çağrılarla devam etti. Familie Hekim, familie… gibi bulunan herkesin çıkışını anlatan bu davetti konumuz. İnsan zindanda iken nasıl bunları düşünebilir ki? Nasıl karanlıktan zevk alabilirdi? Nasıl derdi, aslında baharı tadıyoruz kışa yüz tutmuş şu günlerde? Akıl ile bakınca bir kere daha hayretler içinde kalıyoruz. Akıl yürütmekten vazgeçip usulünce kalmak elzemdi anlaşılan. Bu halde geçen zamanı kaydetmesek bilemezdik koca dokuz günü devirdiğimizi. Ama gönle sorsan belki dokuz saat diyecekti. Ah şu yazmak arzusu yok mu! Orada da rahat durmayıp kayıt altına aldırmış satır satır salonu. Ve not düşülmüş satırlara: “Bu salonun sırrı kainat kitabını okumaktan geçiyor.” Altı yüz sahifelik kitabı bitirmek kolay iş değil ama pervane gibi topluyor bekleyenleri etrafına. Aralarında paylayıp okuyorlar. Sonra hep birlikte âminler ile bitiriyorlar. Bayram yeri midir yoksa burası? Tam bir karmaşa, aslına bakınca. Hangisi aslıydı? Benim içeride hayretimi gün gün büyüttüğüm manzara mı? Parmaklıkların dışından içeriye bakan görevlinin gördüğü mü? Hangisi hakikatti? Birimiz hayal aleminde olmalıydık. Fakat burası hayal olamayacak kadar anlamlıydı.
Derya Hekim
Çilesiz acemi nefis kendine
Mecnunum der amma çölden habersiz
Sevdalıyım deyip durur amma
Bülbülden, dikenden gülden habersiz..!
*
Aşıkın ateşi ciğerin yakar
Her bir inlemesi yerleri sarsar
Nefis ise yalnız türküsün söyler
Güfteden besteden telden habersiz.
Ücret zamanında döner tekeri
Allah içiñ yoktur hiçbir seferi
Benim aciz nefsim güya aşk eri
Gözleri yağmurdan selden habersiz !
**
Alem başkadır söz başka saz başka
Sevgisiz gidilmez hakiki aşka
Ah be nefis azcık tatsaydın keşke
Benim nefsim kalden halden habersiz !
*
Yansın kül olsun şu nefis hepten
Hiç olan kurtulur ten den bedenden
Hazdan tattan heva heves lezzetten
Nefis gerçek taddan baldan habersiz..!
**
Leyladan Mevlaya geçseydi eğer
Aşkın kaynağından içseydi eğer
Biçilmezdi nefse o zaman değer
Nefisse Mevladan kuldan habersiz..
Az söze yüklersen fazlaca mana
Remzi anılırsın aşkla yan yana
Derdini sükutla anlat Canana
Lakin nefis arz-ı halden habersiz…!
Mehmet Remzî
Sen terket masivayı virdin Allah olsun her an
Burası zindan giren Yusuf olur çıkan sultan.
Dertsizlik en büyük derttir anlayabilene
Yalvar Rabbe,burası Medreseyi Yusufiye
Anlaki terkedecek seni ne varsa dünyalık
Buldun ise Allahı zindan sana bir krallık.
Gördün onca ömür geldi geçti sanki bir anlık
Birgün seni de saracak kabirdeki karanlık.
İhlas ile ulaşılır Mevlanın rızasına,
En kıymetli elbisendir takva,Allah yolunda.
Durma yalvar Allaha daim havf ve reca ile,
Aydınlanır gecen, yetrki hep Onu hecele
Hububat dükkanından geldik.
Gözlerde katarak, köşeler örümcek olmuş.
Ahkâm kesmiş sabah akşamı efkârlı.
Bir hapishane duvarın yaşlanmış 8 köşe kasketi.
Çömelmiş, şalvarının peyiği taaa yerde.
En az 20 yıllık tabaka sağ elinde…
Kurumuş dudakların ucuyla, kağıda dokunsa da,
Kapanmaz tütün, çünki evladı koca koca tel örgünün arkasında.
Bekler yılların yükü omzunda…
Kanserden habersiz son yolculuğun da
Asıllığı var O siyah şalvarın da
ve der ki ey savcı buni okuttuk ki bizim gibi olamasın ne etmiş ki size…. terör yazarsınız nüshasında…
Hanımı çoktan rahmetli olmuş,
Kızları peşinde pervane,
O bir baba…
Emharın dedi emharın….
Evladımın çocukları hastahanede….
Senelerin çilesi devleti,dağı,şerefsizi…
Vardı hastahaneye hepsi yaralı, çocuklardan tek bir ses babam nerde!!!!
Eğildi bir buse kondurdu tütün kokan çekti ile…
Döndü, en büyük torununa oğul ben böyle bir zulüm görmedim ….
Çağır Hasanı da gidelim ikindi kaçmasın…
Ağlama duvarına dönen hastahane betonları,
Ağrıdan inim inim inleyen sedyeler,
Dedem bir koltukta ben bir koltukta,
Uyku,acı ,rüya,göz yaşı an be an orda.
Sen gittin gideli acının da tadı kalmadı.
Sen varken bir tütün dumanına uçup giderdi her şey…
Ama sen şimdi yoksun….rüyam sen, bildiğim sensin…
Son sözlerini unutmayacağım dede….
“oğul ben zalimden yana olmadım bu sınavı da atlattım çok şükür. “
Kader işte biz doğduğumuz da hayatının en mutlu günü diye sevinen dedem 30 ocak gecesi vefat etti.
Doğum tarihimiz ise 31 ocak……
(İKİZLER)