Maviye Çalardı Gençliğim / Selvi Tıknaz

Mavi, gözü yoran bir sonsuzluktu. Bakmanın görmeye yetmediği bir ufukta, varla-yoğun harman oluşuydu. Gökyüzü denen o kubbenin altında hepimize bir solukluk can bahşedecek, Cömertti mavi. Bazen siyah noktalar belirirdi mavinin içinde. Yaklaştıkça kanatları belirginleşen… ve anlaşılırdı ki o küçük karartılar, umuda kanat çırpan kırlangıçlardı. O umut muhacirlerini görünce kalbim de kanatlanır, düşerdi ardlarısıra. Ama her daim onlar gider, bana “el sallamak” düşerdi.

Olsundu… onlara hasrette güzeldi ya.

Maviye çalardı gençliğim… Kelebek göçü düşlerdim her mevsim başka diyarlara. Sonra öğrendim ki, her mevsimi her günü bir güne sığdıranın adıymış kele-belek. Ömrümüze sığdırmaya çalıştığımız herşeyi, gönlüne sığdırabilenmiş birgünlükler.

Maviye çalardı gençliğim… Gündüzün geceye kavuşma telaşıyla, ortalığı kızıla boyadığı akşamlarda. Bu telaşe olmazsa ateşböceklerini nasıl farkedebilirdik. Onlar ki akşam koyduğumuz kavanozda, sabah tılsımını yitirenlerdi.

Maviye çalardı gençliğim… Çocukların atlastan çepkenleri olmalı diyordum. Ağzına kadar dolmalı cepleri huzurla. Dudaklarının kenarından akmalı şeker tadında bir hayat. Kulaklarına şiir fısıldamalıydı çocukların, kalplerini yarıp öfkeyi çıkarmalıydı sabah rüzgarları. Oysa ki insan pek zalimmiş. Hayal ederken titrediğimiz “o çocuklar” ayakkabılarını mapus voltasında eskitecekmiş…

Maviye çalardı gençliğim… Öyküm henüz uykum kadar ağırlaşmamıştı. Büyücü, renkleri hapsetmemişti kırk kilitli sandığa. O zamanlar sandıklarda pembe entarili komşu kızının aşkı, hattâ hatırladıkça dudağını yana kaydıran sırım gibi bir “maşukun” hayali vardı. Kaneviçeye işlenen şeyin adı “vuslat”tı. Özgürlük esir edilmemişti bir hoyratın iki dudağı arasına.

Maviye çalardı gençliğim… Anamın “Boş Beşik”i izlerken ağlamasına, dalga geçercesine bir anlamsızlıkla bakardım. “Ana olunca anlarsın” derdi, daha bir anlayamazdım. Ama öyleymiş. Ana olunca duydum meleyen kuzunun sesini, yuvadaki kuşun bir çift kömür karası gözü nasıl beklediğini… Adamın anasını ağlatırmış. Analık bir seninkine değil hepsine yanmakmış…

Maviye çalardı gençliğim… Hayaller henüz tehcir edilmemişti zihnimden. Hüzün taht kurmamıştı alnımın çizgilerine. Gönlümün göğünde kapkara bulutlar yoktu o vakit. Gün berrâk, geceler yıldızlıydı. Bana sorsanız Süreyya, peri padişahının gökyüzünde dolaşan kızıydı.

Oysa şimdi…

Kırlangıçlar gitti, çocukların ömrü kelebeklerin ki kadar bile değil. Altında ezileceğim kadar ağır hikayem.

Şairin dediği gibi “tüm renkler kirlendi.” Özgürlük esir, sandık hâlâ kilitli… ama en acısı mavi gençliğin yerini “büyümüşlük” aldı. Sunay Akın’nın dediği gibi, o özgürlüğü elinden alınmış çocuğun adıydı.

Gençtim anlıyor musun?… büyümeden önce gençtim. Maviye çalıyordu hatta gençliğim.

Gençlik maviydi, sonsuzdu, soluksuzdu…

Saçları ağartan, herşeyin içine atıldığı,

dipsiz bir kuyuydu…

Yalnızlığın Pençesi/ Abdussamed Alan

Bir söz düşer dilde,
Bir bakış oluşur yüzde,
Ve asık bir çehre,
Kırar yürekten ince bir dalı.
Solar bir anda bütün renkler,
Matlaşır en tiz sesler,
Yorgun düşer gözler,
Kırılır yürekten ince bir dal daha.
Yalnız kalırsın bir gün gök kubbe altında…
Susar bütün kuşlar,
Cırcır böceği sesine hasret kalırsın,
Yıldızlar bile göz kırpmaz olur…
Hiçbir lezzet tat vermez diline,
Üzerine uzandığın döşek demir tarak olur,
Nihavent makamı açmaz gözlerini,
Yalnızlığın pençesinde…

Bayram Yalnızlığı / E.Osman Uygur

Bugün 30 Temmuz 2020. Kurban bayramına iki gün kaldı. Gurbette dördüncü kurban bayramı olacak. Artık yalnızlık yaşadığımızı söyleyemeyiz buralarda. Epey bir çevremiz oldu. Memleketteki bayram havası olmasa da kendimizce bir bayramlaşma yapacağız yine. Almanya’da akrabamız yok. Büyük kızım burada evlendi ve Almanya’da ikinci evimiz oldu onların evi. Ramazan bayramında olduğu gibi yine oraya gidip olduğu kadar bir bayram havası yaşayacağız.

Akşam, güneydeki İsmet abiyi aradım. O da güneyde ikamet ediyordu. Belki kızımın şehrine yakındır diye bir konum istedim. Ama maalesef uzaktı. Konuşma arasında Almanya’da kızımdan başka kimsemiz yok dedim. İsmet abi benim hiç kimsem yok deyince ben hata ettiğimi anladım. Ama İsmet abi bana imalı konuşmadı tabi. Aramızda öyle şey olmaz. Ama ben yine de yaşadıklarımdan hisse çıkararak daha dikkatli olmam gerektiğini düşündüm. Evet İsmet abi orada tek başına kalıyordu. Bayramda kapısını çalacağı kimse yoktu belki. Veya onun kapısını kimse çalmayacaktı. Bu gariplikle birlikte yaşanan yalnızlık, bizim için çok farklı bir şeydi. Yıllarca akrabalar ile çocuklar veya torunlar ile birlikte bazen neşeli bazen hüzünlü nice bayramlar geçmişti. Şimdi İsmet abi yalnız olduğu gibi eşi ve çocukları da yalnızdı.

Sonra söz Türkiye’ye geldi. İsmet abi bizimki de yalnızlık mi ki dedi. Esas içerdekiler ve içerdeki anneleri babaları bekleyen eşler, çocuklar, aneler babaları yalnız. Onlar garip. Çocuk hasta oluyor, sonra vefat ediyor. Babasını veya annesini çıkarmıyorlar. Bayram geliyor, açık görüşe izin vermiyorlar. Hırsız arsız çıktı serberst dolaşıyor, masumlara bayram bile çok görülüyor.

Üzüldük bir daha. Zaten sürekli akan sosyal medya haberleri veya yazılarından dolayı içerdekilerin hallerinden ayrı değiliz. Hepsinin yalnızlığı farklı dedim. Bizimki de farklı onlarınki de farklı. Ama onların durumu daha sıkıntılı dedim.

Sabah olunca hazırlandık. Çantaları arabaya koyduk. Sonra da posta kutusu anahtarını komşuya vermek için kapısını çaldık. Afganlı bir anne ve iki küçük çocuk. Eşi Atina’da kalmış. Yalnızlar. Yapayalnızlar. Bazen onlar bizim kapıyı tıklıyor bazen de biz onların kapsını tıklıyoruz. Anahtarı verdik. Posta gelirse bize fotoğraf atacak. Ben merdivenlerden inerken hoşçakalın dedim. Afgan bayan bana güle güle derken gözlerinden ”nereye gidiyorunuz, bayramda burada yok musunuz?” sorusu tüllendi sanki. Bakışlarından öyle hissettim. Merdivenlerden indim. Aklım orada kaldı. İki çocuk vardı. Bayramda orada olsak onlara hediyeler versek ne güzel olurdu. Ama dönünce yaparım diyerek kendimi ikna ettim ve yola revan olduk.

Nice yalnızlar var bayram günlerinde. Hele de çocuklar. Bayram birlikte olmak demek. Yalnızlık hiç yakışmıyor bayrama. Ne olur varsa yakınlarınızda birileri, üşenmeyip gidelim. Bir şekerle de olsa özellikle çocukları sevindirelim. Bayram hediyesi desin çocuklar. Bayram harçlığı desinler. Özellikle çalalım kapıları. Çocuklar sizin için geldik diyelim. Onların akıllarında yer etsin.

Omuzdaki Yük / Tesnim


Aldı kalemi kağıdı eline, bahçedeki çardağa oturdu. Yazmaktı niyeti ; kendini, onu, onları, uçan kuşu, eylülle gelen sonbaharı, sararan yaprağı , baharla tomurcuklanan dalları, suyu çekilen dereyi , balonu patlayan çocuğu, şifasını dileyen hastayı, evladını özleyen anneyi… Evet yazmalıydı ; özgürlüğünü kuşun kanadında arayan mağduru, bekleyenin saatindeki akrebin hareketini, yeni doğan bebeğin süt kokusunu, mezun olan gencin fırından yeni çıkmışçasına taze olan gelecek hayallerini, çiçeği burnunda gelinin duvağını, konuşmayı öğrenen çocuğun ilk hecelerini, camiye namaza yetişmeye çalışan dedenin takkesini, son yolculuğuna uğurlanan bir adamın vedasını belki ‘ah’larını, en güzel tebessümü… yaşarken gün denen 24 saatçiği, iç içe gerçekleşen tüm bu durumları bir anda düşünüp, yazmak… Yapabilir miydi ? Şimdi yazmaya niyet ederken bile cesaret gerektiren, insanın gözünü korkutan, “altından nasıl kalkarım bu kelimelerin, nasıl ardarda gelir bu cümleler” dedirten durumlar nasıl oluyordu da bir güne sığabiliyordu? Nasıl taşıyordu insanoğlunun omuzları bu olayları ? Neydi bu yükü dimdik taşıyabilmenin sırrı, yükün ağırlığı altında kambur olanların aksine? Dağların bile almaktan kaçındığı bu yük taşınmak için insanda ise vardır bir sırrı elbet. Güçlü olmak mıydı? Bedenin gücü yeter miydi bunları taşıyabilmeye? Yürekti asıl güçlü olması gereken. Meselenin aslı gücün kaynağına erişebilmekti. İman denize dalınca yürek, erişiyordu her yükü taşımaya kafi gelecek güce. Sabır gerekti o gücün yanında, dünya denen yolun sonuna dimdik varabilmek için yük omuzda. Bilmek gerekti sabır tükenmeye başlayıp yorulduğunda doğru yere yaslanıp nefes almayı. Yükü de sabrı da gücü de veren Yaratıcıya dayanmayı bilmek gerekti. “ Rabbim en iyisini bilen sen, veren sen, kolaylığını da verirsin” demek gerekti. Fedakarlık gerekti tüm bunların yanında sevgiyle, vefayla, şükürle, içtenlikle taşıyabilmek için dünya yükünü. Gerekti işte yardımına nail olmak için yaratıcının. Eee bir de her yük alınmamalıydı o omuzlara. Ne zaman ki ağırlık fazlaca aşındırdı omuzları dönüp bakmalı insan o yük taşınması gereken yük mü diye? “Derdi dünya olanın dünya kadar yükü olur” sözü kulaklarına çalınmalı o sırada. Omuzlara doğru yerden yeteri kadar ve gerekli yükü almalı insanoğlu. Kağıdın sonuna gelince bıraktı kalemi elinden. Ne kadar zamandır yazıyordu bilmiyordu. Dalmıştı harflerin bir araya gelişine. Topladı masanın üstünden yazdığı kağıtları. İtina ile dörde katladı. Sabahın ilk saatlerini kelimelerle, kendi cümleleri ile geçirdiği için memnundu. Şimdi içeri geçip hazırlanması gerekiyordu günün geri kalanını omuzlarındakiler ile barışık geçirebilmesi için. Ayağa kalktı, omzundaki yüke göz kırptı ve dimdik ilerledi…
TESNİM

Hayal Kapısı / Tesnim


Zaman zamanı yıllar yılları kovaladı. Takvim yaprakları birer birer koparıldı biten her günün ardından. Karlar kara topraktan eriyip geçti defalarca. Yine cemreler düştü baharı müjdeleyerek havaya, suya, toprağa… Bir de Arapça manasına büründü cemre; kor oldu, bir çok insanın yüreğine de düştü müjdeleyici sıfatından uzaklaşıp. Tohumlar tomurcuk, tomurcuklar gül oldu her bahar yeniden renk renk. Yağmur damlaları ıslattı evlerimizin çatılarını. Emekleyen bebekler yürüdü, oyun çocukları okullu oldu. Gençler yetişkin, yetişkinler olgun oldu. Kemale ermek için yıllara gerek yoktu gerçi “an”lar yeterdi ama herkes yaş aldı yıllar gelip geçerken. Zira dünya kurallarından biriydi bu faniysen yaşlanırsın. Ümit ile sabrın, korku ile sekinenin, bekleme ile kavuşmanın, gözyaşı ile tebessümün, vefa ile ihanetin, zaman ile zamansızlığın, durmak ile kanatlanmanın, doğru ile yanlışın birbirine karıştığı şu süreçte gerçek ile rüya arasında araftaydı insanlar. Herşeylerini kaybetmiş gibiydiler zahirde. Sözleri eksik, hayatları yarım kalmıştı. Hatta canlarını yitirmişti kimisi. Lakin kaybettiklerini yeniden bulmuş gibi olacakları zamanın geleceğine inançları tamdı. Şu noktada asıl bulmaları gerekenin kendileri olduğunu kavramışlardı artık. “Eski kendi”lerini aşıp çok , çok daha başka biri olmalıydılar. Şimdilerde bunları düşünmek için oturunca bir köşeye, hayallere kapı aralanıyordu hemen:
“ zorlukların aşılmış olduğu , felaha ulaşılmış, huzur kokan günler gelip yerleşmiş tüm evlere. Baharın o ılık, tatlı rüzgarı doluyor çiçek kokuları ile pencerelerden. Çocuklar gibi şen herkes yaşına bakmadan. Herkesin başının üstünde bulut, ayaklarının altında toprak. Hasret yerini vuslata bırakıp terki diyar eylemiş çoktan. Gözlerden yaş mutluluktan akar olmuş. Saatlere, takvimlere bakmalar azalmış zira tüm beklenenler gelmiş. Ocaklarda derin sıcacık muhabbetlere eşlik edecek demlikler fokurdar olmuş. Upuzun sofralar kurulmuş kavuşmaların hatırına. Özgürlük rüyalarda dolanmaktan, sadece yazılır çizilir olmaktan terfi edip yaşanır hale gelmiş. Kalemler artık bambaşka mevzular için buluşur olmuş kağıtlarla. Sabredilen, beklenen her günün mükafatı salıncak kurmuş her bir kalpte.”
En sonunda gönülden amin diyerek kapanıyordu aralanan hayal kapısı. Nasıl gerçek olur bu hayaller kimse bilmiyor. Evet bilmiyor ama Allah’ın elbet bir gün çözüm yaratacağını biliyor. O zaman Nazan Bekiroğlu’nun dediği gibi “ Bize bütün haberlerin yerini tutacak bir haber gönder Allah’ım. Üzerimize iyilik ve güzellik kondur…”
TESNİM

Tarifsiz Bakışlar 2 / Gökhan Bozkuş

Bu yazımda size tanıtacağım gözlerin sahibi William Wallace… Mel Gibson’un 1995’te hem yönettiği hem de başrolünde oynadığı Cesur Yürek (Braveheart) filminin tarihi karakteri.

Filmde Iskoçlar ile İngilizler arasındaki mücadele anlatılır. Uzun uzun size filmi anlatmak yerine sizleri filmin en hazin bakışlarını yakaladığım o kareye götürmek istiyorum. Bazılarınız William Wallace’ nin eşinin öldürüldüğü sahne diye bir tahmin yürütebilir ama değil. Tarifsiz Bakışlar koleksiyonuma giren gözler Wallece’nin eşini kaybettiği anlara ait olan bakışları değil. Halkının umudu olarak gördüğü çok güvendiği  Robert the Bruce’nin Falkrik Savaşındaki ihanetini fark ettiği anlardaki bakışlardır.

Eğer sadece ışığın yansıttıklarını görüyor ve sadece sesin yaydıklarını duyuyorsanız, o zaman görmüyor ve duymuyorsunuzdur. Diyor ya Halil Cibran … Filmin yönetmeni ve oyuncusu Mel Gibson kitapların satır aralarında o ihaneti nasıl yudumlamışsa artık dünya sinemasına unutulmayacak bir bakış bırakmıştır. O bakışlar inkısarın meyvesi olmuştu adeta. Benzer bir bakışı da Pamuk Şekercinin yanındaki İsmail Abi karakterinde yakalamış ve notlar almıştım Leyla ve Mecnun dizisini izlerken… Pamuk şekerin pamuktan yapılmadığını öğrendiği anki o bakışları bize zannettiklerimizin aslını öğrendiğimizde hissettiğimizin gözlerimize nasıl yansıdığını çok güzel veriyordu.
Hani bir ünlem vardır ya… Vay be… işte bu iki kelime iki gözde ancak güneş zannedilen ateşböceklerini fark ettiğimizde kıvamını buluyor. Vay be…

Gökhan Bozkuş

Adsız Kahramanlar/ Yusuf Kar


Umutlarım kumdan bir kale…
Kurşuni dalgalar peşimde
Kaçacak diyar arıyorum
Sığınacak liman kendimde
Bu gün geçecek mi?
Son sabah mıydı yoksa ilk mi?
O gün gelecek mi?
Hangi ömür bedel bu zor yanıta?
Beynimi sorular bir bir biçince
Kaç masum daha sığıcak tabuta
bu son kadehten bir yudum içince
Kalbimi söktü aldı avuçlarım

Kimine göre şeytandım
Kimine göre de cindim
Oysa ben de insandım
Umduğumdan incindim
darıldım
İstemem ne günü ne gündüzü
Kırıldım
söndürdüm gözlerimde yıldızı
Hasretle bir hayale sarıldım
Kapkaranlık izbe merdivenlerde
Gecenin gölgesine kıvrıldım
Çektim tüm renklere simsiyah perde
Bakışlar yoruldu ben yoruldum
Serildim
Uzanıp kaskatı uzanıp yerde
Kimseler görmeden kimsesizce
Kime vuruldum kimden ayrıldım
İnsanlar nerde insanlık nerde
Caddeler sokaklar neden boş sizce
Badem gözlerim sırma saçlarım

Düştüm bu uğurda eşikte kaldım
Bağırdım açılmayan kapılara
Bu helallik belki benim son hakkım
Anladım anladım geldim bir sona
Sırtımdaki yük artık ağır bana
Boşalsın boşalsın dolsun ki çıkım
Buzdan sermayem elimde erirken
Ruhumla bedenim savaş verirken
Atabilmek için bu yolda son adım
Çırpındım Çırpındım eşikte kaldım
Siz şahit olun yırtık papuçlarım

Sildim
Gülerken gözümden dökülen yaşı
Kaldıysa elimin azıcık feri
Minik bakışlarında zulüm izleri
Kaç kez düşürdü omzundan başı
İçimde oynaşan hemdert gürzleri
Yenildim
Kendime kaybettim bu son savaşı
Aç kapıları aç bezirganbaşı
Geldim
Dünya ancak oyun oynaşma yeri
Bildim
kaç defa yüzüme çarptı bu kapı
Söküldü sabrımın tunç kilitleri
Girdim
Minicik gözlerde içtim ızdırabı
Vah dedim ahımla yandım
Derdim
Öz evladımın yüzünde kederi
Her gün başka bir zülme uyandım
Gülmekten utandım aşktan utandım
Gözler vurdu
Sözler durdu
Kaçamadım debelendim
Adalet gözleri bağlı körebe
Kaçamadım ebelendim
Verdim
Son nefesimde son tövbe
Ele verdi beni kendi suçlarım

Metruk apartmanın girişinde
Hakikat yine adalet peşinde
Saklandım lakin söbelendim.
Yüreğimden tuttu ecel neferi
Kaderin çift yüzlü sapsız hançeri
Ölüm ya da yaşam bir yanı keskin
Biliyorum vuslat yakın ve kesin
Yok artık ruhumun kaçacak yeri
Kalmadı takati kalmadı feri
Kalbim yoruldu ben yoruldum
Geldim bildim öldüm
İstemem vefasız bir arkadaş
Başıma dikin vefalı bir taş
böyle gördüm ben böyle bildim
öyle sevdim ki böyle öldüm
Yazın beyaz mermerime siz yazın
Badem gözlerim sırma saçlarım
Yusuf kar

45′ Dakika / Yakup Kenan

Acımıza katık gözyaşı
Gündüzler hesapsız geçer
Geceler, gecelerimiz
Düşüncelerin çıkmaz sokağında..
Demir soğuk, dört duvar beton
Demirden gelir yemek
Ve soğuktur kendisi gibi
Her lokma kurşun gibi ağır..
Gökyüzü kararınca, pencerelerden
Kasvet düşer orta yere
Ansızın sokulur koynumuza özlem..
Uykuda sayıklarız
Nasipsiz kalmazsa yastık yorgan
Derin bir ah işitilir
Ranzaların arasından..
Baharı ümit ederiz
Filiz veren başaklar gibi
Ama ayazdır dört mevsim
Hepsi kıştan kalma tipi, boran..
Her ses uzaktan gelir
Kulağımız hep tetikte
Düşlerken geleceği
Bir anda yakalar Mahpusluk
Adımlarımız yarım kalır…
Hasretle geride kalır
Lekeli camların ardından bakan gözler
Yutkunmak bile ar sayılır
Sıkarken yüreğimizi çaresizlik..
45’dakika ya sığar, 45’dakika!
Yavrularını avut, yarini teselli et
Ana babanın elini öp, halini sor
45’dakikada dokun sevdiklerinin hayatına..
Büyük oğlan karne almış
Küçüğü daha tanımaz babasını
Kızım suskunluğa gömülmüş
Ağlayan gözlerle bakar bana..
“Haydin beyler süre bitti!”
Haydi girin kabirlerinize
“Tek sıra yapın!
Konuşmayın!
Sessiz olun..!”
Bir de derler “Gözünüz aydın!”
Oysa hisse demezler
İçimizde yine büyük bir yangın..
Ağır ağır adımlanır malta
Küller gibi savrulur hissettiklerimiz
Yüzümüze çarpar demir kilit sesi
Bütün bu karanlığa inat,
İçimizde Sökün eder güneşin neşesi…
28.11.2016 Yakup Kenan

Ümit / Yağmur

Ümit
Yurtdışı şartları zor ve ağır olmasına rağmen ve her ne kadar annem babam karşı çıksada da bastıramamıştım içimdeki o tarifsiz aşkı. İçimde hep ayrı bir heyecan olurdu. Dershane öğretmenim ve dayım gibi bir hizmet insanı olmak istemiştim. Her ne kadaraklıma bir çok kez geri dönme düşüncesi düşsede beni burda tutan bir gaye vardı.Onlar gibi bir gayeye sahip olup, hiçbir beklentiye girmeden koşturmaktı hayalim. Hep beni görmek istedikleri gibi bir hizmet insanı olmak istedim. Hizmetin önemini tam anlamıyla idrak etmemiş olmama rağmen…
Yıllar yılları kovaladıkça ikinci vatanım oldu içinde hizmet ettiğim ülkem. Yoğun zamanlarımızınolduğu ve hatta dinlenmeye bile cok vaktin kalmadığı dönemlerdi ilk geldiğim yıl. Öğrencilerimle programım vardı. O zamanlar dil öğrenmeye yeni başlamıştım. Programın yoğunluğundan ders çalışmaya çok vakit kalmamıştı ve final sınavım vardı. Yatmadan önce sadece bir göz gezdirebilme imkanım olmuştu. İçimi ,sınavdan kalma korkusu sarmıştı. Sabahsınav için yurttan ayrılmadan önce, bir öğrencim koridorda bana doğru gelip “Abla sınavınız çok güzel geçecek inşallah ,ben size dua ettim.” dedi. Üniversiteye giderken ayaklarım geri adım atıyordu. Sınav kağıdı önüme geldiğinde “Ya Settar” diyerek başlamıştım korkarak… Sıvavım kötü geçmişti. İki gün sonra sınav sonucu gelince şaşkınlık içerisindeydim. Sınavdan

çok güzel bir puan ile geçmiştim öğrencimin duası ile. Ve o zaman bulunduğum yolun güzelliğini farkediş anımdı… Beni özüme döndüren, beni ben yapan, arkadaşlarım ve öğrencilerim ile beraber yürüdüğüm bu eşsiz yoldu.
Sayımız az olsa da her ihtiyacımızı bilir ,birbirimize anne baba olmaya çalışırdık. Derdimiz, kederimiz ,yolumuz bir idi. Bizi aynı noktada birleştiren birçok nokta vardı. Yeri geldi, üzüldük birbirimize sarıldık. Gurbette olmanın üzüntüsünü ve uzaklığını hissettiğimiz zamanlar aramızdaki sevgi ,bir nebze dahi olsa onu dindirirdi. Yorgun düştüğümüzde, daha çok koşmamız lazım deyip ayaklanmaya çalışırdık tekrardan. Acımızı birlikte yaşayıp gözyaşlarımızı birlikte siliyorduk. Birbirimize güç veriyorduk, ikinci vatanımız dediğimiz ülkede. Kendi vatanımızdan kilometrelerce uzakta,dünyanın öbür ucunda kalpleri kalplerimize yakın dostlar edinmiştik.Hep beraber tarifsiz bir atmosferin içindeydik.
Başlangıçlar hep zordur ama neticesi güzel olur düşüncesi bizi ümitlendirmişti. Ve bu ümitle geçirdiğimiz dopdolu yılların sonunda rengarenk çiçekleriyle, içimizi ferahlatan bir gönül bahçeseydi geriye kalan…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑