Muamma/ Abdullah Yiğit

bulut buluttur yüreğim
her gün
ummanlar gibi kabaran yüreğimden
üç damla kan dökerim
sessizce…
içimde kalır gerisi.
tıpkı senin gibi mahpus,
kardeşim!

terkedilmişliğime mi ağlayayım?
terkedilmişliğine mi?
belki,
mahzun büyüdük ikimiz de
hüzne talip,
bu yüzden
acı, damarlarımıza perçin…

ne zamandan beridir böyle…
şirin yurdumun yamaçlarında
dolaştığımı hatırlarım da …
o zaman,
gülpembeydi yüzüm
….. ve
doludizgindi yüreğim
fakat…
rüyalarımda bugünü yaşardım
acı…. acı..

ızdırap,
gönlümün baharı…
çile, nehârım.
seni düşündükçe
kirpiklerim yavaşça kapanır
bir kamp akşamı,
yaşlı gözlerimin üstüne…

neden sen ve ben?
tereddüt acı acı dolaşır kanımda
…… çok basit
saf olduğun zaman duyguda
ve çözüldüğü zaman
bu esrarlı bilmece…
beni hatırla ve … düşün
sonra al başını
iki elinin arasına…
hüzünle koşturduğumuz günleri an
… ve
terennümü kalsın
bu şarkının, dudağında…

Abdullah Yiğit

Leblerimle Çayına Amadeyim Canım Benim / Mehmet Karadayı

“Muhabbet her daim yoldaşın olsun

Demli gel yüreğim bardağın olsun”

Çay. Ne sihirli bir kelime, ne sihirli bir içecek. İçilecek değil sadece, sevilecek, öpülecek, gülünecek, hayal edilecek şey. O kadar “şey” ki tarifi bile mümkün değil. Arapçadaki “şey” ile “şay” arasındaki bağ buradan belki de.

“Yalnızlık paylaşılmaz” ama yalnızlıkta bile çayla yoldaş olunur. “Demli gel yüreğim bardağın olsun” der, hemdert bulunur. Çay bu ille de cam bardakta sunulur. Elleri yakan, dudağı yakan bu kırmızı afetin olmazsa olmazıdır ince belli bardak. Çünkü çay “lebrîz” olur. Derdin, yalnızlığın, sevincin, aşkın, -ille de aşkın- dudaklardan kelimeler halinde taştığı gibi taşar bardağın dudaklarından.

Eskiden çaya şeker katmak, çayı şerbet etmek yoktu. Dudak payı bilinmezdi. Ağzına kadar dolardı bardaklar. Yüreklerin ağzına kadar dolduktan sonra taşması gibi taşardı kenardan. Şeker icat oldu mertlik bozuldu. Çay yerine şerbet içilir oldu. Dudak payı geldi, “lebriz” çaylar yarım oldu.

Yangın varsa dudaklarında. Yüreğinin alevi kavuruyorsa onları. Gözünde bir olunca lezzetle acı. Yürek yangının budur ilacı. Bir bardak “lebsûz” çay söndürür yüreğindeki yangını. Yoldaş eder içene koca Hallacı.

Dudak yakacak kadar sıcak olmalı çay. Soğuk çay da ne ola? Gafil değilse, dervişânın, âşıkânın göğsünde ısıttığı çay soğutulmaz bilmez mi? Tutuşup yanmaz mı o harla, o da oda girmez mi? Yüreği yangın, bardağı yangın, dudağı yangın âşıkân çay kaynatır göğsünde. Lebsûz olunca içilir çay, soğuğu makbul değildir semtimizde.

“Güllere vurgunum güllere sevdalı.” Neredesin gül kokulum, neredesin gül edalı? Ne zaman öptün de kırmızıya boyadın çayı. Kim düşünebilir “lebrûz” olmuş çaya doymayı. Kimden gördün gül renginde, yârin dudağı renginde çay sunmayı? “Mercan mercan, uçuk dudağında kan.” Kan renginde değil, çay renginde canan. Tavşan kanı değil yârin dudağı çayı boyayan.

Ben yürek taşkını bir sel gibi lebriz severim çayı. Göğsümü ateşe salan lebsûz çayla yanarım. Ne gül ne bülbül ne de kan. Lebrûz olması çayın yârin dudaklarından. Leblerimle çayına amadeyim.

Aşkın ile yandım ondan bu bîçare haldeyim.

Razıyım/Tarık

İstemem! Sensiz bir baharı ya da yazı,
Seninle fırtınaya da, borana da razıyım.

İstemem! Tebessümü ya da mutlu olmayı,
Seninle ömür boyu hüzün’e de, gam’a da razıyım.

İstemem! Yeşilin ya da mavinin serabını,
Seninle çölde yalınayak da yürümeye razıyım.

İstemem! Dünya’nın mülkünü ya da malını
Seninle aklımı da, fikrimi de yitirmeye razıyım.

İstemem! Şekeri, şerbeti ya da balı,
Seninle  acıya da, açlığa da razıyım.

Beyhude/Yakup Bekar

Gam çekme sevdiğim gurbet ellerde!

Hakka kör durana sıla beyhude;

Alnını çürütse seccadelerde,

Zulme göz yumana çile beyhude.

Rahmeti bilmeyen kurak toprağa

Merhamet tohumu saçmak beyhude,

Gülleri kırılmış, kurumuş bağa

Bülbülden bahisler açmak beyhude.

Derin kuyularda mahpus etseler

Ruhu hür olana kilit beyhude,

Yezitler misali suyun kesseler

Rabbe kul olana tehdit beyhude!

Gönülden gönüle muhabbet ağı,

Örebilenlere hudut beyhude;

Semadan yağacak kutlu sağanağı

Görebilenlere bulut beyhude.

Geceden gündüze aşkla dolana

Dünyevî zevk ü sefa beyhude

Hedefi, gayesi Allah olana

Kulundan gelecek cefa beyhude,

Kadir bilmezlere vefa beyhude

Olmayana Mektuplar-3/Farzımuhal

(zor zamanların gönlü güzellerine )

Selamım sana bu mektuptan evvel ulaşsın dilerim.
Ne de olsa selam bir gönül işlevidir.Dîlde doğar,dilden geçer,duya değer dîle varır.
Bu mektup da öyledir  de herneyse..

Başlarken bilmelisin ki
bugün seni özlememek çok güç.
telaşımı hissetmişsindir
yatak döşek ayrılığım artık,
beynimde aritmik titremeler
gözbebeklerimde uranyumla zenginleştirilmiş hüzün.
umutsuzum sanıyorsan yanılıyorsun.
yorgunum azıcık.
aczime ver.
kırlangıçların suskunluğuna,
havanın pusuna,
gecenin zulasına sakladığım çığlıklarıma ver …
burnumda kesif nem kokusu.
damarlarımda özlem tortusu
telaşım biraz da seni görememek korkusu bir açık görüş düşünde

korkularıma ver bu mektubun çalakalem oluşunu
ulaşmama ihtimali  bir kurşuni kabus
üşüyor musun sen de
mağlup musun bir kuşun özgürlük ötüşüne

gömleğimin ütüsünü düşünüyorsundur sen şimdi
ben de senin varoluşsal yolculuğunu
üşüyorum ben de 
hasretim gözyaşınla yıkanmış  gülüşüne

“ben her yorulduğumda sen gül
sen her güldüğünde ben yorgun olayım
her kuraklığımda sen dökül
bir çağlayan gibi üzerime
ben kuraklığımı bileyim
sen her döküldüğünde üzerime
ben sensiz eğretiyim
bu tekinsiz memleketin caddelerine”

herneyse
gülcekal
hoşçakal

Farzımuhal

Mıh Çakar Rüyalara/H.Tunç

                   

Uzun kış gecelerinin saniye seslerinde bulursun 

                                Özlemi 

            Duvardaki saat hiç durmaz, akrep

                              Ağır aksak

Bir koşturmaca var “çıt, çıt, çıt” sesinde 

                                 Umarsız 

Kerpetenin dişlerinde sıkışır sanki hıçkırığım

                                  Sitemsiz

          Kök saldı dört bir yana gurbet okları 

                                     Çaresiz 

            Uzun kış gecelerinin dermanı nedir

                                   Gözyaşısız

                Anılar işgal eder gecelerimizi 

                                   Neden

          Tarumar eder Uykuları, mıh çakar rüyalara 

                                     Çekiçsiz 

             Meçhul parşömenlere çizilir hikayemiz 

                                 Çelimsiz

                Çörek ekmek, otlu peynir, düşümüz 

                                Semaversiz

         Rüzgarın hörgücünde  uzun hava çalar 

                                   Bağlamasız

                Puslu hülyaların  verandalı köşkleri 

                                   Kandilsiz

             Abus yüzlü cazular dadanır keyfimize

                                Süpürgesiz 

Olmayana Mektuplar-2/Farzımuhal

Mektubuma cevap diye üç damla yaş göndermişsin
bir dipsiz bakış
bir süveyda kaos,
ki arka planına işlediğin gülümsemeyi koklayabiliyorum
kotarabildiğim kadarıyla bu cılız ruhumla
seni anlamaya ziyadesiyle azimliyim
sanma ki talimliyim
cesaretim için talihliyim belki

çağ yangınında yananı serinletmek zordur bilirim
gün yanığı geçer de çağ yanığı hep bir sızı bırakır,
yaktığ’ruhun zifiri hücresinde
sanırım bir tür bağışıklık sistemi vazifesi vekaleten
belki de bundan yalnızlığı en yalın anlamıyla kucaklıyorsun
gamzelerinde müstehzi misillemelerle
direncine hayranım
hayranım direncine
hani titremiş ama üşümemiştin eksi kırkbeşinde soğuğun
terlemiş ama beklemiştin artı kırkbeşinde sıcağın
“bana ne “ leri ve bahaneleri müebbetle sınamıştın
söz dağarcığındaki billur kulede
senin olduğun yerde hep bir eksikti yeis
bir fazlaydı umut
“yap ve unut” derdin ya gece hummalarında kendine
unuttuğunu da unut diyorsun değil mi şimdi ?

bugün senden çok bahsettim
utanırsın şimdi, yanakların pembeleşir
yüzün bir güzelleşir, bir güzelleşir herneyse..

sen cevabında aracı kullanma
dua et
ülkem ve yarınlar için
yeter
Farzımuhal

Beklenen/Tarık

Sen, hey gidilerle anılan günlere hasret!
Ben ise, senin değdiğin her bir  an’a…

Sen, pas tutmuş parmaklıklar ardında yorgun!
Ben ise, sensizliğin en karanlığına sürgün…

Sen, saniyeleri asırlarda yaşamaya mahkum!
Ben ise, sana asılı kalan zamanda mahpus…

Sen, o güzel bahçenin nazenin bahçıvanı!
Ben ise, o bahçe de diken olmaya bile razı…

Sen, bembeyaz kağıtlara yazan en güzel kalem!
Ben ise, kaleminle şekil almak isteyen bir parşömen..

Ey Gönlü Kırığım! / Alim Sariye

Sen, yürüdüğünde baharlar yürürdü ardından, çiçekler yürürdü. Ayak bastığın kurak topraklar çemenzare döner, ellerini semaya kaldırıp dua dua yakardığında gözyaşlarınla beraber rahmet sağanağı boşalırdı mis kokulu bahçelerine. Bülbüller en mutena bestelerini icra ederlerdi rengarenk çiçeklerin arasında tebessüm eden nadide güllerinle.

Uğradığın her mekân huzurla dolar, beraber çay yudumladığınız dost meclislerinde farklı bir atmosfer oluşur, duruşundaki zerafeti ve letafeti süzen bakışlar, senin dudaklarından dökülecek tatlı beyanlara pürdikkat kesilirdi.

Hangi eve misafir olsan, orası dolup taşar, çocuklar ve gençler oyunlarını yarıda bırakıp sana koşarlardı. Belki hepsinin idealinde senin gibi birisi olmak vardı. Onlara hediye olarak verdiğin kitapları tekrar tekrar gözden geçiriyor, bazıları da senin şiirlerini ezberleyip ev ahalisine okuyordu. Kabına sığmayan bu haşarı çocuklar tamamen değişmiş, tıpkı senin gibi konuşmaya, senin gibi oturup kalkmaya başlamış, kısa zamanda anne babaları ve mahalledeki yaşlılar tarafından takdir edilen munis, akıllı çocuklar olmuşlardı.

Yaz tatillerinde gençlerin başıboş kalmaması için, derme çatma bir yeri yeniden dizayn eder, orasını adeta kütüphaneye çevirir, öğrenmeye muhtaç bu taze dimağlar menfi cereyanların etkisine kapılmasın diye üzerlerine titrer, onlara ilmî, ahlâkî, edebî dersler yapar, tarihimizi, ecdadımızın fedakârlıklarını ve manevî değerlerimizi, bu dünyaya gönderiliş gayemizi, vatanımıza ve milletimize olan vazifelerimizi öğretir, bir deniz feneri gibi onların yollarını aydınlatırdın.

Seni seven herkes biliyorki senin gaye-i hayâllerin var. Sen, bu hayallerin uğruna aileni, akrabalarını, doğup büyüdüğün yerleri terkedip, hasret ve hicran yudumlayarak gurbet yollarına düştün. Çünkü bir gayesi ve mefkûresi olanlar diyarlarını terk etmeliydi, tıpkı peygamberler gibi, onların izinden yürüyen salihler gibi, tıpkı atını Atlas Okyanusu’na süren Ukbe bin Nafî gibi. Karşısına okyanus çıkıp yol bitince ‘’Allahım karşıma derya çıkmasaydı, Sen’in yüce adını deniz aşırı ülkelere de götürecektim’’ der. Sen de bir zamanlar atının üzerinde kıtalar dolaşmış, diriliş muştuları sunmuştun.

Şimdilerde bakıyorum da kendini yalnızlığın ve kimsesizliğin kollarına bırakmış, gözlerin dolu dolu maziye hasret çekiyorsun. Bir deli rüzgar ve fırtına bahçeleri talan etmiş, bülbüllerin yokluğunda her tarafı saksağanlar kaplamış, köprüler yıkılmış, yollara zift döküp yakılmış, Taif’in çılgın çocukları gibi, gözü dönmüş kitleler gül tutan ellere taş atıp duruyorlar. Varsın atsınlar. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Nihayetinde onlar hüsrana uğrayacak, kaşı gözü yarılanlar bir imtihan cenderesinden geçerek Hakk’ın rızasına ulaşacaklar inşaallah.

Hadi gel! bir kere daha bismillah diyelim yola koyulalım. Çoğu gitti azı kaldı. Kim bilir Cenab-ı Hakk, Hazreti Musanın asasına mucizevi bir vazife gördürerek denizleri yarması gibi, Hazreti Yunus’u bir semeğin karnında muhafaza ederek onu sahil-i selamete çıkarması gibi, yakın bir gelecekte bu kadar muzdarib sineyi, kadını, çocuğu, yaşlısıyla, gurbet diyarlarında her türlü çile ve ızdırap karşısında sabırla, metanetle dimdik duran masum ve masumelerin hatırına, umulmadık bir anda sahil-i selamete çıkarsın.

Alim Sariye

Öğrencime Mektup/Z.Paşa Akyürek

Bir has odadan sevgimi sunduğum Sevgili Öğrencim,

Penceresi kadar düşermiş bir eve ayın ışığı. Zamanın önünde yıkılmayan can seti sevgi imiş yalnızca.

Bilir misin ayaz gecelerde beni ısıtanın ne olduğunu? Ya özlemim, haberdar mısın bilmem? İsmini sayıkladığındır sana sabahı bekleten değil mi?

Senin adına attığım adımların hiç birinden pişman olmadım. Sana dair ne varsa yapmaya çalıştığım veya yaptığım bende bir tohum gibiydi; bugün atılan, yarın olarak yeşerecek tohumlar… Tohum ekmek ne demek bilir misin?

Evvela mevsimlerden iyi anlayacaksın. Yazı ayırt edeceksin kıştan, ilkbaharı karıştırmayacaksın sonbaharla. Tohumların toprağa düşme zamanı, güneşle toprağın arasının en iyi olduğu zamandır. Tohum sıcaklık ister, zaman ister can olması için. Her çınarın bir tohumu toprağa salarken unutmadığı, kendisinin de bir zamanlar bir tohum olduğudur. Bunu bilen çınarların gölgesinde yetişir en güzel fidanlar. İşte senin için ne kadar ince bir yoldan geçtiğimi ve tüm mevsimleri içimde nasıl beklettiğimi anlıyor musun?

Bir bahçıvanı, toprağı, mevsimleri en güzel anlatan fidandır sevgili öğrencim. Senin yüzündeki aydınlık bizi anlatacak yarınlara, gözlerindeki ışık söyleyecek bu milletin hayallerini ve değerlerini, attığın adımlardaki emin oluşun haykıracak tarihimizin enginliğini. Sen çok şeysin bizim için.

Yağmurların toprağına düştüğü anı, filiz verecek olan dalların kutlayacak ilkin. Her dalında ayrı neşve olacak. Her biri apayrı salınacak. Yağmurların damlasını zayi etmemek için uzatacaksın tüm varlığınla dallarını, gövdenden zerre kopmayarak. Her dalına düşen ayrı damlalar olacak ve her dalın aslından uzaklaşmadığın sürece uzandıkça uzanacak uzanması gereken yerlere. Seni besleyen toprağın değerlerin, gövden ise öğretmenindir; unutmayacaksın.

Ne kadar demek isterdim sana olan sevgimi her zaman her an… Benim her an senin yanında olmam mümkün değil; ama sen, sana öğretilende göreceksin benim sana olan sevgimi. Uykusuz gecelerimi, dildeki hecelerimi… Odamdaki masamda yazılı kâğıdı okuyacaksın, zifir gecelerde sabah özlemiyle derdini nazma döken adamın halini.

Uykular unuturmuş bazı gözleri
Dillerinde türküsü karasevdalılar varmış
Öylesine severlermiş ki sevdiklerini
Sadece yaşatmak için yaşarlarmış

Bu mısralarda sevgimi, özlemimi, beklentimi, hayatımı hayatın kılmakla neler demeye çalıştığımı sen anlamışsındır zaten. Şiirlerle dost oldum sevdamı söyleye söyleye. Hâl meclisidir okulumuz bilirsin. Her lahza ayrı bir fasıldır. Nedeni karşılıksız sevgilerin çağladığı bir pınar olmasındandır. Hani hep derdin: “Hocam sizi çok seviyorum.” Ben de sana, “Ben de.” derdim. Şimdi sadece sevmiyorum; hem seviyor hem de okuldan çıkar çıkmaz özlüyorum.

Sizde bir gün yemek yeme fırsatım olmuştu. Hani az önce dedim ya; bizi sen anlatacaksın halinle diye. İşte o gün kalinle yani sözünle anlatmıştın sevgimizi. Demiştin ki ben sofraya oturunca: “İşte bugün ailecek bir yemek yiyelim.” Beni de aileden birisi olarak saymıştın. İşte yarım kalan sözüm kafiyesini bulmuş oldu. Bir fidanda bir çınarı görmek ne demek bilir misin? Benim tarif edemediğim mutluluğu sen nasıl anlayacaksın ki?

Sevgili öğrencim, kimsenin yakasında gözyaşı olamayan bu öğretmenin hayatta dimdik durur her zaman. Onun duruşu sizin varlığınıza bağlıdır. Eserlerini gören alkış ister elbet. Benim alkışım sizin yüzünüzdeki sonsuz gülücüklerdir. Tebessümünüze zemheri ayazı değmezse işte o zaman benim gönlümü serinleten poyrazlar esmeye başlayacaktır.

Bir gün anne ya da baba olursan hissettiklerini binlerle çarp ve demek istediğimi az buçuk anlamaya çalış. Yaşatmak için yaşamak yolunda adım attığın ilk gün yürek terlemesi neymiş öğreneceksin. İşte o an ufuklara doğru bakarsan kısık gözlerle ve bir güneşi gurubunda yakalarsan, bir nazlı tebessüm çak kaderden yana. Yüzündeki al olmuş ışıklar bir öğretmenin rüyasıdır, hülyasıdır.

Ey canımdan aziz bildiğim cennetim,

Durulduğu zamanları olur insanın, yorulduğu zamanları olduğu gibi. Ama ömür götüren kırıldığı zamanlarıdır. Mendilinde yaşlarını, gecelerde düşlerini sakladıklarından vefa beklersin. Onların bir hatırlamaları dünyalara bedeldir. Mendili ıslak kalmış hocanı unutmaman dileğiyle… bu arada sana şiirin devamını da yazayım:

Herkese hep güzeli sunmak adına
Mehlika sultanın köyüne gitmişler
Yaşatmak demişler hayatın adına
Dağılmışlar her yana ve yemin etmişler

Hüzün denizinin dibinde yatan sevgiyi
Çıkarmak için her gün dalacaklarmış
Vurgun dahi yeseler bu yolda yine
Bir ömür ant içip kalacaklarmış…

Ziya Paşa Akyürek

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑