Tutsaklar Ülkesinden Mektuplar-1/D.Derin

Sevgili Kardeşim,
Geçen gönderdiğim Gökhan Bozkuş’un yazısını okumuşsundur.Şimdiyse ben yaşadığımız ifritten zamanlara ithafen yazıyorum.Benim şansım senin nerede olduğunu bilip hasretimi bir nebze olsun giderebilmem. Edebiyatta klasiktir susarken konuştuklarımızı anlatmak. Benim susarken konuşabildiğim nadir insanlardansın. Seninle eskisi gibi dertleşmesek de varlığını bilmek ayrı bir umut oluyor yıkılmış küçük dünyamda. Önceleri kendi yalnızlığımı sana anlatmaya çalışırdım. Hani dersin ya şu dünyada sadece sana anlatabilirim diye. Ben de bilirdim derinden sadece sen anlardın çünkü.
Artık anlatılmıyormuş bunu anladım. Kendine bile anlatamıyormuş insan yalnızlığın kaderi olduğunu…
Yaşamaksa her şeye rağmen “hamdolsun” diyebilmekmiş. Zaman diğer yarımızı aldı senden benden. Sonrada götürdüğü çok şey oldu bizden. Bugünlerde sustuklarımızın arkasına saklanıyoruz. Dua ederek yaklaşıyoruz bir gün daha sevdiklerimize. Gelecekte kavuşur muyuz bilmem ama. Bazı kavuşmalarımız mahşere kaldı. Bu zamanlarda yapabildiğim en güzel şey zamanı akışına bırakıp sessiz ağlamak. Sessiz ağlamak da nedir deme ağlamadan tekrar yutkunmakmış. Bilmiyorum sende akıtır mısın gözpınarlarından bir iki damla ? Yoksa kurutur musun pınarları. Faruk Nafız’ın çoban çeşmesi olup o zaman akmak ister kalbim …

Ben de ölümü düşünürüm artık. Bir sevdayı geride bırakmayı.. Meçhule giden o geminin ne zaman yolcusu oluruz bilinmez. Uyuyamıyorum ağlayamıyorum kalbim hızlı atıyor hepsinin sebebini bilsemde artık çare bile aramak gelmiyor içimden. Bazen Her şey çok güzel olacak Ekrem abi diyen çocuğun ümidi beliriyor içimde. Sahi her şey çok güzel olacak mı? Bir gün güneş bizim özgürlüğümüz içinde doğacak mı? Hayalleri mevkuf olan biri olarak bunları susarak anlatmak istedim.
BEN SADECE ÖZLEDİM.

Özlediklerim yutkunduklarım kadar …

KAHRAMAN NUMAN’A SELÂM / Süleyman Halidoğlu

Gökler ötesine mahzun bir selâm
İntihar yakışmaz bu yaşa Numan
Ağzından yel alsın, o nasıl kelam
Yılmak yok, ölmek yok, çok yaşa Numan

Yediden yetmişe çok zor bu mihmet
RABBİM’den her daim, ikram, inayet
Annen baban birgün gelecek elbet
El ele, kalp kalbe, baş başa Numan

Kar, borana esir düşmez baharım
Söyle, hangi nimet kalmış ki yarım?
Sen üzülme, ben her zaman kızarım
Akrebe, yılana, kör kışa Numan

Çok masum yitirdik kalplerde hicran
ALLAH’IM, sağ salim büyüsün Numan
Kurban olsun bin çağlayan, bin umman
Gözünden dökülen tek yaşa Numan

Süleyman Halidoğlu
26-12-2020
Anderlekt-Bürüksel

Numan…

İnsan okuduklarına inanamıyor. İntihar etmeyi ne bilir bir masum, nasıl düşünür yaaa? O Masum Yavrucak böyle düşünür hale nasıl getirilir?

İlk Göz Ağrım / Alim Sariye

Uzun süredir okumak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” kitabını okumaya karar vermiştim. Masamda küçük bir tabakta Kırgızların meşhur siyah kuru üzümü ve duble bardakta Türk çayı. Ortam tamamen müsait. Kendimi olaylara ve mekanlara öylesine kaptırmışım ki, galiba bu kitabı bu gece bitiririm diye düşünüyorum. Bir taraftan da bizim çocuklar Monopoly oynamak için yere sofra serer gibi oyun platformunu sermişler, fakat oyun için bir elemanları eksik. Kendi kendime eyvah bunlar beni oyuna çağıracaklar diye düşünürken;
—Baba bu oyunu oynayabilmemiz için bir kişiye daha ihtiyacımız var, bizimle oynar mısın? dediler. Ben bu oyunu bilmiyorum ki dediysem de fayda etmedi, biz sana öğretiriz diyerek bana yer açtılar. Neyse oyuna başladık fakat bir müddet sonra onlar arayı açmaya başladılar. Peki birinci olan ne kazanacak? diye sorduğumda, birinci olan birşey kazanmayacak fakat kim sonuncu olursa, yarın kahvaltıyı o hazırlayacak. Maksat hasıl olmuştu. Belli ki kahvaltıyı ben hazırlayacaktım.
Vakit epey geç olmuş. Horozlar sabah namazı için ötmeye başlamışlar bile. Gözlerim satır aralarında bir kapanıyor bir açılıyor. Bir taraftan yabancı dil için aldığımız derslerin tekrarını yaptım, sabah namazı, tesbihat derken güneşin ilk ışıkları flamboyant ağaçlarının kıpkırmızı çiçeklerinde yansımasıyla oluşan muhteşem manzara eşliğinde kahvaltı hazırlıklarına başladım. Patatesleri kaynattım ve incecik kabuklarını soyarak kare şeklinde parçalara böldüm, kavrulmuş soğanlara toz biber, salça, tuz ve değişik baharatlar ekleyerek kızgın ateşte harmanladım. Ocağın üstünde fokurdayan demliği demledim. Peynir, zeytin, reçel, yumurta derken mütevazi bir kahvaltı masası hazırladım. İşin en zor kısmı, ev ahalisini kaldırıp kahvaltı masasına oturtmak. Allahtan beni fazla uğraştırmadılar.
Kahvaltı sırasında sosyal medya haberlerini takip ederken, değerli bir kardeşimin deklanşöründen yansıyan, köyümüzün resimleri arasında yukarıda paylaştığım fotoğrafı görünce: Ah ilk göz ağrım dedim. Yıllar seni ne kadar yıpratmış. Nasıl da meydan okumuşsun yalnızlığa ve kimsesizliğe. Karaahmet Köyü İlköğretim Okulu. Bahçesinde cıvıl cıvıl talebelerin koşturduğu günler geldi aklıma. Kavuniçi rengin ve bembeyaz çerçeveli pencerelerinle her çocuğun ilk göz ağrısı olmuştun.
Seni en son 2004 yılının Ağustosunda, yani 17 sene önce görmüştüm. Kalbimin atışlarını bastıra bastıra gelmiştim sana. Beni hatırladın mı? diye sorduğumda, hiç cevap vermemiştin bana. Ben de gözlerimi kapatmış, belki arkadaşlarımın seslerini duyarım diye dakikalarca beklemiştim ama duyduğum tek ses, sessizliğin sesi ve kulaklarımda uğuldayan rüzgarın sesiydi. Hiç kimse yoktu. Ne talebeler, ne Azmi hoca, ne Mehmet hoca, ne de Binnaz hoca. Sadece ben ve benim gibi harabeye dünmüş sen vardın. Camlar sökülmüş, badanalar dökülmüş, pencere yerlerine tenekeler çakılmış. Sınıflarda ot ve saman yığınları. Taşımalı eğitime geçildikten sonra, Anadoludaki birçok okul gibi senin kaderine de yapayalnız kalmak düşmüştü. Bilmemki daha kaç sene dayanabileceksin?
Yıllar önce, bir bahar akşamı Azmi hocam ve arkadaşları babamı ziyarete gelmişlerdi. Ben henüz okula başlamadığım halde harfleri öğrenmiş, adımı ve soyadımı yazabiliyordum. Onlar çaylarını içerlerken ben bir kağıt üzerine bazı şeyler yazarak kendisine verdim. Bana; aferin, kimden öğrendin bunları? Yarın hemen okula gel tatile kadar dersleri takip et dedi. Ertesi gün okula gittim ve tatile kadar epey birşeyler öğrendim. Heyecanla okula başlayacağım günleri iple çekmeye başladım. Babam önlüğümü, çantamı ve kalemlerimi almıştı. Neyse yaz tatili bitti ve benim okul kaydımı da yaptırdılar. O zamanlar simsiyah önlüklerimiz vardı. Hatta okulun tahtası bile siyahtı ve biz “kara tahta” derdik. Tahtamız ve önlüklerimiz siyah olsa da, bütün öğrencilerin siması bembeyaz güvercinler gibi apaktı.
Yukarıdaki fotoğrafta solda gördüğünüz iki pencerenin olduğu yer dördüncü ve beşinci sınıflara aitti. Sağdaki üç pencereli kısım, birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların karma eğitimle okuduğu büyük sınıftı. Sınıfın ortasında büyük bir soba vardı. Kış aylarında nöbetçi öğrenci okula erken gider, sobayı yakar ve temizliğini yapardı. Ayrıca her gün sırayla poğaça yapılır ve öğrencilere dağıtılırdı.
Kışın aniden kar bastırır ve okulun yolu kapanırdı. Fakat büyüklerimiz hemen işe koyulur ve tahta küreklerle okula kadar patika yollar açılır, o daracık geçitten okula giderdik. Hiç unutmam bir gün ellerim o kadar üşümüştü ki, sınıfa girer girmez ağlamaya başladım ve hemen sobanın başına koştum. Meğer sobaya tutmamak gerekiyormuş ve Binnaz hocam ellerimi avuçlarının içinde üfleyerek ısıtmıştı. O kadar şefkatli ve yardımseverdi ki, babamla benim yalnız yaşadığımızı bildiği için, okulum bitene kadar her gün okul çıkışında yemek, pilav, salata türü şeyler hazırlar ve bunları babanla beraber yiyin derdi.
Mehmet hoca talebelerin başarısını artırmak için, birincilik, ikincilik ve üçüncülük madalyaları hazırlar, her gün kim hak ettiyse ona takar, her öğrenci o madalyanın birini takabilmek için var gücüyle çalışırdı. Azmi hocanın takdire şayan plan ve programları, başarıya giden yolda ve gelecekte üniversite ve mastır alanında hedefe ulaşmanın metodolojisini daha işin başından itibaren uygulamaya koymuş ender eğitimcilerden biriydi.
Bu harabeye dönmüş binadan nice öğretmenler, hukukçular, emniyet amirleri, başarılı iş adamları, mühendisler ve yazarlar çıktı. Bizler için bir gurur abidesi oldun. Sen yüzlerce talebeyi bağrına bastın. Ne olur boynunu bükme! mahzun olma.!
Görüyorsun ömür dediğin ne kadar kısa. Ölüm ne kadar yakın. İzleri mazide kaybolmuş hatıralar, zamanlar, mekanlar ne kadar uzak. Kaybettiğimiz nice dostlarımız var. Bunlara sen şahitsin. Bir daha kavuşmaya zaman yetmiyor. Aramızda sıra dağlar, okyanuslar var. İhtimal, bizim kavuşmamız için de zaman yetmeyecek..!

Alim Sariye

firdevs kanatlılar / Emin Osman Uygur

dün bir şiir yazdım Sebastian

zamana dairdi

içinde günler vardı

güneşi gitmiş günler

şirazesi kaçmış günler

dünde kalmıştı siyah gözleri

hüzün doluydu yüzleri

kurşun gibiydi sözleri

bir saat vardı salonda

17.25 i gösteriyordu ısrarla

bir saat de oturma odasında

saat yirmi iki sularında

takılıp kalmıştı milleri

ölüm sessizliği vardı

mazi bahçelerinde

çocukların ayaklarında prangalar

annelerin yüreğinde hafakanlar

vardı

instagramda bir resim

kim çizmiş bilemedim

belli ki içerden

fe’dhulî fî ibâdî

kafilesinden

belli ki yusuf gömleklilerden

selamun kavlen min rabbihim

sefinesinden

sonra twitter’a baktım Sebastian

bıraktım şiir yazmayı

mahallede yangın vardı

nasıl rahat olur insan

bahar yanıyordu çiçek çiçek

bir bahane kalmamıştı kimsede

ne gülecek ne de güldürecek

secde dedi biri uzaktan secde

şimdi tam zamanı işte

ey çare arayan derdine

al tüm dertlerini de git fecir yerine

dün bir şiir yazdım Sebastian

zamana dairdi

içinde günler vardı

pırıl pırıldı güneş

saatler işliyordu durmadan

gece yakamoz durağında idi

siluetler vardı ufukta

firdevs kanatlarıyla

Bardağı Taşıran Son Damla/Dr. Ekrem Yurtsever

Kızlarımla ders çalışırım zaman zaman.

Biri kimya mühendisliğinde okuyor.

Uzakta olmak engel olmuyor.

Bazen telefonda da anlatıyorlar bana derslerini.

Bardağı taşıran son damlayı anlattı bana bir keresinde heyecanla. Bardağın ‘silme’ değil de ‘tepeleme’ dolmasını.

Hani marketten aldığınız toz şekeri bir kaba doldurursunuz.

Bir bıçağın kenarı ile yüzeyi düzelttiğiniz zaman.

Boş dolar.

Fazla şeker dökülür.

İşte bu, ‘silme’ doldurmadır.

Koymaya devam edersiniz.

Küçük bir tepecik olur kabın üzerinde.

Artık kabınız iyice dolar.

Bir tane daha toz şeker almaz o kap.

Koyduğunuz son şeker tanesi

Sadece kendi dökülmez 

Yanına aldığı başka şeker taneleri ile beraber dökülür kaptan dışarı.

İşte buna bardağı taşıran son şeker tanesi denir.

Keza tuz, keza pirinç…

Katılarda böyledir de

Sıvılarda da bu böyle

Kızım bunu anlattı bana

Bardağın üzerindeki son damladan bir önceki tepeciğin bardağın kenarı ile yaptığı açının hesaplanmasının bir formülü varmış…

Önce küçük bir tebessüm,

Sonra süzülen birkaç damla gözyaşı

O, ne tebessümü anlayabildi

Ne de gözyaşını

Heyecanla devam etti anlatmasına

“Senin konun değil ki” dedim içimden

“O, benim konum”

‘Bardağı taşıran son damla’

Kimya işgüzarlık edip o konuya da el atmış

Allah son damlaya çok kıymet veriyor,

Bardağı taşıran…

27 bilinmeyenli bir denklemin içinde,

Son damlanın ayrı bir yeri var.

Hz. Ömer’in müslüman oluşunu ele alın

“İki Ömer’den biri” duası 

27 bilinmeyenli denklemin ilk bilinmeyeni

Hidayet kaynağını öldürmek üzere yola çıkma

Yolda karşılaştığı bir sahabenin

Ne yaptığını bilmeden

“Sen önce kız kardeşin ve eniştene bak” demesi

Siz o sahabeyi suçlayadurun

Denklemden haberiniz yok ki

Bardak doluyor

Ömer’in yolunu değiştirip kız kardeşinin evinin yolunu tutması

Bardak doluyor

O anda evde bulunan Kur’an öğreticisinin alelacele saklanması

Denklemi bilmiyor ki

Dövülen enişte

Bardak doluyor

Kız kardeşinin yüzüne aşkedilen şiddetli bir tokat

“Ey Ömer bil ki bizi öldürsen bile

Biz bu dinden vazgeçecek değiliz”

Bir kadın,

Cesaretin adeta ‘adı’ haline gelmiş Ömer’in karşısına dikilmiş bir cesaret abidesi.

Ömer küçüldükçe küçülüyor

Ya da büyüdükçe büyüyor

Bana o okuduğunuz şeyden bir parça getirir misiniz?

İste bardak taştı

Kızım sen hangi açıyı hesaplayacaksın bilmiyorum ama

Burası benim konum

Denklem tamamlandı

Değişen ses tonu

‘Denklemin sahibi’ ‘duanın sahibi’ne haberi uçurdu bile

Hz. Ömer’i böyle pürsilah görenler telaşlı

“Amanın Ömer geliyor!”

Dudaklarda bir tebessüm

“Bırakın gelsin”

Hz. Ömer’i bize kazandıran Hz. Fatıma’nın haykırışı,

Bardağı taşıran son damla…

Takip edelim mi son damlaları?

“Ömer haa! Halife olmuş. Ben mi O’nun ayağına gideceğim? Beni ve bu çocukların halini görmeyecektiyse ne diye halife oluyor?”

Un çuvalını sırtlanan ve yağ tenekesini de arkadaşı İbn-i Abbas’a veren Hz. Ömer.

Ertesi gün gece evine gelen adamın halife olduğunu öğrenen kadının hiç ezilip büzülmeden “İşte şimdi halifeliği hak ettin” deyişi…

Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’ın ve Mus’ab bin Umeyr’in çok sevdikleri annelerine “Anacığım bizi tercih yapmaya zorlarsan elbette Allah Resülü’nü (SAV) tercih ederiz” demeleri…

“Ben mumu düşürmüs gibi yaparım. Biz karanlıkta boş tabağa kaşık sallarız. Allah Resulü’nün (SAV) misafirini aç bırakmak olmaz şimdi. Hadi elini çabuk tut.” diyen sahabe…

Son damla, adına cami yaptıran padişahın yaptırdıgı cami değil. Son damla “Bu ameleler çok yorulmuşlar. Onlara bir bakraç yoğurttan ayran yapayım da içsinler, serinlesinler.” diyen teyzenin ayranı. Belki de “Oh bee!” diyen bir işçinin şükrü, duası. Gece kabus gibi uyanır padişah. Bir bakraç yoğurt kefenin bir ucunda, diğer ucunda koskoca cami. Çok hafif gelmiş. Çoktan havalanmış bile cami…

Belki de üç savaş gazisinin hiçbirine nasib olmayan bardakta kalan son damladır denklemin sahibinin denklemdeki son bilinmeyeni, kimbilir. Ve bardağı taşıran son damladır o…

Olumsuz, bardağı taşıran son damlalar da var. Allah Resulü (sav) ilk tebliğini yapacak. Örtüsüne bürünen kişi. Bütün Kureyş’i toplar bir meydana. İmanı tebliğ edecektir. Tevhidi. Esbaba tevessül eder. Herşeyi düşünür. Herşeyi hesap eder. Ama amcası. Öz amcası. Sabote eder bu toplantıyı. “Tebben leke” der Allah Resulü’ne(sav). “Bizi bunun için mi buraya topladın?” Herkes dağılır. Toplantı başarısız olmuştur. İlk kötü, en kötü ünvanını alır amca. Hidayet kapısı herkese açıktır. Ebu Süfyân’lar, Halid’ler İkrime’ler müslüman olur. Ama Ebu Leheb hidayet sofrasındaki nasibini kaybetmiştir. Bardağı taşıran son damladır yaptığı. “Sana tebben!” der Yüce Yaratıcı. Nasipsizdir o artık. Demiyecekti onu. Taşırmayacaktı bardağı…

Kötü bir kadın iyi bir iş yapar. Kuyudan susuzluğunu gidermiş olarak tam çıkıp gitmek üzeredir ki çok susadığı her halinden belli bir köpek gelir uzaktan dili bir karış dışarda. Üşenmez, küçümsemez yapacağı iyiliği. Tekrar kuyuya iner ve ayakkabısına doldurduğu suyla susuzluğunu giderir hayvanın. Köpegin içtiği son damla, bardağı da taşıran son damla olmuştur. Onun bir şeyden haberi yoktur aslında. Ama işte kalem kırılmış hüküm verilmiştir. Cennetliktir o artık. Büyüğümüz, “Allah ona hidayet kapısını açtı ve doğru yola hidayet etti” diye yorumlar bu hadisi…

İyi bir kadın bir kediyi hapseder. Taa kedi acından ölene dek. Neden yapar bilinmez. Hani esfel-i sâfilin yanımız da var ya. Dikkat etmek lâzım. Her köşe başını tutan bir şeytan ve içimizdeki nefis. Hatta bir yazarımız buna “İçimizdeki şeytan” der. “Şeytan sizin kan damarlarınız arasında dolaşır” der Allah Resulü (SAV) de… Bardağı taşıran son damla işte. Hidayet hakkını kaybetti. Büyügümüz bunu da “Küfür ve dalalete saptı. Hidayet hakkını kaybetti.” şeklinde yorumlar. Kadın cehenneme hak kazandı.

Şeytan ayrıcalıklı bir yere sahipti melekler arasında. Ama bu ayrıcalıklı yeri kötü akıbetinden kurtaramadı onu. “Beni ateşten, onu topraktan yarattın.” dedi. “Ben mi ona secde edeceğim? dedi. İşte bardağı taşıran son damla. Defol oradan! Kovulmuş şeytan…

Bizim de bardağı taşıran son damlalarımız var mı? Münkesir bir kalp. Yaşlı bir çift göz. “Beni namerde değil merde dahi muhtaç etme.” diye yalvaran bir dil. Okuyucularının kalbinde bir titreme hasıl eden bir kalem…

Demek karar, bardağı taşıran bu son damla ile veriliyor. “İmanımdan zerre kadar endişem yok!” Kibir kokan bu aşırı emniyet sözü bardağımızı taşıran son damla olmasın. Ya da “A be evladım ben kırk yıldır görüyorum adımın karşısında yer alan o ‘cehennemlik’ mührünü. Ama başka bir kapı mı var ona gideyim!” diyen şeyhin samimi yönelişi mi? Ya da ikramı ile ihsanı ile bize lütfedilen konumumuzla bağdaşmayan günahlarımız mı? Ya da gece aç yatağına giren bir komşumuz mu? Ya da bebeği ile hapiste kalan bir annenin çığlığı mı?

Bazen içinde bulunduğumuz durumda yolumuzu tıkayan kaya o kadar büyüktür ki bir son damla yetmez kayanın biraz daha açılıp yolumuzun engelini ortadan kaldırmaya… O zaman biri bir fikir atar ortaya. “Hadi hep bir araya toplanalım da ‘O’nun için, sadece O’nun için yaptıklarımızı anlatalım O’nun huzurunda. Katıksız olanlarını. Sadece O’nun için yaptıklarımızı. Katlandığımız mahrumiyetleri. Aslında bir zarfa koyup göndermiştik Ulu Dergâha. Ama işte bugün lazım oldu. Çıkışımızı kapatan şu kayayı yerinden koparmak için.”

Gözünüzü seveyim;

Hakkımızda topyekûn olumlu kararlara vesile olacak olumlu son damlaları kovalayın. Hakkımızda verilecek olumlu kararları erteleyen ya da verilecek olumsuz bir karara neden olacak bardağı taşıran son damladan çekinin. Bu zamanda vebali büyük olur.

Kimya da kim yaaaa!? Bu, benim konum…

avuntusuz düşler kumbarası/farzımuhal

avuntusuz düşler kumbarası

Çakıl taşlarına özenti özgürlük
durağan düş tacirlerine bilinçaltı mesaj
kavramların sibiryasıdır başkent arşivleri
Çürümüş köşelerde perakende peyzaj

/direnmenin cesaretle doğru oranı
zabıtalar mimlerken soru soranı…/

Ahenk metaforlarında kripto kin fideleri
beyin kıvrımları bezgin düş küpü
çakırkeyf elvedalar yetim kalmalı
savcılar değil
kuşkonmazlar alsın ifadeleri

mavi zamanlara rehin atlılar
umarsızlar aleyasında giderken koşar adım
betül avuntuların göç zamanıdır
sessizlik , çağlayan ve martı sesleri
avazın çıktığı kadar değil
gölgenden kaçtığın kadar hürsün
bir çakmak çakımı ışık da yeter
yeter ki sabaha dek umudumuz sürsün

/rejime övgüler dizmemelisin
sevdasız şiirler yazmamalısın /

Farzımuhal

BÖLME İŞLEMİ/Derya Hekim

                                                                                       

      Kısır kaldı kelimeler, eksik kaldı ifadeler. Düğüm düğüm boğazımda heceler. Amalar, fakatlar gereksiz konuşmaların başlangıcı oldu. Ne desem hep manasız kaldı. Çünkü anlatamadım biz büyüklerin yaş ilerledikçe daha çok saçmaladığını. Yaşama dair her sözümüzün lafta kaldığını itiraf edemedim. “Biz büyükler sadece bedenen büyür ama ruhen küçülürüz çocuk” diye itiraf edemedim. “Senin ruhunun enginliklerine aklımızla anlamlar yüklemeye çalışırız, saçmalarız çoğunda” diyemedim. Her şey eksik kaldı. Yarım kalan cümleler arasında gözlerini yumdu bir gecenin karanlığına daha, koca yüreklim.

      Bana uzun satırlar yazdıran, koca yüreklimin öğrendiği yeni terimlere yüklediği anlamlar. Pek fena çarpıyor bir de bu anlamları suratıma. Derin bir ah ve binlerce pişmanlıklar arasında cevap aramak varya, pek çetin iş doğrusu.

      Hayatımızın olmazsa olmazı, pek çok şeyden biri ya matematik. Koca yüreklimin tabiriyle matemamik. Merak bu ya bölme işlemini görmüş. Görmüş de hemen de kavramış aslını. Yetmemiş yorumlamış kendince. Bölme işleminin de yara açacağını nerden bileyim. Dedim ya biz büyükler lafta hayatı pek kıymetli ve anlamlı yaşarız. Ama özde pek de öyle değil. Yaşayan bulunur tabii. Ama az bulunur onlar da. Bölme işlemi rakamları böler. Kaç parçaya istersek, bize ne lazımsa. İstediğimizi alana dek böleriz. Bitirene kadar sayıyı, durmaksızın devam ederiz. O bölme bir de bize, hayatımıza dokunursa ya? Bizi bitirene kadar bölmeye devam eder mi? Belki de ilkinde halimize acır ve ilk hamlede bırakır. Ya da istediğini alana kadar bölmeye devam eder. Ee ne de olsa asıl vazifesi bölmek değil mi? En küçük parçaya kadar, artık bölünecek bir şey kalmayana dek.

Keskin, acı dolu bir sitemle kurulan cümleler ‘’ Ben babamla kalmak istiyordum. Ama sen böldün. Matemamikte bölme var ya onun gibi böldün.’’ Hayretler içinde kalmamak elde değil. Bir anlık bağdaştırmayla kurulan cümleler aslında ne çok acıyı, öfkeyi saklıyor içinde. Nasıl bir inilti aslında derinlerden gelen. Nasıl bir özlem bu? Çocuk! “Daha çok küçüksün” desem haksızlık olur bu tokat gibi gerçekler karşısında. Anlamsız ayrılıklar yüzünden ne çok ağlayan inleyen koca yürekli var bir yaradan bilir. Ana, baba, memleket, kardeş daha nice hasretlikler. Bir gecede bozulan aile hayatının darmadağın olmasıyla ne acıları yuttu gariplerim. Peki biz büyükler nerdeydik? Ne yapıyorduk koca yüreklim böylesi ateş topunu yutarken? Kendi iç buhranlarımızla, dışarının tazyikiyle, bedenen koruma telaşıyla evlatlarımızın ruhlarındaki derin yaralara göz kapattık. Aslında kapatmadık da biz de ne yapılır bilmediğimizden sustuk. Bekledik, zaman dedik. Alışır elbet. Alışacaktı başka çare yoktu. Her şeye alışacaktı.

      Nitekim beden her şeye alıştı da ruh özlediği sevgiye, kokuya özlem duymaya alışamadı hiç. Korkulan gecelerin yataktan fırlayarak kalkılan anlarında arananı görememeye alışamadı gözler. Gece karanlığıyla şahit, “Ben babamı çok özledim” diyen yavruya. Daha bir kalınlaştırır karanlığını geceler o anlarda. Cümleleri karanlıkta yankılanır durur. Uyku kaybolur, toz olur, karanlıkta uçup gider. Geriye karanlığı yıkayan göz yaşları kalır. Ve sabahın ilk ışıkları ile yorgun düşmüş minik bedenin koca yüreklisi kalır.

      Çocuk işte; hele daha anaokulu çağında ise daha kolaydır ya bu hengamede bekleyişiniz, çırpınışınız. Biz büyükler düz mantıkla düşünürüz. İhtiyacı var diye ne yana çeksek gelir. İki güzel söz, on dakika oyunla avuturuz. Olmuyormuş işte öyle. Neler saklamış, nasıl yoğrulmuşsa acısıyla böyle bir bir benzetmelerle yiyorsun tokatlarını. Ben bu yürek yangınını kime sorayım? Kim verecek bu ahların hesabını? Yurdumun dört bir yanında avutacak anası bile yanında olmayan koca yüreklimin ahına kim cevap verecek? Böldünüz güzelliklerle dolu yuvaları. Bir yetmedi bin böldünüz. Bölünecek hal kalmayana kadar böldünüz. Bölmenin hakkını verdiniz. Kalansız böldünüz yalan yok. Fakat bölme işleminin dahi vefası var. Bölümde saklar böldüğünden aldığını. Değerli ve anlamlı kılar elde ettiğini. Ve gün gelecek o bölümde kalan ile yeniden yuvalarımıza kavuşacağız. Ailecek oturduğumuz sofralarımızda koca yüreklimin gülüşüne şahitlik edeceğiz. 

Derya Hekim

BİR PORSİYON SEVGİ VERİR MİSİNİZ, LÜTFEN?/GÜLÇİN BEYZA YALÇIN

Genç doçent kendisini dikkatle dinleyen bir amfi dolusu tıp öğrencisine yumuşak bir ses tonuyla anlatıyor;

-Vakamız yatağa bağımlı. Bırakın yürümeyi, ayakta durmayı oturabilmek için bile yardıma ihtiyaç duyuyor. Destek verilmediği sürece oturamıyor. Acıktığını veya susadığını söyleyemiyor. Bu ihtiyaçları olduğu zaman anlamsızca haykırıyor bağırıyor. Ağzında dişleri olmadığı için de yiyecekleri çiğneyemiyor. Onu bir şekilde beslemek zorundasınız.

Kısa bir sessizlikten sonra devam ediyor;

-Uykuları düzensiz. Gündüz deliksiz uyuyabildiği gibi gecenin bir yarısı feryatlarla uyanıp herkesi uyandırabiliyor. Bağırsak faaliyetleri düzensiz olduğu gibi, tuvalet ihtiyacının farkında değil ve kontrol de edemiyor. Onun için bez kullanmak zorundasınız.

Söylediklerinin sınıfta ilgi uyandırmış olmasının keyfiyle;

-Konuşamıyor, konuşulanları anlamıyor. Ama sevgiyi fark ediyor ve sevgiyle söylediklerinize gülümseyerek karşılık verebiliyor. Verdiğiniz bir objeyi almak için uzanamıyor, ancak eline tutuşturursanız sımsıkı kavrayabiliyor.

Gözleriyle amfiyi tararken sözlerini sürdürüyor;

-Mesai kavramı olmadan 24 saat onun her ihtiyacını karşılamak zorundasınız hem de hiçbir ücret almadan. Alabileceğiniz tek karşılık, belki bir gülümseme olabilir.

Ve can alıcı soruyu soruyor;

-Ne dersiniz böyle bir göreve talip olur musunuz?

Koca amfiden çıt çıkmıyor, öğrenciler dehşet içinde hocalarını dinliyorlardı. Kocaman açılmış gözleriyle kafalarını iki tarafa sallayarak olumsuzluk belirttiler.

Tebessümle öğrencilerine bakan genç doçent, onlardan gelen olumsuz karşılık üzerine 

-Ama, dedi, benim evimde böyle bir vaka var ve ona sonsuz hem de hayatımda tatmadığım bir sevgiyle bakıyorum. Ve her ihtiyacını karşılamayı hayatımın en öncelikli vazifesi olarak görüyorum.

Gözlerdeki şaşkınlık ifadesi onu daha da keyiflendirmişti. Sonunda meraklarını giderdi;

-O benim henüz 3 aylık olan bebeğim…

*** 

Sevginin gücünü anlatan bu güzel hikayeyi, bir yerlerde okumayan ya da birilerinden dinlemeyen yoktur sanırım. Çok sevdiğim bu hikayeyi bir de ben, kendi  kelimelerimle anlatmak istedim.

***

Eskiden sevgi bir his ve duygu durumu olarak tarif edilirken günümüzde daha farklı tekniklerle adeta görünür hale getiriliyor. Artık Nöro-görüntüleme cihazlarıyla, gelişmiş laboratuar teknikleriyle, birçok duygu durumunda  beyindeki elektriksel faaliyetler görüntülenebiliyor, hormonal salgılar ölçümlenebiliyor. Beyindeki duygusal faaliyet merkezleri belirlenebiliyor. Sevgi ve diğer duygu durumları mekanik bir işlem gibi tanımlanabiliyor.

Peki, her şey bu kadar basit mi?

Vücudumuz da beynimiz de elektriksel faaliyetlerle çalışıyor; hormonlar salgılanıyor ve biz âşık oluyoruz, seviyoruz, kızıyoruz, nefret ediyoruz, üzülüyoruz vs vs.

Sevgi nedir? Nasıl bir şeydir? Salt hormonlarla, beyindeki bağlantılarla, elektrik akımlarıyla, nöron faaliyetleriyle açıklanabilir bir şey midir?

Kaç çeşit sevgi vardır mesela? Anneye duyulan sevgi evlat sevgisinin yerine geçer mi? Ya da evlat sevgisi eş sevgisinin yerine?

Peki, nerededir sevgi? 

Yeri yurdu neresidir? Beyinde mi yaşar kalpte mi biter? Eğer yoksa nereden alınır, nerede satılır? Bitince yedeği var mıdır mesela; yeniden doldurulabilir mi?

Peki, beyinde başlar, kalpte yaşar diyebilir miyiz?

Nasıl bir potansiyeli, nasıl bir yapısı vardır ki fiziksel olarak görevi kan pompalamaktan ibaret olan kalbin, bu yumruk kadar organın içine tüm dünya sığabiliyor; çeşit çeşit sevgi bir arada var olabiliyor? 

Nasıl kocaman bir kaptır ki bu kalp birbirine benzer benzemez kaç türlü sevgiyi birbirine karıştırmadan içine alabiliyor? Anne babaya duyulan sevgiyi de evlada duyulan karşılıksız sevgiyi de karşı cinse duyulan aşkı da bir çiçeğe bir ağaca, bir kediye, bir kuzuya duyulan sevgiyi de.

****  

Nasıl bir şeydir ki sevgi, küçücük bir varlık için tüm hayatını değiştirmeyi, ömür boyu sürecek bir sorumluluk altına girmeyi kabul ettirir? Onun ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önce gördürür, onun önceliklerini kendi öncelikleri haline getirir. Hangi şey, onun için kariyerini ötelemeyi göze aldırıp  hayata gelmesine sebep olan anne babasının bile önüne geçmesini sağlayabilir? Nereden alınır; nereye konur bu kocaman duygu?

Neden sever insanoğlu evladını? Neden onun için kalbi kelebek kanadı gibi titrer? Diğer çocuklardan daha zeki, daha güzel, daha becerikli oldukları için mi acaba? Ya da sadece neslini devam ettirdiği için mi? 

Hadi diyelim bebekken sevimliydi ama ya ergenliğinde? Hem çirkin hem huysuz hem tembel oldukları dönemlerinde nasıl devam eder bu sevgi denen şey?

Nasıl bir çeşit sevgidir ki aşk, o zamana kadar varlığından haberdar olmadığınız, nerelerde yaşayıp neler yaptığını bilmediğiniz bir insan için, ailenizi akrabalarınızı bıraktırır. Belki kıtalar arası seyahat ettirir. Milyonlarca seçeneği teke indirip ömrünüzü ona adamanıza sebep olur. Hayatınızın bundan sonrasını onunla geçirmeyi göze aldırır.

Nasıl bir elektrik akımıdır ki “o” etraftaki tüm insanların görüntülerini silip, elinin ayağının titremesine sebep olur?

Sadece var olma, neslini devam ettirme güdüsü mü?

Nasıl bir ihtiyaçtır ki karşılanmadığında birçok ruhsal problemlere, hatta fiziksel rahatsızlıklara yol açar. Karşılanmayan anne sevgisi güven kaybına, baba sevgisizliği de akademik kariyerde başarısızlıklara sebep olur.

***

Ya olmasaydı sevgi, ne olurdu? Dünya neye benzerdi? İnsan türü nasıl devam ederdi?

Zaten yeterince zor olan hayat nasıl geçerdi?

Düşünün, sevgi denen o şey hiç yok, hiçbir şey hissetmiyorsunuz ama tüm yükümlülükler devam ediyor.

Öğretmeninizi sevmeden okula gidiyorsunuz.

Hiç sevmediğiniz çocuklarla anlamsızca hareketler yapıyorsunuz oyun oynuyorsunuz yani.

Garip ergen tiplerle sosyalleşme adına saçma davranışlar geliştiriyorsunuz.

Koltuğun altına tıkıştırdığı kirli çoraplarını toplarken söylendiğiniz adam için ailenizi bırakıyorsunuz.

Saçını parmağına dolayıp omuz silkerken trip adan bir kız için tek taş denen anlamlı (!) nesneye dünyanın parasını bayılıyorsunuz

Başkasının ağzını sildiği peçeteye dokunamazken yaklaşık beş kiloluk minyatür bir insanın altını temizliyorsunuz.

Sivilceli, çirkin, huysuz üstelik tembel olmasına rağmen küstahlıktan ödün vermeyen bir ergen için gelirinizin yarısını okul taksiti, servis parası ve cep telefonu için harcıyorsunuz.

Herhangi iki yaşlı insandan farkı olmayan kadın ve adam için zaten 20 gün olan yıllık izninizde, tatil ya da bayramda onları ziyarete gidiyorsunuz.

Ve hiçbir şey hissetmiyorsunuz. Kalbinizde ılık ılık bir şeyler akmıyor. Midenizde kelebekler uçmuyor. Göz bebekleriniz büyüyerek yüzünüzde kocaman bir gülücük olmuyor…

Mekanik bir şekilde, salt görev bilinciyle bir meslek icra eder gibi, sadece yükümlülüklerinizi yerine getirmek için tüm bunları yapıyorsunuz.

Off, distopya romanlarındaki hayat bile, daha az mekanik ve ürkütücü olurdu herhalde…

numan’a / Gökhan Bozkuş

göğsünden huruc eden hüznü çocuk,
şimdi ellerimde dal açan ağaçta,
şimdi dalların tam ortasında,
ve  suskun melekelerle çocuk!
görüyorum , görüyorum…
numan ! bu sesin rengi nedir ?
numan ! bu tını hangi telden yavrucuk?
numan !  bu dar koridor …
numan ! bu uzayan kollar göğe …
ve numan ! bu alın neden soğuk?
göğsünde huruc eden hüznü çocuk,
tutamıyorum yazıklar bana.
baban, bir yıldız oluyor kimi zaman ,
annen bir peri , odanın ortasında
seviniyor ,gülüyor , oynuyorsun yalnızlığında
numan ! bu feryadın tanıdık çocuk
yetim bir iklimin nâtuvanı sen
numan ! perçeminden kan damlayan lale
yitik bir mevsimin yelkovanı sen

Teşi ve Terek Musikisi / Gökhan Bozkuş

    Hep aynı yerde otururdu. O taşı zannedersin Hz Adem zamanında oraya koymuşlar da bir daha kaldıran olmamış. Ne kadar erken uyanırsam uyanayım her sabah orada , elinde teşi ile görürdüm.  Hani camilerde imamın yeri bellidir ya. Hani okulda müdürün odası , hani pazarda zabıta noktası… Bizim evin önünde de o taş ninemin makam koltuğuydu adeta. Görmedim ondan başkasının oturduğunu ve görmedim gözleri ile teşi arasındaki o müziği başka bir yerde. Koyundan kurtulan yünler, yunup ak pak olunca , uslu bir kedi gibi otururlar da o dizlerde incelmenin sabrını beklerdi adeta. O kınalı ellerin avuç içinden parmak uçlarına , oradan da teşinin yamacına pervaz ederler de incelir ip olur , boyanır kazak olur, çorap olur ve koyunun sırtındayken insanlara libas olurlardı. Ninem o kara taşın üzerinde her sabah , doğan güneşle parlayan nehre bakar ve dizlerinin üzerindeki beyaz kedicikleri gerdanlık ip haline getirirdi. Aşhane dediğimiz büyük ve serin bir odamız vardı . Bazen de orada sırtını direğe yaslar ve tereğe bakardı uzun uzun. Elinde yine teşi rakseder durur. Ve o loş aşhanenin küçük camından cetvelle çizilmiş bir çizgi misali nineme doğru uzanan gün ışığı. Muhayyilem de emekliyor ayaklarım gibi o zaman. Nereden bilebilirdim ki her nesnenin insanda ana gibi , baba gibi  kokular bıraktığını.  Nereden bilebilirdim ki hatıraların izlerini taşıyan her siluetin insanda derin bir kuyu bıraktığını.  Girerdi kimi zaman o kuyuya ve çıkmazdı uzun zaman. Evet bedeni karşımda olurdu. Dudakları bazı tınılar , bazı türküler ile bezenirdi .Sırtını yasladığı o direkten tereğe uzun uzun bakarken kimbilir nelere dalar kimbilir nerelere uğrardı. Zaman geçince anlıyor insan bu ahengi. Suskunluğun memesinden mazinin kokusunu yudumlayınca anlıyor insan.

Gökhan Bozkuş

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑