Kamptaki Hayalet / Fırat Öksüz

1.Bölüm

Galiba deliriyorum. Saat gecenin üçü.  Prefabrik odamda tek başımayım. Ve ilginç bir ses…Yok benden başka kimse. Oda arkadaşım dört aydır sadece imza atmaya geliyor. Mülteci kampında en köşedeki odada yalnız başına kalıyorum. On beş aydır bu kamptayım ve şimdi duyduğum sesi ilk kez duyuyorum.  Size önce odamı anlatayım. Birbirine bakan iki odanın bulunduğu bir bölüm. Ortada mutfak var. Biraz arkada tuvalet ve banyo var. Sesi duyar duymaz her yeri kontrol ettim. Dışarı çıktım. Biraz sağ tarafa yürüdüm. Biraz sol tarafa…Diğer odadaki Afganistan’lı genç zaten hiç uğramıyor odaya. Arkadaşının evinde kalıyor. Geri geldim odama ve yatağıma uzandım. Kapatmadım ışığı. İtiraf ediyorum ki korkuyorum. Almanya’ya gelmeden hapiste de kaldım,  hücrede de. Uzun ve yalnız yollardan yürüyerek geldim. Köpek ulumaları da börtü böcek ısırıkları da ülfetim oldu. Korkuyu tanımam aslında.  Ama itiraf ediyorum ki korkuyorum.  Odamda ışık açık ve ben elimde ekmek bıçağı tir tir titriyorum. O ses daha önce işitmediğim bir ses. Ve en ürkütücüsü de ismimi anması . İlk olarak iki saat önce işittim o sesi. Bir garip oldum. “Fırat, Fırat,  Fırat ” diye üç kez seslendi bana, o mahfi boşluk. Adımla bana hitap eden pek yok burada. Güvenlik olsun , görevliler olsun hepsi Herr Öksüz derler . Oda arkadaşım ile de burada kaldığı zamanlarda bile üç cümle kurmadım.  Dört aydır gelmiyor zaten. Bir saat önce yine aynı tonda işittim aynı sesi. Ve şimdi yine gelecek biliyorum. Zira ses yok ama odamın içinde camlar kapalı olmasına rağmen bir esinti var ve galiba ben deliriyorum. Yüzüme yüzüme ünlenen bir esinti. Zannedersin karlı bir dağın eteğinde bağdaş kurmuşum. Oysa elimde ekmek bıçağı bir ucubeyi bekliyorum.

Bir Rüya Öncesi / H.Nurcan T.

Günlerim bir rüya öncesiydi
Hangi seherin aydınlığı bilmem
Şu tüten hangi derdimin buhurdanlığı
Hasretini çektiğim bir bayram gecesiydi
Ve günlerim bir rüya öncesiydi

Yol yol oldu uzadı sancısını çektiklerim
Dilimde dolanan hangi müjdenin hecesiydi
Yâr diye bağrıma bastığım
Bilmem ki hangi gölgenin perdesiydi
Ve günlerim bir rüya öncesiydi

Elimde kalsa da kırılmış papatyalarım
Tutunduğum bir hikayenin bizcesiydi
Dünden kalma bir türküdür söylediğim
İçimde kalmışların en sessizcesiydi
Ve günlerim bir rüya öncesiydi

Ey gönül ben seni bir yalana bağlamadım
Çilesini çektiğin kutlu bir tohumun habercisiydi
Toprak yarıldı çölün alnında
Sineme sardığım bir yangının gizlicesiydi
Ve günlerim bir rüya öncesiydi

Gel Anla Beni/ Mustafa Kaşıkçı

Vatanı severken canımdan fazla
Dediler “hainsin” büyük bir gazla
Kırdılar dalımı sahte cevazla
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Başıma kar yağdı, yollar kapandı
Gerçek hain adaletten sapandı
Hakkımı yiyenler Hakk’a tapandı
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Ayyıldızlı bayrak kanımdan renkti
Ona sevdalanmak ayrı bir cenkti
Vatan için ölmek yaşama denkti
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Fidan yetiştirdim ovaya, dağa
Kendimi uydurdum muasır çağa
Dostlar zarar verdi yemyeşil bağa
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Düğüne gidemem çağıran korkar
Yaz günü damımdan buzullar sarkar
Tutuşur yüreğim yağmaktayken kar
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Kemik ister durur köpek milleti
Sahibini yerler keserse eti
Bu âdet sardı bütün cemiyeti
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Masumlar hapiste suçlular güçlü
Kararlar verilir ikili üçlü
Konuşulan şeyler hep açık uçlu
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Ağaç kökü layık görüldü bana
Öz yurdumda sayıldım bir yabana
Filleri saldılar bana abana!
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Vatan dedim her nefesimde vatan!
Bulsun belasını vatanı satan
Şah oldu düşene ilk taşı atan
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Hatipler sustu gazeteler yazmaz
Hakk’a kul olanlar bu denli azmaz
Garip ölse mezarı kimse kazmaz
Bu devir nasıl şey, gel beni anla.

Mustafa KAŞIKÇI

Rüyamdaki kuş / Mehmet Remzî

Dün gece rüyamda gökte süzülen

Bir kuş gördüm ipek gibi kanatlı; 

Gözünden inciler gibi dökülen

Rahmet damlasını yere bıraktı..

Damla yere degil kalbime aktı..

Dün gece rüyamda işveli nazlı

Bir de gelin gördüm karbeyaz atlı

Bir dügün hayali davullu sazlı

Hayali ışık gibi geçti aktı

Gönlümü yıkadı temiz bıraktı..

Dun gece rüyamda uzaktan sesler

Duydum.. aramızda dere ve sisler

Birden alev gibi parladı hisler

Tutuşan kalbimi kül etti yaktı 

Ardımda dumanlar sisler bıraktı..

Rüyamdaki kuşum  ipek kanatlım

Şahlanan uçan karbeyazı atlım

Hayali bile tatlı olan tatlım

Bulutun ardında şimşekler çaktı

Mecnun gibi oldum sinemi yaktı..

Yalnız Gece /Cihangir Asyalı

Bir tavşanın

Dağ meltemine değer gibi ayakları

İner gece ağır ağır

İner keder

Titrer ötelerde

Evlerin ışıkları

Bir suskun yalnızlıktır ki büyür

Yorgun bir baykuş sesidir uzar

Bir ses ki yalnızlığın tuzudur

Islanır gecenin yanakları

Niyedir

İki yüzlü dünyanın bir yanı ağıt

Sevinçtir bir yanı

Yoğun bir siyahlığa bürünüp

Ya da hüzne gömülüp

Sükûna karar kalbin koyakları

“Yemin olsun geceye”

Döner devran

Güler kararan yüzü yalnızın

Ağarır gecenin şakakları

Kim ki suskunluğa bürünür

Gecedir

Ve bekler

Işıyan kıpkızıl şafakları

Gecedir

Gözleri keder

Saçları elleri ayakları

Kim ki gece olmuştur

Ele verir kendini

Dudakları

Bir Gün / Yaşar BEÇENE

Hayaller de biter ‘ve’ kalır bir gün
İstersin şakımaz lâl olur dilin
Upuzun sessizlik geceler boyu
Yalnız bir ses midir içine sürgün
Hayaller de biter ‘ve’ kalır bir gün

Belki de bir veda içindi ömür
Soldu bak bahçenin esrarlı gülü
Kokladığın gibi durmuyor işte
Can dediğin hüma Canan yürür
Belki de bir veda içindi ömür

Bitmez mi sanmıştın; geçiverdi ah!
Çocukluktan kalma bir rüya gibi
Akan saatler de işlemez artık;
Bir başka ömr için ağarır sabah
Bitmez mi sanmıştın; geçiverdi ah!

CUMBAYA DÜŞEN AY IŞIĞI /Fahri Ayhan

CUMBAYA DÜŞEN AY IŞIĞI /Fahri Ayhan

Babam her gece işte olurdu. Onun gece çalışmasına anlam vermiyordum bir türlü. Karanlığın gözümde bir kâbusa dönüşüp, ağzını bir ejderha gibi açtığı demlerde soluğu annemin kucağında alırdım. Zaman geçmek bilmezdi. Çocuk yüreğime konan sorularla bu hayata alışmaktan başka çarem yoktu. Sabahın ilk ışıklarıyla kahvaltı sofrasına doğru yürürken beni bir heyecan sarardı. Birazdan babam kapıda belirecek, yorgunluğunu göz kapaklarında taşırcasına kendini eve zor atacaktı. İçeriye giren babam ilk olarak annesinin olduğu odaya yönelirdi. Onu gören ninemin yüzüne renk gelirdi birden. Gece boyunca dinmeyen iniltiler ondan gelmemişçesine yüzü yayılırdı. Müşfik sesi kısıkçaydı hep: “Oğlum sen mi geldin?”


Her şeyi kanıksamıştık. Babam yıllardır aynı fabrikada çalışıyordu. Annemin ise bütün zamanları, ev işleri ve kocasını memnun etme kaygısıyla geçerdi. Bulunduğumuz mahalle iki katlı evlerden oluşuyordu. Buradaki insanların çoğu “ekmek” uğruna uzak diyarlardan göçüp gelmişlerdi. Bir tarihi arkalarında bırakarak buralara yerleşen amcalar, teyzeler… Birçoğunun yaşı kemale eriyordu artık. Ağaran saçlarında yılların tortusu okunuyordu. Balkonlarında, apartmanın dış kapısının önüne attıkları hasırlarda, iskemlelerde söyleşen yaşlı kadınlar… Yıllar geçmesine rağmen buraları sevmekten korkar bir halleri vardı sanki. Köklerini uzaklarda bırakıp ayakta durmaya çalışan bir ağaç gibi… İçine tam oturamadıkları “dünyayı” elbisede bir yama gibi taşımanın garip duygusunu yaşıyorlardı. Her birinin bir hikâyesi, bir yazgısı… Vaktimin çoğu onun yanında geçerdi. Memlekette ninemin hastalığına cevap verecek tam teşekküllü bir hastane yoktu. Bunun için de burada kalmalıydı. Tedavisi yıllar alacaktı . Bu süre zarfında ona epeyce bağlanmıştım. Başucundan ayırmadığı fotoğraf albümüne bakardım çoğu zaman. Gençliğinde giydiği elbiselerinin dokusu hâlâ aynıydı. Başından eksik etmediği gülkurusu işlemeli beyaz yemenisini çok severdi. Bunlardan birkaç tane vardı bohçasında. Zamanının çoğunu cumbalı penceremizden dışarıyı izlemekle geçirirdi. Geceleri geç uyurdu nedense. Pencere kenarında öylece beklerdi. Ara ara inleme sesleri duyulsa da kimseyi rahatsız etmek istemiyordu. Gökyüzünde bir kandil gibi parıldayan mehtabın ışığı yüzünün bir yarısına vururdu. Tam o demlerde annemin yanından usulca kalkar onun odasına yönelirdim. Kırışık yüzüne yansıyan ay ışığının garip parıltısını izlerdim. Yetmiş yılı deviren gözlerinde hep özlem okunurdu. Kendi eliyle büyüttüğü; açelya, begonya çiçeklerini okşuyor, seviyordu. İçinde harlanan özlemi yatıştırmaya çalışıyordu kendince. Tedavi için geldiği bu şehre bir türlü alışamamıştı . Bu beton evde kuru, ruhsuz geçen zamanıma hayıflanıyorum, diyordu her seferinde.


Merak ederdim hep; ninemin her gece anlattığı, masalsı memleketi nasıl bir yerdi? Babam işinden dolayı pek fırsat bulamıyordu. Müsait olduğu zamanda ise kendisi gitmek istemiyordu. Garip bir şekilde oralara küsmüştü babam. Küçücük yüreğimde biriken soruların cevaplarını bulamıyordum bir türlü. Bir insan doğduğu topraklara nasıl olur da küserdi? Babam buralara gelmeden memleketi Kulp’da bir inşaat dükkânı açmış. Büyük firmalara mal satıyor, epeyce iş yapıyormuş. Memleketin sathında güven, asayiş bozulunca ticaret çarkı hepten dönemez olmuş. Malı alanlar parayı getirmiyor, yetkili bayii yeni mal göndermiyormuş. Asıl firma da burası güvensiz deyip gidince, hesaplar iyice karışmış. Anlayacağınız babam gırtlağına kadar borcun içinde… Ne yapacaktı bundan sonra? İki yıl deli divane bir hâlde gezmiş ortalıkta. Paramı ver, diyen silahlı insanlar, amcamı, dedemi rahatsız edenler… Dünyası başına yıkılmış adamcağızın. Dedemin elindeki on dönüm arazisi de ancak geçimlerine yetiyor. Babam günlerce düşünmüş, taşınmış. Büyükşehrin fabrikalarında iş bulurum umuduyla eşyalarını kamyona yükleyip Gaziantep’in yollarına düşmüş.


Buralara gelince çalıştığı fabrikada gecesini gündüzüne kattı, didindi. Memleketteki borçlarını ödedikten sonra bir kuş gibi hafiflediğini anlatıyordu. Kalbi hâlâ yumuşamamış olacaktı ki orayı konuşmak istemiyordu bir türlü. Bu tavrı dikkatimden kaçmıyordu. Yıllarca içine çöreklenen bu duyguları daha ne kadar devam edecekti? Bu zaman zarfında kendince bir yol bulmuştu: İşine sımsıkı sarılarak yaşadığı acıları unutacağını; hayatının “efendisi” olacağını düşünüyordu. Dedem ve diğer akrabalarımız yıllarca bizden ayrılmadılar; gelip gittiler her seferinde. Ben bir yaşımdayken buralara gelmişiz. “Memleket” kavramına sahici bir tanım getiremiyordum hâlâ. Annemin anlattığı ile ömrümün geçtiği bu yerleri bir araya getirmekte zorlanıyordum. Bu kimlik karmaşası içinde ömrüm geçerken, akşam soframızda “huzurla” yediğimiz bir lokma ekmek tek tesellimizdi. Her şeyin düzeleceğine inanıyordu… Ninem hastalığıyla yaşamak zorundaydı. Her şeye rağmen ümidini yitirmiyordu. Duvarda çakılı küçük dolabı ilaç kutuları ile doluydu. Çizgili yüzünden eksik olmayan tebessümü ile ocağımızın bir parçasıydı artık. Hiç ümidini kaybetmiyordu. Bütün gün önünde durduğu cumbalı pencereden hayata dâhil oluyor, ayrı kaldığı dünyasının hayalini kuruyordu. Yazın sıcağında içerde yatmayı tercih ediyordu. Bir gece ağırlaştı . İlk arabayla hastaneye yetiştirdiler. Zamanında müdahale ile ninem hayati tehlikeyi atlatmıştı . Gözlerini açar açmaz: “Halit oğlum beni götürün artık” dedi. Şimdiye kadar gitmesine hiç izin vermeyen doktorlar, uyarıları dikkate alınmak şartıyla gönderebileceklerini söylediler. Ninem eşyalarından bir kısmını bizde bırakmıştı . Belki de geri gelebileceğini kurmuştu içinde. Evine ulaşınca kavuşma heyecanıyla kendini bahçeye attı . Yıkık duvarlar, bahçedeki çimlerin kokusu… Müebbetle yargılanıp sürpriz bir şekilde tahliye edilen bir mahkûmun sevinciyle dolmuştu. Dedemin de beli iyice bükülmüştü. Buruk tebessümünde memnuniyet okunuyordu. Babam ise doğup büyüdüğü yerlere anlamsızca bakıyordu. Köprünün altından da çokça sular akmıştı . Eski sorunların yerini başkaları almıştı artık. Öyle ya! Bir nehirde iki kez yıkanılmazdı. Yumuşayan tavrı gözlerden kaçmıyordu. Ninem bahçedeki yeşilliğin içinde nefes nefese… Doyasıya yaşıyordu. Yıllarca özlemini çektiği ocağının her ayrıntısına dikkat ediyordu. Evdeki küçük gelini, dedem, bir dediğini iki etmiyorlardı. Büyükşehir dedikleri; fakat kendimi içinde hep küçük hissetti ğim yere geri dönmek zorundaydım. Artık sık sık geleceğimizi söyleseler de gözüm arkada kalmıştı bir kere. Bir yitiğini geride bırakmanın burukluğuyla ayrıldık.


Babam çalışmaya devam ediyordu. Bir kulağı da memleketteydi. Böyle böyle aylar geçti. Bir sabah iş çıkışı eve gelmesi gerekirken, gelmedi. İlk arabayla memlekete gitmişti. Annem rahatsız, bu günden tezi yok siz de gelin, demişti. Ninem günlerce hastanede yattı. Dedemlerin evi insan seli oldu, günlerce. Ninemin köy evine son getirilişini kabullenemedik, bir türlü. Küçücük yüreğime kadar dokunan ağıtların nağmeleri rüyalarımdan çıkmıyordu bir türlü.


Koca ev bize dar geliyordu. Nereye dokunsam, nereye baksam ninemden izler… Uzun süre odası kapalı kaldı. Bir gece mehtabın ışığı penceremin mermerine vururken içim kabardı. Zihnime doluşan bin bir hatıra ile… Yavaş adımlarla odasının kapısını açtım. Cumbalı pencereye düşen ay ışığı yüzünde parıldıyordu. Büyünün bozulmasına izin vermek istemedim. Gecenin karanlığına anıları yeniden katarken uykum hepten kaçmıştı. Gülkurusu beyaz yemenisi ellerimde; kokusu, yumuşaklığı tek tesellimdi…

Sevda Bahçemde/ Mehmet Remzî

Sevda bahcemde bir gül yetiştirdim
İzin ver koparıp sana sunayım..
Gül dedikçe asıl seni anayım
Amma ne bülbül ne de bir sunayım

Gönül pare pare oldu sen de bil,
Gözümden akan şu yaşlarımı sil,
Ben seni aklıma geldikçe değil,
İzin ver her zaman anayım..

Rüyalarda buluşalım seninle,
Sineme başın koy kalbimi dinle,
Aynamda olanca güzelliğinle,
Seyredip de seni serap sanayım..

Yol sevgi yoludur varmı başka yol
Gönül petegime katre katre dol
Ben bir av kuşuyum sense avcı ol..
Kıy bana avla yoluna konayım..

Dişlerin inci tebessümün şirin,
Varsa bir erdemim senin eserin,
Nolur uzat bana uzat ellerin..
Sonsuza kadar sana tutunayım..

Naz etme sevmişim sevdam inattır,
Balda kaymakda yok bu nasıl tattır?
İçene şifadır ab-ı hayattır,
İçtikçe içip de doyup kanayım..

Dilbeste / Farzımuhal

Seslendiren : Yaşar Beçene

Gözlerimiz çiğlerle halelenmiş
kronik sızılar barikatı bağrımız
Buğular,çağıltılar,harabe şarkıları
Manipülatif yanılgılar gizlenmiş şuur altı mesajlarına
ana sütü çağrımız

“Mevla görelim neyler “

iyi niyetlerimiz vardı bizim
dünyaya ilk adım atışımızla başlayan
bahara, inkılaba, direnişe dair
el sürmeden silaha

sığ(ın)madan sabaha
kurtuluş şiirleri söylemişliğimiz vardı
yahut diriliş
ayran, simit eşliğinde Karadeniz’e karşı

“yaz rüyaları”

kahr-ı pespaye
rûz-ı meşakkat
anılarımıza kastedildi evvelen
sonra masum kalmış yanımıza
heyhat
Kimimize Şirin olmak düştü
Kimimize Ferhat
Kimimize de dağ olmak düştü
mesela Palandöken
mesela Nanga Parbat

“Tutam yar elinden çıkam dağlara “

iyimserliğimize suikastler düzenledi
bugünler için yetiştirilmiş keskin nişancılar tarafından
bir vakt-i keder oldu

azık olmuştu muştularımız
fizân olsa da niyetliydik gitmeye
/ki bazılarımız çoktan gitti
destanlar yazıldı ardlarından
kıvançla bahsedildi adlarından/

“Önden giden atlılar”
Işık’tan kanatlılar

niyetliydik gitmeye fizan olsa da
anne rızasını almak en zoruydu
bir de öpmek gözlerini cananın hayali dudaklarla

“ne ağlarsın benim zülfü siyahım
bu da geçer ağlama”

kimimize aylar hep Eylül
kimimize Muharrem
yangınları içmiştik semaversiz kış akşamlarında
ellerimiz an kesiği
ümitsiz olmadık biz hiç hem

kan ağlarken içimiz dil’şad gözüktük
dünyanın tüm halklarının özge bayramlarında
ama bir kurban kutlamasında yaşadık açıktan matem
bir de ramazan sonrasında
kulağımız memleketten gelecek telefon sesinde

“Sefinem gark oldu dert deryasında “
“Kimseye kıymamıştık biz oysa “

Ah râh-ı meşakkat
şehr-i hâr
kimimiz yakınız kimimiz uzak
kimimizin yazgısına ilişmiş muvakkat firar

“Bekle bizi istanbul”
Işık…

yedi değil
binlercesi
“Mehlika sultanına aşık”

şiir elvedaya alışık
şair ağlamaya

“ağladıkça”

farzımuhal

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑