Garipler Diyarı / Alim Sariye


İnsan, ruhlar aleminden anne rahmine, mahiyetini ihatâ edemediği bir sırlı mekâna, oradan dünya hayatının mebdei olan çocukluğa, hayatın esrarını ve gayesini yeni yeni idrak etmeye başladığı gençliğe, fakru zaruret içinde bir başkasına muhtaç ve nisyanla malul ihtiyarlığa ve kabir, berzah, haşir meydanından cennet veya cehenneme uzanan bu uzun yolun garip bir yolcusu. Öyle bir yol ki Yunus’un deyimiyle: Bu yol uzaktır menzili çoktur, / Geçidi yoktur derin sular var.
Bizler, bu diyar-ı gurbette ve bu imtihan arenasında binbir çile ve ızdırapla gerilmiş bir sürü öksüz. Ebedi istirahatgâhımıza gitmek için urbalarımıza doldurduğumuz azıklarımızla ve bize hediye edilen yirmi dört altın ve seyahat biletlerimizle bu istasyonda arâm etmiş, bizleri ebetlere taşıyacak şimendiferi intizar ediyoruz. Sanki bir ağacın gölgesinde muvakkaten dinlenecek kadar kısadır dünya hayatımız.Burası bir imtihan meydanı olduğu için çile ve ızdıraplarla yoğruluruz çoğu zaman. Bazen yerin altındaki mağmalar şiddetle infilak eder ve yanardağları delerek ortalığı Cehenneme çevirirler. Bazen nehirler, denizler ve okyanuslar sularını geri çeker ve bu devasa dalgaları tsunami şeklinde insanların yaşadığı beldelere boşaltarak ne var ne yok herşeyi azgın sulara sürüklerler. Bazen de insanlar, derin uykularındayken veya herkes kendi işiyle meşgul iken, yeryüzü lerzeye gelir, yerin altındaki fay hatlarının gayz ve şiddetle kırılıp parçalanmasıyla her bir taraf beşik gibi sallanmaya başlar ve koca koca binalar yerle bir olur. Nice melek yüzlü canlar beton yığınları altından kurtarılamayarak ötelere uçarlar. Her şey unutuldu derken, gökyüzünü kaplayan simsiyah bulutlardan, ateş çakan şimşeklerin, kulakları sağır eden uğultularıyla bir tufan belirir, ağaçlar köklerinden sökülür, bağ ve bahçeler bütün semereleriyle derin sulara gark olurlar.
Acaba baharı ve pırıl pırıl güneşli günleri görecek miyiz diye düşünürken, bu defa bir virüs kasırgası bütün insanlığı esaret altına alır, milyonlarca insan çaresizlik içerisinde ruhlarını teslim ederken, meydana gelen ekonomik krizler tüm insanlığı olumsuz yönde etkiler.
Bazen çaresiz hastalıklara mübtela olur, bazen en yakınımızdakilerin hastalıkları belimizi büker, hiç beklemediğimiz bir anda bir yakınımızın vefatıyla irkiliriz. Bazen de iflas eder, elde avuçta ne varsa hepsini kaybederiz. Hayat debeddül ve teğayyürden ibarettir. Her an bir değişim ve dönüşüm yaşarız.
Semavî ve arzî afetler bizim takatimizin üzerindedir. Bu felaketler bizim ne kadar aciz ve zayıf olduğumuzu gösterir ve her şeyi yaratan, bütün alemleri evirip çeviren, gaybı bilen ve herşeye gücü yeten Kadir-i Zülcelal’e iltica eder, dua dua ondan istimdât ederiz.
Bizler biliyor ve inanıyoruz ki; asıl ebedî yurdumuz, Cemâlullah ile müşerref olacağımız, nebiler, sıddikler ve salihler diyarı olan Cennet yurdu. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.”
Garipler diyarı dediğimiz bu dünyada musibetler, hastalıklar ve sıkıntlılar Allah’ın takdir ettiği şekilde tecelli edecektir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş bir gün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi ol.
Madem bu dünya bir misafirhanedir, öyleyse bir misafir gibi yaşayacağız. Dökmeden, kırmadan, kötü söz söylemeden, bizlere takdir edilen her şeye rıza göstererek, ihlas ve tevazu ile ötelere uçarken, tertemiz ve samimi niyetlerimizle nihayetsiz bir aleme kanat çırpacağız inşaallah.

Alim Sariye

Tren / Zafer Dinçer

Biletim kesildi
Vakit tamam!
Tren ha kalktı ha kalkacak!
Anne!
Sakın uğurlamaya gelme oğlunu
Gözyaşlarım, ha kesildi ha kesilecek..

Ve işte bir nur gelip maveradan
Alıp beni bindirdi trene
Tren! Hey tren heyhat..!

Gidiyorum yıldızlar yoldaşım,
Dönüp arkama bakıyorum dünya
Boşlukta asılı bir küçük nokta!

Hey gidi koca dünya!
Meğer mekanın ne darmış..

Hey gidi karanlık feza
Meğer o “nur”la yolun ne aydınlıkmış..!

Mağdura Mektup/Handan Tunç

Mağdura mektup dedim kaldım
Yutkundum…
Kalbime ince bir sızı girdi
Başım önüme, elim yana düştü 
Gözyaşım indi yüreğime usul usul.
‘Mağdur’ diye mırıldandım;
Dilim lal oldu...
Bıraktım kalemi kâğıdı 
Gökyüzüne baktım;
Soldu gelin duvağı 
Aklımda bin tane mağdur sahnesi
Dudaklarım titredi
Elim yazmaya varmadı, varamadı...
Karanlık çöktü üstüme
İnce saz tınısı çalındı kulağıma
Bin perde arkasında 
D/okundu acılar
Öylece bekledim
Ne yazılmalıydı
Mürekkepten yol olmalı 
Mimozadan gönüle hevenk
Mümkün mü onlara kalben seslenmek
Aradan bütün vasıtaları çıkarmak
Dua uçursam 
Kırlangıç kanadında 
Damla damla sızar mı?
Kuyuda Yusuf'lara
Yalnız değilsiniz
Binlerce dost size duacı 
Tebessüm dalında meyva
Yazmak kolay olmuyor  
Mağdura yazmak en zoru
Yüreğin yanardağ misali 
Ve kalbin bir şelale…
Gözyaşın çağlayan olup akmalı
Empati kurmak değil mesele
Yaşanmışlıklar benzemeli
Ey can kardeşim 
Ulaşır mı sana mektubum
Geleceğe bir nağme 
Yüreğine ferahlık
Yarınlara davet
Sana sevgi biletim olur mu?
Bilmem!
Ama  bir seher vakti 
Hüzünle, muhabbetle yazıyorum…
Ve diyorum ki!
Sancılı doğumlardan
Kavrulmuş yüreklerden
Umutsuzluğa yelken açmış
Boğulmak üzere olan sinelerden
Çırpınma ve haykırışlardan sonra
Bir kurtuluş olacak elbet göreceksin...

Boşluktaki Umut/Derya Hekim

                  

“Alışkanlıklar köleliğin farklı bir biçimidir.” der: Michel de Montaigne. Beklemek, bir de umutla yoğurmak bitmeyen sancılarımın adı. Ben  umutla beklemeyi alışkanlık edindim. Bugün yarının gelmesini bekliyorum. Yarının dünden daha iyi  olmasını bekliyorum. Mutluluğu bugün yaşadıklarımda değil de yarın daha iyi şeyler gelince yaşayacağım  diye erteliyorum. Ben beklemenin zavallı kölesi olmuşum.  Kölelikten azat olmak istiyorum. Bir yol bulmalıyım. Sadece beklemek olmamalı alışkanlığım.  Tüm insanların umudu vardır, olmalıdır ya da. Yoksa ne için var ki insan? Kendi köleliğimi sorgularken Turgut Uyar seslendi sanki: “Herkesin bir umudu vardır”.Bir savaşı, bir kaybedişi,bir acısı, bir yalnızlığı, bir hüznü. Evet  herkesin var.  Bir savaşım, hüznüm var.Hatta yer yer yenilgilerim bile var. Fakat bunlara öyle alışkınım ki birinin  eksik olmasını istemem.  Ve bir seslenişe daha kulak kabarttım. Friedrich Nietzsche, “Umut, kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır.” dedi. 

     Karmaşanın ortasında kalmış gibi hissediyorum. Filler tepişti ve ben ayakları altında çim misali ezildim. Nicedir yarınları beklemeyi alışkanlık edinmiştim.  Umudum yorulmuşken Monteign’e kulak kabarttım. Kölelikten vazgeçip o yarınları doğurmaya karar verdim. Fakat nerden başlayacağımı bilemedim. Aradığım yarın bugünde, hatta yaşadığım anda saklıymış. Fark edince yeni bir rüzgar esti. Kölelikten uyandırdığın için teşekkür ederim Montaigne.

     Bir arpa boyu yol aldım. Alışkanlıklardan kolay kolay vazgeçilmiyor ki.  Ama köle olmaya niyetim yok.  Ve Nietzsche’den umudun işkence olduğunu işittiğimde durup dinlenmeyi kendimde hak görmedim.  Çok yoruldum.  Yanlış anladığım bir şeyler vardı. Bana doğru yorumu yaptıracak bir ışığa daha ihtiyacım var. Ve bu esnada Turgut Uyar, dur! Dinlen! Biraz durmak daha çok yol almanı sağlar, dedi sanki. Bir savaşı, bir kaybedişi, bir acısı bir yalnızlığı,bir hüznü var derken umut etmenin alışkanlık olmadığını  anlattı sanki.  Umutla bekliyorum diye sadece boş boş oturmanın umutla beklemek olmadığını anlattılar bana. Evet savaşacak hatta kaybedip ağlayacak, derin acılar çekecektim. Ancak bu şekilde sadece öylesine beklemenin kölesi olmaktan kurtulabilirdim. Boş beklerken umutla ben bir adım atmadan düzelir deyip işkence ediyordum kendime.  Fernando Pessoa ile son vuruşu yaptım kendime: “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.”  Evet vardığım son noktaydı burası. Çürümekte olan düşüncelerim, heyecanım ve yeteneklerimi gömdüğüm koca boşluk.   

      Bir ip merdiven gibi her birini sıra ile dizdim.  Koca boşluğun içinde oturup bir gün kendi dolar diye boş umutla işkencemi bitirmek kendime yaptığım bir iyilikti.  Savaşıp kaybetmek bu kaybın acısını çekmek daha manidar.  Bir kelimeye götürdüler beni. Kuyumu adım adım dolduranın adını yaşayarak  bulmamı istediler.  Yaşayarak öğrenmek bu hayattaki en iyi öğrenme metodu sonuçta. Kendi kabuğunu aşanların varacağı son nokta.  Başlangıcı zehir, neticesi şeker-şerbet olan bir şey varsa o da, sabırdır. 

MAVİ / A. Terzioğlu

Sen ey huzûrun mavisi,

Ve sonsuzluğun bestesi,

Derin bir hayâle dalıp,

Rûhumu dinler gibisin.

Hasretin enginliğinde,

Ümidin serinliğinde,

Sessizce ufka yaslanıp,

Bir dostu bekler gibisin.

Yosun kokulu aşkları,

Ve hülyâlı bakışları,

Anarken gurûba bakıp,

Geçmişi özler gibisin.

Ümitsiz bir sevdâ ile,

Zamansız bir vedâ ile,

Ardında izler bırakıp,

Giden gemiler gibisin.

Sen ey huzurun mâvisi,

Efsâne aşklar râvisi,

Beni sînende saklayıp,

Sırrımı gizler gibisin.

a terzioğlu

Huzur / Adem Yağmur


Huzurun bir rengi var mıdır varsa hangi renktir bilemiyorum ama eğer rengi varsa bana mavi gibi geliyor. Üzerimizdeki gök kubbeye bakınca açık mavi, yeryüzüne denizlere bakınca koyu mavidir. Bazen bu mavilikler arasında kaybolup gidiyorum. Gökyüzünden ve denizlerden ellerime bir avuç huzur alsam görüyorum ki maviden eser yok. Huzur da böyle bir şey olsa gerek sizi çepeçevre sarar ama renginizi değiştirmez.  
Huzur dalgalı bir denizde sakin bir ada gibidir. Adanın büyüklüğü küçüklüğü önemli değildir. İçinde hırçın dalgalar barındıran hiçbir zaman kendine bir yol bulamaz. Hangi felaketten çıkarsan çık ama felaket içinde ise huzuru bulamazsın.
Huzura ekmek gibi su gibi muhtacız. İnsan meyve yemeden yaşayabilir ama ekmeği ve suyu yoksa her an ölebilir. 
Hiç kimsenin yanında fazladan bir huzur bulunmaz ki sana versin. O her zaman seninledir. Sen nereye gidersen o da seninle gelir. 
Huzur bir yerde satılmaz hiçbir şeyle alınmaz. O senin yaratılışında sana verilen emanettir. Emanete sahip çıktığın sürece huzurun bozulmaz. Sen kovalamadıkça huzurun kaçmaz.
Yaratılışındaki güzellikleri kirletmediğin sürece her şeyi tebessümle karşılayabilirsin. Huzur doğduğumuzda da öldüğümüzde de aynı olmalı ki gerçek huzuru bulmuş olalım. Doğduğunda bir kundakla annenin kollarına verildiğinde annen huzura ermişti, öldüğünde ise bir kefenle toprağın bağrına teslim edildiğinde sen de huzura ereceksin.
 Huzuru, annenin ellerinden tuttuğunda, güveni, babana dayandığında bulduğunu söylüyorsun. Şimdi onlar yok ama sana verdikleri güzellikleri yaşatmaya devam et ki aynı güveni ve huzuru kendinde bulacaksın. 
Birilerini şikâyet etmekten vazgeç biraz sabırlı ol, bak her şey aslına dönecek. Hani minik bir bebekken annenin gözlerini, gözlerinle buluşturduğunda ona küçük bir tebessümünle dünyaları verirdin. Sende annenin kokusunu hissettiğin sürece sakin olurdun. İşte bu huzur denilen şey masumiyetin yitirilmesiyle seni terk eder. 
İnsan geçmişin acılarıyla geleceğin endişesiyle yaşarsa huzuru bulamaz, huzur bu günü güzel bir şekilde yaşamandadır. Kaygılarının peşinde sürüklenme azmet ve bir kürek bul, o zaman kayık seni bulacaktır. 
Huzuru bazen dağlara bazen de kendine sığındığında hisseder ve yaşarsın. Huzursuzlar topluluğuna uğradığında orada fazla kalma yoksa seni kendilerine benzetirler. Huzuru üç vakte, beş vakte sığdırmaya çalışma aç ellerini bütün vakitlerine huzur dolsun.
Başkaları seni huzursuz ettiğinde onların gerçek yüzünü gördüğün için şükret. O huzursuzların havasını teneffüs etmeyeceğin limanlar bulmalısın belki de liman kendin olmalısın. En büyük liman seni yaratanın yanıdır. Onun kapısından ayrılma üzülsen de sevinsen de o seni görür sende görebileceğin bir yerden ona bakmalısın.  
Her sıkıldığında iç sesini dinle vicdanının seni sükûnete davet ettiğini göreceksin. İnsan ya huzur vermeli ya da huzur bulmalı eğer ikisini de yapamıyorsa kimseyi huzursuz etmemeli. 
Huzur yurdunu terk edene kadar onun kıymetini bilemezsin bu yüzden huzur bulduklarının kıymetli olduklarını unutma. Huzur çok güçlü bir duygudur o yüzden bozulmaz, ya vardır ya da yoktur.
Kimisi huzuru bir evde kimisi evi olmasa da bir eşte arar iyi bir eşin ve iyi bir evin varsa oradaki huzurun yavruların olur.
Sakin insanlar ve sakin şehirler istiyorum. Kalbim kırıldığı zaman, bir başkasının kırılan kalbi karşısında ne kadar sakin isem o kadar sükûnet istiyorum. İnsanlar sadece bildiği konularda konuşsa dünya ne kadar sakin olur değil mi? Belki kıyamet bile bu yüzden kopmaz hatta burası cennet olur.
“Hayat bir mücadeledir” diyenlerin huzuru bulması neredeyse imkânsızdır, çünkü mücadele başkasını ezmenin yolunu açar. Hayat dayanışmadır, karşındakini mutlu edersen o sana huzuru hediye eder.
Dünyayı cehenneme çevirdiğimiz günden beri, huzuru hep ufuklarda batarken gördük.
Gönlünü daraltan her şeyden kalbini temizle. Huzur kalbin ev sahibidir oraya başka kiracıları kabul etmez. Huzur, bir kalp de haset, kin ve nefret ile beraber yaşayamaz böyle bir durumda orayı ilk terk eden huzur olur.
Tavırlarımızı diğer insanlara göre ayarlarız ama huzur, “ Herkes iyilik ettiği sürece, biz de iyilik yaparız. Ama başkaları eziyet edince, biz de buna eziyetle karşılık veririz” demek değildir. Kendileriyle dostluk kurulamayan kimselerde hayır yoktur.
Samimiyet huzurun kapısıdır her ne olursa olsun o kapıyı terk etme. Samimiyeti elinden bırakma eğer onu bir sefer bırakırsan  bir daha bulamazsın. Samimiyet kişinin hal ve davranışlarına yeni bir anlam yükler. Yükün samimiyetse onun ağırlığını hiçbir zaman hissetmezsin. Samimiyetle geceleyen kalbin sahilinden sabahında inci mercanları toplayabilirsin. 
Ağzından dökülen her kelimen düştüğü yere hayat veriyorsa sen huzura ermişsin demektir.
Sevindiğinde hep şükret, üzüldüğünde şükrün sabine iltica et. Güzel gören güzel düşünür güzel düşünen huzuru büyütür. Huzur, kartopu gibidir geçtiği yerleri yıkarak değil daha da çoğalarak ilerler. Huzur,  yağmur gibidir her yere yağar herkes nasibine düşeni alır. 
Huzur kendisi ihtiyaç içerisindeyken kardeşini düşünmektir.
Huzur saklı bir bahçe gibidir meyvelerini herkese vermez, verdikleri ise yeniden doğar. Huzursuzluk ise virane bir vadi gibidir oraya ne ekersen ek nefret biçersin. Orada yetişenler kendisini herkese ikram eder, ikramını kabul edenler ise her gün ölür.
Huzur, ölüm gibidir sana geldiğinde bütün acılarını alır.

Sallandı İzmir / Emin Osman Uygur

Güzel İzmir ne oldu sana

İçten bir aahh çektin sanki

Biliyorum

Tahammül zor yaşananlara

Nice bin evde dökülen

Gözyaşlarına isyanın var gibi

İzmir’de deprem oldu Sebastiyan. Sen duydun mu bilmem kutsal kitap
Kuran’da ”iza zülzileti’l ardu zilzaleha” diye geçer depremin
meydana gelişi. Arz bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman. Arz canlı mıdır
Sebastiyan? O koca gövde, kayalardan taşlardan topraklardan oluşan
gövde neden sarsılır ki? Hani bir olay yaşarız da sarsılırız ya.
Ruhumuz göçer gider ya bir anda. Hani kalbimiz acır ya. Evet sanki
yeryüzü de öyle sarsılıyor zaman zaman. İzmir ne güzel bir belde
Sebastiyan. Bir zamanlar orada Rumlar ve Türkler iç içe kardeşçe
yaşarlarmış. Hem de kaç asır. Kaç asır Sebastiyan. Bu yüzden bazıları
oraya gavur izmir bile demişler yani. Ama sevimli bir isimle söylenmiş
bu. Nefret yok. Düşmanlık yok.

Ta ki bir zaman şovenler türemiş topraklarda. Faşistler artmış
topraklarda. Nefret artmış topraklarda. İşte o gün bu gün yerde bir
kımıldanma başlamış. Haksızlık varmış. Zulüm varmış. Bilirsin
Sebastiyan bu topraklarda da olmuş bir zamanlar. Ama buralarda çok
acımasız savaşlar olmuş. Toprak hareket etmemiş belki ama ne kanlar
akmış o toprağın bağrına yıllarca. Neden susmuş ki bu topraklar
Sebastiyan? Anlamak çok zo değil mi?

Neyse bence İzmir çok acılar çekti ve daha da çekiyor Sebastiyan. Son
yıllarda oradan koparılan yeni insanlar oldu. Tüm Anadolu’dan,
Rumeli’den bir çok güzel insan, çok acılara maruz kaldı. Yürekler
dayanmaz ama sadece yürekler. Toplum duyarsız Sebastiyan. Ama bak
toprak ama bak yeryüzü ses veriyor. İzmir ses verdi işte.

Ben dayanamıyorum bunca acıya, dedi. İzmir güzel şehir. Her şehir
güzeldir belki ama bu şehirde ne güller açtı bir zamanlar. Çok güzel
bir bahar yaşadı bu diyar. Ne kutlu ve ne güzel insanlar vardı burada.
İnsanlık için gözyaşı dökerlerdi. Kent köy demezler gece gündüz iyilik
adına koşarlardı. Sadece insanlık için sadece iyilik için ve sadece
Allah için Sebastiyan. Yetmez mi bu insan olmak için? Ama yetmedi
işte. Bir zamanlar Rumları düşman ilan edenler gibi o güzel insanları
da düşman ilan etti birileri. Benimki yorum Sebastiyan. Sadece yorum.
Ama içimden öyle geldi. Yer durup dururken veya tesadüfen sallanmaz
ki. Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Başta sordum ya yer canlı mı diye.
İster canlı olsun ister cansız ama gidişattan rahatsız. Bu kesin.

Ama dua edelim Sebastiyan herkes için dua edelim. Kötüler için değil
tabi. Onlar da nereye gidecekse gitsin bir an önce.

eminou

Kardeşime Mektup / Gökhan Bozkuş

Kıymetli kardeşim , mektubuma Keçecizade İzzet Molla’nın bir beyiti ile başlamak istiyorum.

Bir mevsimi bahârına geldik ki âlemin,
Bülbül hâmuş, havz tehî, gülistan harâb.

( Âlemin öyle bir bahar mevsimine geldik ki; bülbül susar, havuz boş, gül bahçesi harâb olmuş! )

   Kardeş sözcüğü Türkçeye aynı karnı paylaşan karındaş sözcüğünün zamanla başkalaşması ile girmiş olsa da , seninle aynı anneden aynı babadan kardeşler olmamış olsak da kardeşimdin,  kardeşimsin, kardeşim olarak kalacaksın.

İnsan bir parçasını,  bir eşyasını kaybedince tedirgin olur rahat edemez ya hani. Onu bulmadan bir türlü kendine gelemez ya… İşte ben de İzzet Molla’nın yukarıdaki beyitinde tasvir ettiği zaman diliminden çok daha ifritten bir zaman dilimi olan bu günlerde seni kaybettim. Şu anda neredesin, ne yapmaktasın bilmiyorum. Belki de uzaktan beni görüyor,  sesimi duyuyor, şiirlerimi okuyor ama ses vermiyorsun. Kırgınsın belki de bana. Neden en zor zamanlarımda yanımda değildin diyorsun belki de. İçeri girdin ve dört duvar arasındasın belki de.

Belki de küçük bir kasabada hiç anlamadığın bir işi yapmak zorunda kalmışken yer yer eski günlere dalıp  ‘hey gidi günler ‘ diyorsun. Önüne konan mercimek çorbasına gözyaşların akıyor belki de. Gece on ikide hep beraber gittiğimiz köftecide içtiğimiz çorbalar geliyor aklına ve çorbalar yerinde  dururken gelip giden ekmek sepetlerini düşünüyor tebessüm ediyorsun kimbilir. Biliyor musun kardeşim, yazdığım şiirlerin hepsinde ama hepsinde birkaç hece kapı açıyorum gökyüzüne hâlâ. Bilirsin o yönümü anlatmıştım. O kapı kuşlar için diyordum ,  sana. O kapıdan şimdi yine heceler kanat kanat süzülmekte ve ben sensiz ve ben sizsiz ve ben o eski takvimlerden geleceğe ümitle ‘yarım’ diyorum şiirlerime kardeşim . Yarım diyorum yarına olan ümidim için. Kuyu’nun içindeki Hz Yusuf’un karanlık gecelerde dokunduğu duvardaki hisleri bir ezgiye , bir fona,  bir besteye çevirecek teknolojiyi icad etseler tınısı nasıl olurdu acaba ? Derisi yüzülürken dostlarına bakan Nesimi’nin bakışlarını bir tabloya , bir filme , bir kareye çevirecek teknolojiyi icad etseler , sızısı nasıl olurdu acaba?  Cemil Meriç okuyordum geçen akşam.  Bir an yakamı tuttu zannettim ve yüzüme haykırdı sandım , biliyor musun? “Ama ben bu kadar acıyı, sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim. ” cümlesini usulca çıkardım oradan. Not defterime bıraktım. Emektar bir kuşçunun ürkütmekten en çok korktuğu güvercine bakışı gibi baktım ve seni ve sizleri düşündüm kardeşim. Çektiğin acıları , çektiğiniz acıları. 

Kaybolmuyorum eskisi gibi kitapların arasında. Zamanla değişir alışkanlıkları insanın. Ben şimdilerde şarkılarda , türkülerde kayboluyorum. Bazen Ahmet Kaya bazen  de bir keman sesi sadece… Alıp götürüyorlar beni. Bu yüzden çok kızıyorum Farid Farjad’a ve Eevanthia Reboutsika’ya. Kilometrelerce öteye bırakıyorlar da elinde İsmail de olmayan bir Hacer misali kalıyorum öylece. Ve o zaman kalemin gölgesine giriyor İsmailleri, Yusufları, Önderleri, Ramazanları,İlhanları düşünüyor ağlıyorum. Kardeşlerim ne yapıyorlar acaba şimdi . Bir film yapacak olursam bir gün baş karaktere en çok  bu cümleyi kurdururdum belki de. Kardeşim,  canım kardeşim ne yapıyorsun acaba şimdi…

Yetmez mi? (Beyaz Sandalye) / Celali

Yetmez mi çekilenler, yetmez mi edilenler
Sussun kalpsiz insanlık, bir şey desin bilenler
Yetmez mi ezilip de hor görülen yetimler
Beyinlerde uğultu kalpte bozuk ritimler
Yetmez mi “Yardım” deyip ve sonra bu sayede *
Şafak vakti can veren bir beyaz sandalyede

Yetmez mi Ya İlahi! Bu karanlık yetmez mi?
Sen Ganî’sin ya bize “fukaralık” yetmez mi?

Yetmez mi arşa değen bu feryad-ı figanlar
Hâl ehline, hâl satan o echel-i nadanlar
Yetmez mi gökyüzünde melekleri ağlatan
Yeryüzünde Nemrut’a kasr-ı pakı donatan
Yetmez mi bir güruhun sümme haşa! Taptığı
Kutsayıp da helvadan uzun putlar yaptığı

Yetmez mi Ya İlahi! Nâr-ı elim yetmez mi?
Sen Rahman’sın, ya bize bunca zulüm yetmez mi?

Yetmez mi kelâmını münafıkca öpenler
Sonra “makara” edip alaycılık yapanlar
Yetmez mi sönen ocak, o yıkılan yuvalar
Habbeyi kubbe yapan uyduruktan davalar
Yetmez mi hayasızca iftira atan itler
Buna karşı başı dik, gönlü buruk yiğitler

Yetmez mi Ya İlahi! İnşirah istiyorum
Sen Allah’sın katından bir felah istiyorum
Adına sabır denen bir silah istiyorum
Geç olmasın Ya Rabbi l! Bu sabah istiyorum.

* KHK mağduru Mustafa Kabakçıoğlu’nun “Kimse Yok mu Derneğine” 5 Liralık yardım yaptığı için hapse atılmasına atfen yazılmıştır.

Naat/Sâfâ


“Ben sözlerimle Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) övmedim.
Fakat O’nunla sözlerimi methettim.” Hassan B. Sabit

Bugün tüm renkler revnak
Hummalı gözler ıslak
Nur yağıyor sağanak
Gül Andelib hoş gelmiş

Rüzgar bulsun bayraklar
Yeşillensin çoraklar
Titresin tüm korkaklar
Nurlu Mehib hoş gelmiş

Karalar gelsin dize
Aydınlık hepimize
Lütfedip semtimize
Seçkin Garib hoş gelmiş

Küheylanlar çatlasın
İnsanlık çağ atlasın
Kurtuluşu atlasın*
Yar-i Karib hoş gelmiş

Ümmetine kıymayan
Şefkatiyle nümayan
Lügatsiz kalır beyan
Evvah Münib hoş gelmiş

Gül dökülsün ateşe
Kainatta bir neşe
Perde çekip gün
Asıl Sahib hoş gelmiş

Ümit içsin şehirler
Fetih olsun bedirler
Ebkem olsun şairler
Esas Hatib hoş gelmiş

*üzerine  güneşin doğup battığı her yer

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑