Mavi, gözü yoran bir sonsuzluktu. Bakmanın görmeye yetmediği bir ufukta, varla-yoğun harman oluşuydu. Gökyüzü denen o kubbenin altında hepimize bir solukluk can bahşedecek, Cömertti mavi. Bazen siyah noktalar belirirdi mavinin içinde. Yaklaştıkça kanatları belirginleşen… ve anlaşılırdı ki o küçük karartılar, umuda kanat çırpan kırlangıçlardı. O umut muhacirlerini görünce kalbim de kanatlanır, düşerdi ardlarısıra. Ama her daim onlar gider, bana “el sallamak” düşerdi.
Olsundu… onlara hasrette güzeldi ya.
Maviye çalardı gençliğim… Kelebek göçü düşlerdim her mevsim başka diyarlara. Sonra öğrendim ki, her mevsimi her günü bir güne sığdıranın adıymış kele-belek. Ömrümüze sığdırmaya çalıştığımız herşeyi, gönlüne sığdırabilenmiş birgünlükler.
Maviye çalardı gençliğim… Gündüzün geceye kavuşma telaşıyla, ortalığı kızıla boyadığı akşamlarda. Bu telaşe olmazsa ateşböceklerini nasıl farkedebilirdik. Onlar ki akşam koyduğumuz kavanozda, sabah tılsımını yitirenlerdi.
Maviye çalardı gençliğim… Çocukların atlastan çepkenleri olmalı diyordum. Ağzına kadar dolmalı cepleri huzurla. Dudaklarının kenarından akmalı şeker tadında bir hayat. Kulaklarına şiir fısıldamalıydı çocukların, kalplerini yarıp öfkeyi çıkarmalıydı sabah rüzgarları. Oysa ki insan pek zalimmiş. Hayal ederken titrediğimiz “o çocuklar” ayakkabılarını mapus voltasında eskitecekmiş…
Maviye çalardı gençliğim… Öyküm henüz uykum kadar ağırlaşmamıştı. Büyücü, renkleri hapsetmemişti kırk kilitli sandığa. O zamanlar sandıklarda pembe entarili komşu kızının aşkı, hattâ hatırladıkça dudağını yana kaydıran sırım gibi bir “maşukun” hayali vardı. Kaneviçeye işlenen şeyin adı “vuslat”tı. Özgürlük esir edilmemişti bir hoyratın iki dudağı arasına.
Maviye çalardı gençliğim… Anamın “Boş Beşik”i izlerken ağlamasına, dalga geçercesine bir anlamsızlıkla bakardım. “Ana olunca anlarsın” derdi, daha bir anlayamazdım. Ama öyleymiş. Ana olunca duydum meleyen kuzunun sesini, yuvadaki kuşun bir çift kömür karası gözü nasıl beklediğini… Adamın anasını ağlatırmış. Analık bir seninkine değil hepsine yanmakmış…
Maviye çalardı gençliğim… Hayaller henüz tehcir edilmemişti zihnimden. Hüzün taht kurmamıştı alnımın çizgilerine. Gönlümün göğünde kapkara bulutlar yoktu o vakit. Gün berrâk, geceler yıldızlıydı. Bana sorsanız Süreyya, peri padişahının gökyüzünde dolaşan kızıydı.
Oysa şimdi…
Kırlangıçlar gitti, çocukların ömrü kelebeklerin ki kadar bile değil. Altında ezileceğim kadar ağır hikayem.
Şairin dediği gibi “tüm renkler kirlendi.” Özgürlük esir, sandık hâlâ kilitli… ama en acısı mavi gençliğin yerini “büyümüşlük” aldı. Sunay Akın’nın dediği gibi, o özgürlüğü elinden alınmış çocuğun adıydı.
Gençtim anlıyor musun?… büyümeden önce gençtim. Maviye çalıyordu hatta gençliğim.
Gençlik maviydi, sonsuzdu, soluksuzdu…
Saçları ağartan, herşeyin içine atıldığı,
dipsiz bir kuyuydu…